27 Temmuz 2019 Cumartesi

KALBİMİ GERİ VERİR MİSİN? 31. BÖLÜM

Daha önce kilerinden girerek mutfak ve ana giriş dışında hiçbir yerini görmediği görkemli villanın salonundan merdivenlere giden koridorda Burak tarafından çekiliyordu Duygu. Çekiliyor demek ne kadar doğruydu, yalan makinesine bağlasalar, alet tüm Tuzla'da duyulacak kadar şiddetle öterdi. Akıbetini kestiremediği, Burak'ın her zamanki kibarlığından(!) ödün vermeden salondaki diğer dört çifte büyük abdestlerini yedirdiği, ikinci kattaki çift kişilik yataklı yatak odasına doğru adımlıyordu. İstemiyordu da yan cebine mi koysaydı Burak?
Kapının önüne kadar vardıklarında Duygu, ona açılan kapıdan içeri girmedi. Giremedi. Çekiştirilmediğini, sahte kocasıyla itirazsız geldiğini kabul etmişti; ama içeri girecek kadar cesareti yoktu. Koca sahteydi belki, ancak öpücük içini ve hali hazırda bacaklarını titretecek kadar gerçekti. Girerse ve Burak ona tahmin ettiği niyetle yaklaşırsa hayır diyecek iradeyi hiçbir yerinde bulamazdı. Bekledi. İçeri çekilmeyi belki de... İradesi olmayan her insan gibi bir seferlik yönetilmeyi bekledi.
Gel ya da git de bana. İkisini de yaparım ve nasıl bir ikilemse bu, ikisinden de pişmanlık duymayacak gibiyim.
Burak içeri girmeyen kadına baktı kapı eşiğinde. Duygu'nun onu gerçek bir öpüşmeyle ödüllendirdiğini yanlış anladığına inanmayı reddediyordu tüm sistemleri. Sahte olamayacak kadar ılıktı, baskındı, hissedilirdi. İlk yaklaşan oydu. Burak karşılık verdiğinde geri çekilmeyen de oydu. Salondan buraya kadar iki katı; ses etmeden, yatak odasında neler olabileceğini bilmeyen bir kadın gibi mi tırmanmıştı yani? Ya da... Herkes onları olağan seyrinde gerçekleşen bir düğünle evli bilirken beklenen şeyi yapmış, onu öpmüş, Burak'ın oda için çıkış yapacağını aklına bile getirmemişti. Eylem ve Teoman'ın, Merve'nin gerçeği biliyor olması, o an önemsizleşti. Duygu bunu bilmiyordu ve rol yapmıştı. Onu bozmamaya karar verdi.
"Korkma, seni yemem. Kapıda mı duracaksın böyle?"
Kendisi içeri girdi ve kaptım diye sevindiği en büyük yatak odasında, yere kadar uzanan camdan görmeyen gözlerle arka bahçeye baktı. Yetersiz kalan ışıklandırmayla baktığı kısım, Duygu'nun hırsızlık için villaya gittiği zaman ara yollardan geçerek arabasını park ettiği ve ondan önce girişte yerini aldığı yerdi. Duygu da geldi yanına. Sessizliğine ortak oldu.
Ağır adımlarla, ondan daha ağır düşüncelerle geldiği yerde, aşağı bakmaya başladı Burak'la. Onu buraya getirmesindeki amaç, belki daha fazla devam edemediği öpüşmeydi. Kafasında netleştiremediği kısım, Burak'ın sıradan davetiyle berraklaşmaya başladı. Saat iyice ilerlemişti ve ayrı yatacakları bir odayı seçemeyeceklerini garantilemişlerdi işte sarı balonları büyük bir hevesle ilk patlatarak. Diğerlerinin gözünde onlar büyük bir düğünle evlenen, birbirini çok seven bir çiftti.
Ne bok yiyeceğiz şimdi? Burak bir şey de.
Duygu bahçe ışıklandırmasını bile etkisiz hale getiren sıklıktaki onlarca ağaca bakmaya devam etti. Bazen görünmeyene bakmak dinlendirirdi onu. Göremediği duyu organı yerine daha iyi düşündüğü, daha yerinde karar aldığı olurdu. Şimdi karar vermek için o zihne her şeyden çok ihtiyacı vardı. Burak ise çoktan dönmüştü yüzünü ona doğru. Ne düşündüğünü daha önce bu kadar merak ettiğini hatırlamıyordu. Belki Venüs gamzelerini bilip bilmediğini merakı ağır basardı; ama şimdi zaman o gamzeleri görüp göremeyeceği, öpüp öpemeyeceği Duygu'nun düşüncelerini çözümlemesinde yatıyordu. Bir ipucu için yemlemesi gerekecekti.
"Sen yatakta yatarsın, ben kanepeye uzanırım. Sabaha bir şey kalmadı zaten."
Duygu onun varlığının sadece yan yana bile ağır baskısı altında, hafif terle karışmış kendine has kokusuna fazla yakındı. Demin aşağıda onu öpmekten ölesiye haz almıştı, şimdi bunun Burak için ne kadar anlamsız olduğunu görerek pişmanlık duyuyordu. Duydukları on dakika içinde bu denli farklılaşabilirdi ancak. Ayrı yatacaktı ondan. Bu da bir yönetilmeydi kısmen. Kendisi o kararı da veremezdi.
"Ben kanepede yatarım, senden daha ufağım. Sen sığmazsın."
Seni altıma alıp öyle bir sığarım ki... Gurur duyarsın benimle.
Burak bu teklifi kabul etmesini beklediği Duygu'yu tanımadığını bir kez daha görmüş oldu. Tuvalet dibinde onu Hülya'ya nispet için öpen kadın, anlaşma şartlarını yerine getirmek için zaman ve mekan farkı gözetmiyordu. Aşağıda olan herkes ikisinin kör kütük aşık olduğuna inanırdı. Neredeyse Burak bile inanacaktı, onlar ne yapsın?
"Sen misafirsin, senin hakkın yatak. Ben dolaptan yastık ve örtü alayım."
"O zaman o yastığı aramıza koyalım. Yatak yeterince büyük Burak."
"Emin misin? Yastık kayar, yanlışlıkla orana burana değerim, sapık damgası yemek istemiyorum."
"Aynı şey benim için de geçerli. Ben de yapabilirim dediklerini."
Hazırcevap olmana da bayılıyorum. Allah sonumu hayır etsin. Kımıldamadan yattığını bilmiyorum sanki.
Teklif iki olumlu oyla kabul edildi. Azami dikkatle, yatağın tam ortasına yerleştirdikleri iki yastığın iki yanına yatamadılar bir türlü. İkisi de sağ yanı tercih ediyordu ve bu büyük sorundu.
"Orası benim yerim. Sen diğer tarafa geç Duygu."
"Ben daima sağ tarafta yatarım. Bu yüzden diğer tarafla işim olmaz. Şimdi müsaaden..."
"Orada bir dur bakalım. Kanepeden sonra bir de istediğin taraf fazla lüks kaçar sana."
"Öyle mi Burak Efendi? Demin tüm yatağı bana bırakıyordun, ne oldu? Misafirim ben hala." der demez o tarafa attı kendini resmen Duygu.
"Oha, yavaş! Tamam sen yat, yatağı kırma yeter."
İkisi de kapalı ışık seviyordu iyi ki, onun tartışması yaşanmadı. Sağa sola dönmelerden de rahatsız olmamış olacaklar ki, anlaşmış gibi bir o bir diğeri kıpır kıpırdı. Şikayet eden olmadı bir süre.
"Burak, uyudun mu?"
"Sence? Dönüp duruyorsun."
"Sen kundaktaki bebek gibisin çünkü. Bana laf sokmasan olmaz."
Sokacağım çok başka şeyler olabilirdi. Küfür, havalanma sakın ufaklık. Kadın yanı başımda.
"Niye sordun uyuyup uyumadığımı?"
Duygu'nun amacı da o öpücüğe biçilen anlamı öğrenmekti. Burak için ne ifade ediyordu, onu Cihan varken öpmesi hakkında, onun hakkında ne düşünüyordu? Basit kadın gibi görüp hakaret etmek için kendi evlerine gitmeyi mi bekliyordu?
"Oyun sonrası sarılıp öpüşmemize bir şey demedin? Kızdın mı?"
"Şaşırdım. Bir yandan benim zorumla bunu yapmak zorunda kaldığın için de üzüldüm. Affedersin."
Zorunda mı kaldım? Üstüne atladım ve sen bunu mu anladın?
"Niye özür diliyorsun ki?"
"Herkes tezahürat yapıyordu ve sen gerçekçi görünmek zorundaydın. İlk şartımdı bunu yapman. Sonuçta Hülya bitti; ama Cihan var. Seni bu duruma soktuğum için özür dilerim."
Bir de o mesele vardı. Hiçbir şey konuşmuyorlardı Duygu'ya asır gibi gelen bir süredir. Özellikle o gece, sarhoş olup bir hırsıza aşkını itiraf ettiğinden beri günler geçmişti. O hırsız kendisiydi. Hülya için içtiyse, aşık olduğu neden Duygu'ydu ve Cihan gerçekten var mıydı?
Saçmalama Duygu. Net olan tek şey kabak gibi ortada. Öpüşme ona göre anlamsız nokta
Bir daha konuşulmadı. Uyunmadı da pek. Döne döne sabahı ettiler, sabah Duygu yatağın en köşesinde uyuyordu. Hiç yer değiştirmeden uyuduğu haliyle kaldığına emindi Burak. Saatlerce yatakta kendi sınırları içinde dört dönen kadın, uykuya teslim ettiği bedenini o andan sonrasında milim hareket etmemesi için eğitmişti. Artık biliyordu. Neredeyse sekiz yıl önce, sokakta kaldığı o üç gecede, Cihan onun nefesi olana kadar süre yetmişti buna.
Kahvaltı için Eylem mesaj atmıştı yirmi dakika önce. Kapı gıcırtısına oynayan insanlar gibi Burak da en ufak bir tıkırtıya uyananlardandı. Banyoda işlerini halledip Duygu'ya baktı durdu bir süre. Gelen bilmem kaçıncı kahvaltı hazır, alooooo, gel hadi, in kadının üstünden, tüm detayları bana anlatmayan en adi şerefsiz olsun gibi aslı astarı olmayan polemik taciz mesajlarından sonra bile onu izlemek varken uyandırmaya kıyamıyordu gel gör ki. Sonra beklemediği bir şey oldu. Duygu gözleri kapalı gerinmeye başladı. Çıtı pıtı bedeni, yukarı toplanan şortuyla mesajları gerçek yapma dürtüsü çok baskındı. Üstünde olsaydı da Eylem'e anlatmayıp şerefsiz olsaydı.
"Ne dikiliyorsun başımda?"
"Sana da günaydın huysuz kıvırcık. Seslendim kaç defa, su atacaktım artık üstüne."
"Gerçekten mi? Saat kaç? Hala uykum var."
"On bire geliyor. Kahvaltı hazırlamış bizimkiler. Bekliyorlar."
"Üstümü değişip iniyorum. Yatağı toplayayım bir de. İn sen. Ya da bekle. Sen seç; ama birlikte inelim. Neyse beklemezsen de anlarım."
Ne diyorsun sen? Şeytan diyor, yumul da sustur. İneyim mi ben şimdi, kalayım mı?
Kaldı. Yatağı toplarken, tuvalete girip çıkarken, paravanın arkasında üstünü değiştirdiğinde çıkardığı pijamaları demire asarken gözlerini çekemedi ondan. Çıplak gösteren gözlüğü icat ettiklerinde ilk siparişi verecek hale gelene kadar uzattı boynunu; ama nafile çabasının sonucunu alamadı. Sabah yattıkları, güya ertesi gün güzel ve kalabalık bir kahvaltı sonrası eve geçtiler. Burak tüm sabah boyunca, tam karşısında oturan ve masanın altından bacağını mosmor yapan Eylem'e yeter be, çok merak ettiysen gece aramıza girip yatsaydın dememek için başını bile kaldırmadan dünyaları yemişti.
Öğlene doğru eve geldiklerinde Duygu biraz durgundu. Dün gece için aklından ne geçiyordu, Cihan'ı mı düşünüyordu sormak için çıldırıyor, soramayacak olmasının yadsınamaz gerçeği ile kurdeşen dökecekti.
"Ben biraz uzanacağım. Teşekkür ederim her şey için."
Odasına girip çığlığı bastığında Burak salondaki kanepeye kurulmak üzereydi. Koşturduğunda bin bir türlü cinayet senaryosuyla Cannes film festivalinde umut en yaratıcı dalda ödül alırdı. Odaya girdiğinde Duygu'yu piyanonun karşısında, elinde üzerine kapattığı kırmızı kurdelalı örtüyle dikilirken buldu.
"Sen çalarsın ben dinlerim diye düşünüyordum; ama artık müzikten anladığımı sanmıyorum. Aklımı aldın Duygu."
"Sen de benimkini..."
Burak dün onu Cihan'dan çıkınca eve gelmemesi, o tarafta bulaşmak için bu yüzden aramıştı. Yapacağı sürpriz, iyi görünmeyen Duygu'yla aklından uçup gitmişti. Şimdi aklı da hepten uçmuştu. Herkes hediyesini verirken başka bir seçenek daha vardı aklında ve Duygu'nun ne tepki vereceğini bilemediğinden onun için de eve gelmelerini beklemişti. 
"Beğendin mi? Tek hediyem bu değildi. Yani şimdi vereceğim şey hediye de sayılmaz aslında."
Ceketinin cebinden çıkardığı kağıtları uzatamadan Duygu ona sokuldu. Ellerini beline dolamakta eskisi kadar zorlanmıyordu. Başını sert göğsüne yaslamakta da öyle. İzin vereceğini bilse hafif aralık nemli dudaklarını öpmekte de zorlanmazdı. 
"Bayıldım. Hep istediğim şeydi. Babam öğretmişti bana çalmayı. Düğünlerde büyük org çalardı ve ben altı yaşındayken öldüğünde... bir şekilde piyanoyla devam etme imkanı buldum. Çalmayı ilerlettim. Notalara bakarak çalabiliyorum ve ezberlediğimde bakmadan da çalabiliyorum."
Çok fazla mı çalmak dedim ben?
Çenesini başının tepesine yerleştirmekle meşgul olan Burak, onun ne dediğine de dikkat edebilmek için kulaklarını dört açtı. Ablasının tüm çıplaklığıyla anlattıkları, Duygu'nun ani zamanlamayla iki üç cümle kurması kadar açıklayıcı değildi sanki. Bir şey daha vardı hem dinleyip hem saçını koklarken yaptığı. Elleriyle incecik belinden de sarmıştı, nişanda ya da düğündeki gibi zorunluluk olmadan. Bu çok daha tatmin ediciydi sırtı tamamen açık bir elbise giyindiğindeki temastan. İnce kazak giyindiği bedeni cayır cayır yakıyordu ellerini. Aşağılara kayması an meselesiydi ve kesin bir terbiye için ateşle bedenini cezalandıran keşişler gibi parmaklarını mumda yakacaktı odasına çıkınca. Bu neydi böyle? Kadının kör kütük aşık olduğu adamdan vazgeçmeye niyeti yoktu.
Duygu ona sarılan kollara daha da sokulmak, aralarında daha bir ısınmak, o kaslı kolların daha başka yerlerinde de dolanmasını isteyecek kadar arsızlaşmayı nasıl becermişti? Sarhoş bir adamın, yerinde olmayan bilinciyle ettiği aşk itirafı mıydı onu böylesine fütursuz düşüncelere iten? Aşık olduğunu sandığı adamdan sana aşığım lafını hiç duymaması mıydı bu sarılışın aşkla olmasına olan ihtiyaç?
Başını kaldırdığında yavaşça açılan kahverengi gözlere baktı. Kenetlenen karınları uzaklaşmamıştı hala. Adem elmasının arka arkaya yutkunmayla oluşabilecek hareketini izledi sonra. Bir şey diyecek de diyemiyor gibiydi. Dudaklarını, bir açılıp bir kapanmaktan nemlendirme ihtiyacından olsa gerek yalayan bir erkek görmemişti daha önce. Şimdi Hülya burada olsaydı, tuvalet dibinde bahaneyle öpmeye bile razıydı onu. Sebepsiz öpemeyeceği bir adamla evli olması, çekeceği acıların bitmemecesine ömrüne gelip yerleştiğini gösteriyordu.
Niye acı çekiyorum öpmediğim için?
"Beğenmene sevindim. Bunları da seversin umarım."
Burak anın içine etti etmesine; ama çekilemedi ondan. Teşekkür için ona uzanan dudaklara yol göstermede geç kalmadı sadece. Fırsatı değerlendirecekti. Yanağına doğru uzanan o iki dolgun dudağa çevirdi kendininkileri. Yaladığında geçmeyen susuzluğu onun pamuk şeker gibi tat veren dudaklarında şelaleye dönüştü. Dolu elleriyle bu kez kıvırcık saçlarının çevrelediği yanaklarını tuttu. Hemen bırakma ahmaklığını yapmayacak kadar aklına kavuşmuştu o çığlıktan sonra veya hepten boşalmıştı kafatası. Yoksa deli şey yapmış gibi, sahipli olan sahte karısını öpüyor olamazdı. Daha bir hırslandı, daha da bilendi aklından Cihan geçince. Duygu'yu istiyordu. 
Yanlış adreste bulduğu dudakları ne kadar da doğru adresteymiş, hep oraya aitlermiş gibi hissetse de bu kez karşılık veremedi. Burak'ın amacı neydi, derinleşmesine uğraşılan bu öpücüğün aşkla ilgisi var mıydı? Soracak kadar bile cesaret kırıntısı çıkmaz mıydı pantolon ceplerinden? Ya da gerçekten Burak'ın ona aşık olması mı korkutuyordu onu ve soramıyordu? O, Cihan'a da hiç sormadığını fark etti. Aşık olan söylerdi en nihayetinde. Burak söylemişti. 
Sen ciddi misin? Benim gibi bir hırsıza aşık olmadın, değil mi? Kız arkadaşın bile olamayacakken sahte karın oldum; ama aşk...
Ellerini onun göğsüne yerleştirip bu tutkulu şeyi burada bitirmesi gerektiğini netleştirdi. Mesaj ona gider gitmez çekildi Burak. Göğsü; on altısında ilk kez, sınıfta yalnız kalmak için kırk takla attığı, şimdi adını bile unuttuğu, sivilceli, gözlüklü kızı öperken bile böylesine inip kalkmamıştı. Ondan uzaklaşan Duygu da onunla yarışıyordu inip kalkan göğüs konusunda. Ellerinin yanaklarında ne işi vardı, o göğüsler varken...
Şöyle tutup yatağa atamadın ya, artık eline kuvvet Burki; ama kuş çok yanlış zamanda ötmüyor mu sence de? Eylem'in sesi odadaymış gibi kulaklarına dolarken karşısında şok olmuş kadına bir açıklama borçluydu. Yatağa oturup yastığı çekti kucağına. Onu delmeyecek kadar terbiyesini takınır ve şakımazdı kuşu galiba.
"Bu neydi şimdi?"
"Dudağım sürçtü. Duygu sen çok alımlısın. Hatta seksisin. Ben saçmalıyorum. Baksana şunlara."
Tam da broşür anıydı çünkü. Ağzıma küfür sıçayım. Dudağım sürçtü ne lan? Eyleeeeeemko!
Alamadığı cevapları soramadığı sorulara borçlu olan Duygu, daha fazla üstelerse açık verecekti. Karşılıksız bir aşkın pençesine düşmüş, her şeyden önce devam eden bir ilişkisi olan histerik kadınlar gibi aşk dilenecekti. Eline alıp çevirdiği, tanıtım içeren broşürlere odaklandı. Bakar kör olmasının nedeni olan öpücük taarruzunun şaşkınlığı, yerini bilmediği dillerde tanıtılan üniversiteler bıraktı. Abd, Almanya, Avusturya, Danimarka, Fransa... Alfabetik sıraya dizilmiş bu hatırı sayılır okulların kendisine veriliş alakasını çözmeye çalışırken Burak'la göz göze geldi.
"Niye verdin bunları bana?"
"Master için sağlık alanında en donanımlı ve istediğin geriatri programına sahip okullar bunlar. İstediğin birini seçebilirsin. Doğum günü hediyem. Aslında dedeme verdiğim söz. Hediye piyano oldu bu durumda."
Duygu da oturdu yatağa, onun yanına. Tek hamlede yastığı kucağına çekip elindekileri yan yana dizdi. Neye uğradığını şaşıran Burak ha yastıksız kalmıştı ha çıplak... Bacak bacak üstüne attı. Gerçi Duygu merdane büyüklüğüne ulaşsa bile dönüp bakmazdı ona şu anda. Başka alemlere aktığını gözleriyle görmüştü. Mırıldanmalarından anlamlar yakaladı.
"Amerika dersem oraya, İngiltere dersem oraya mı gideceğim? Son son işimizle bile gidemezdim ki. Hikmet bizi buralarda bulamazdı gerçi. Ne güzel olurdu."
Siz kim? Cih-Gu mu? Yakışmadı ki, Bur-Gu gibi değil ki. Bana ne?
"İstediğine gidebilirsin Duygu. Bahar dönemi için kayıt alıyorlar; ama yabancı dil bilgin önemli burada. Onların dilinde sınava girmen gerek. Bilmeme ihtimaline karşı önce vermek istedim. Kursa gidersin."
"Bana böyle bir hediye veremezsin. Çok bu bana. Ben o kadar etmem."
"Ne saçmalıyorsun Duygu? Kendine değer mi biçtin?"
"Ben uzanayım artık. Çıkar mısın?"
Bıkkınlıkla verdiği nefesi saklamakla uğraşmadı Burak. Paha biçilemez olduğunu görmüyor olamazdı, değil mi? Villayı soyup onlar nereye gidecekti ki? İstanbul Avrupa yakasına mı? Canı sıkılınca sönen bir taraflarını da alarak odadan çıktı ve kendini mutfağa attı. Yemek yaparken nasıl bir dünya harikası olduğunu bilmeyen kadını da düşünmezdi böylece. Bu kez karşılıksız kalmıştı dudakları. Dün gece hayal gibi yer edindi anılarında. Yemek malzemeleriyle birlikte şarap çıkardı dolaptan. Ne zaman koymuştu bunu buraya? Kendi içtiklerinden değildi. Duygu ne diye içecekti peki? Sarhoş oluyor muydu acaba o da? Eğer oluyorsa saçmalıyor muydu kendisi gibi? Aşk itirafı yaptığı halüsinasyonları yer ediniyor muydu zihninde?
Çalışmadığı yerden gelen soruları cevaplayamadıkça hızla ne doğradığını bile bilmez halde bildiği parmağını da kesince küfür savruldu ağzından. Musluğun altına tuttuğu parmağından akan kanlar bitecek gibi değildi.
"Gitti yarım ünite kan. Sikeyim seni bıçak gibi, et kes desem kesmezsin. Dokuz parmak bıraktı beni ibne."
İki saatin sonunda tüm tanıtımlara bakan ve onları Tarzanca çeviren Duygu Burak'a haksızlık ettiğini biliyordu. Sırf kendisi mutlu olur diye sadece bu piyanoya binlerce lira vermişti. Üstelik karşılığında aldığı odadan kovulmak olmuştu sehven. İsteyerek yapmamıştı Duygu. Yanına uzansa sesini bile çıkarmazdı. İzlerdi onu. Alnına muhtemel düşecek saçları çekerdi o uyurken. Hakkını vererek bir teşekkür etmek için yemek yapabilirdi ona. Saat akşam olmak üzereydi ve masanın yarısını hiç ettiği kahvaltının hükmü geçmişti çoktan. Mutfağa giderken küfür duymak beklediği en son şeydi. Kırmızı kan akıtan musluğa baktı bir süre.
"Burak, dikilmesi lazım onun. Ver bakayım."
"Ödüm patladı Duygu ya. Tansiyonum düştü burada sen de hayalet gibi geliyorsun."
"Tansiyonun düştü mü ölçmek lazım da çenen düşmüş. Otur şu sandalyeye."
"Kan damladı her yere."
"Ben temizlerim, senin kanını ilk temizleyişim olmaz. Şimdi susacak mısın?"
Alışkanlıkla her yere taşıdığı dikiş setini bir koşu gidip aldı odasından ve tezgahta ilk baktığında dikkat ettiği, yarısı tüketilmiş şişedeki kalan alkolü boca etti parmağına. Seri hareketlerle çok derin kesilen sol işaret parmağını dikmeye başladı. Burak canı yansa da ses çıkarmadı. Duygu sus demişti. Onu kendi işini yaparken izliyordu, aklından tüm kelimeler uçtu gitti. Hiç ölmeyeceksin deseler yine de konuşamazdı.
"Tamam, oldu. Çok derin kesilmiş. Havada tut elini, bir süre daha kanayabilir. Dolapta sargı bezi vardı, görmüştüm."
Eminim, görmüşsündür. Ben unuttum; ama sen unutmazsın.
Sardığı elle kımıldamamasını salık verdiği adam, sandalyeye yapıştı adeta. Gözleri de Duygu'yla aynı anda, hareket sensörü gibi çalıştı. Kan olan yerleri sildi önce. Sonra tezgaha geçti. Son iş salata kalmıştı ve kanlanmıştı kesme tahtası. Onları halletti, yeni malzemelerle salatayı hazırladı, masayı kurdu ve kendisine bakmaya başladı. 
"Çişin falan mı geldi senin? Kımıldama dediysem o kadar da değil. Sakat değilsin. Git yani."
Hee tabii çiş. Güzel bahane.
Olmayan çişini yapıp, akşam yemeği için ellerini yıkayacakken açtığı muslukla birlikte her yer ıslandı. Daha önce de yaşamıştı bu anı. Duygu'nun odasında yer alan tuvalet bir süre servis dışı olacaktı. Klozetin sifonuna bastı. Su falan akmadı. 
"Bir bu eksikti ya! Of!"
Yemeğini yedikten sonra durumu Duygu'ya da anlattı ve üst katı kullanabileceğini belirtti. Pazartesi ilk iş tamirciyi arayacaktı. Gündüz o yokken sorun değildi, gece ihtiyaç duyması halinde de rahatlattı onu Burak. Ne zaman lazımsa kapıyı açık bırakacaktı. O gece tekrar yurt dışı konusu konuşulmadı aralarında. Teşekkür etmişti sadece, tabii her içten teşekkürün sonuna eklediği yanağa öpücüğü de es geçmedi Duygu. Bu kez dudakları sürçemedi adamın, elleri narin belini saramadı.
Haftanın ilk gününde bu kez Duygu yemek yaptı. Burak sol elini tam açıp kapayamıyordu bile sargının kalınlığı ve dikişler yüzünden. İki gündür yeniliyordu onları. Hemşirelik yapmayı özlediği öyle barizdi ki, neden çalışmakla ilgili konuşmadıklarını merak etti Burak. Çalışmayı sevmeyen, koca parası yiyerek yaşamını sürdürecek bir kadın izlenimi vermemişti hiç ona. Onun yerine hazır erken gelmişken Ferrari sürmek isteyip istemediğini sordu. Duygu o heyecanla fazla sıktığı parmağı Burak'ın buruşan yüzüyle gevşetti özürler dileyerek.
Anında hazırlandı ve galeriye kadar uçurdu adeta arabayı. Saat daha dörttü ve galeride çalışanlar onları görünce hemen anladılar gelme sebeplerini. Selamlaştıktan sonra, yaşaması buna bağlıymış gibi kaptı anahtarı Haşim abisinin elinden. Burak gülerek yanına oturdu ve hayran bakışlar altında çevre yoluna çıktılar.
"Ya, bu mükkemel bir şey. Şu an iki yüzle gitmiyor gibiyiz. Gaza ne kadar bassam da yetmiyor."
Trafik durumunu kontrol ederek çıktıkları İzmit-Adapazarı yolunda altındaki arabanın hakkını vermekle meşgul olan Duygu, daha önce belirttiği gibi aynı anda pek çok işi kotarabiliyordu. Hız yaparken konuşuyor, ruj sürerken Burak'ı delirtiyordu mesela. Yemek yaparken konuşmak neyse de, tek elle direksiyon hakimiyeti konusunda profesyonellere taş çıkardığı için somurtuyor olabilirdi Burak.
Bok var sanki, hız ibresine gidecek mesafe bırakmışlar bu kadar.
"Duygu, hız kes biraz. Pişman ettin beni ya. Midem sevdiğim bir organım, lütfen indiğimde içimde kalsın hala."
"Yetmişle, sağdan mı gideyim, yan villadaki emekli albay Ferhat Bey gibi? Bu makineler harcanıyor seninle ömürlerinin baharında."
Ömürlerinin baharında mı? Eylem küfrettim çarkına.
"Yetmişle gitme, tamam da viraja bari on kilometre düşük hızla gir."
"Burak neden arkana yaslanıp önüne bakmıyor ve benimle deneyimleyeceğin mükemmel sürüş keyfinin tadını çıkarmıyorsun? Stres stres nereye kadar? Rahat ol, Burak Özcanlar. Duygu Özcanlar işini bilir."
Madem öyle diyorsun... Ölürsek beraber ölürüz en azından.
Burak arkasına yaslandı; ama Duygu'ya bakmak varken önünü ne yapacaktı? Hevesini almanın kıyısından köşesinden geçmezken karnının acıkmasıyla galeriye doğru sürdü makineyi iki saatin sonunda. Tekrar eve geçtiler ve Burak elini yüzünü yıkamak için üst kata çıkmışken Duygu yemeği hazırladı. Tekdüze geçen günlerin çokluğunu saymak için iki elin parmakları yetersiz gelirken ne Burak ne Duygu aralarındaki yüksek gerilimi konuşmak için gönüllüydü. Sıradan bir akşamın iş çıkışı Burak Duygu'ya seslendi.
"Hadi hazırlan, dışarıda yiyelim bugün. Ne yapıyorsun sen?"
Odasında yıkanacaklarını ayıran ve üst kattan Burak işten gelmeden önce ütüyü indiren Duygu, ne yapıyor gibi görünüyordu acaba?
"Ütü yapacaktım. Yemek yaptım hem. Hoş geldin."
"Niye sen yapıyorsun ütüyü? Benim kıyafetlerim de mi var aralarında?"
Duygu gir demeden girmeyi sorun etmeyen Burak kadının dibine kadar geldi. Eve gelen kadın ne iş yapıyordu ki? Duygu ütü yapmayı sevdiğine adamı ikna etmeye çalışırken göbeği çatladı. Jilet gibi gömlekleri haftalardır karısına borçlu olduğunu öğrenen Burak ise, onun hakkında yeni güncellemeler edinmeye doyamıyordu. Nihayet güç bela dışarıda yemeğe, ondan da zahmetli çay içmeye ikna ettiği kadınla daha ilk çaylarında sorun yaşıyordu Burak.
"Tövbe ne biçim çay. Dedim sana ben yaparım diye. Bana seçtiğin yemeği de beğenmedim. Benim nohut pilav daha iyidir eminim."
"Ben mi seçtim, her ne hikmetse tam menü geldiğinde tuvalet ihtiyacın baş gösteriyor, sen seç deyip sıralamadın mı isteklerini? Kabak nasıl başıma patladı benim?"
"Ben oraya daha önce gitmedim, benim beğenmeyeceğim şeyleri ben seçsem de sen seçme. Öyle gösterişli yerlere alışkın değilim ben."
O restoranda gösterişli olan tek şey sendin.
Ablasıyla yaptığı görüşmeyi anlatmayı daima erteliyordu ve ara sıra öten telefonunda Aysun Çetin'in mesajları, Hülya'dan gelenlerin arasında yerini alıyordu. Bir şekilde dürüst olabilirse, arkasından iş çevirdiğini, geçmişte canını yakanların hepsini benzinle yakmak için yanıp tutuştuğunu anlatabilirdi belki.
"Çay yapmayı ablandan mı öğrendin?"
Burak, onun ablasıyla galeride görüşmesinin üstünden geçen üç haftanın sonunda evde açamayacağı konuyu Pier Loti Tepe'sinde, Duygu'nun odasına kaçıp gidemeyeceği tek yerde açmayı uygun görmüştü.
Duygu, bir an Burak'a baktıktan sonra Haliç'in yakamozlarına gözlerini dikerek sessizliği tercih etti. Ablasının o dernek yemeği çıkışı evlerine gelişi hakkında ona hiçbir şey sormayan adamın aradan geçen bir aydan uzun zaman sonra konuşmak istemesine anlam veremiyordu.
Burak için bu sessizlik, Duygu'nun düşünecek bazı şeyleri olduğunun işaretiydi. Cevap verse miydi, vermese miydi? Verecekti, çünkü planının parçası olan bu basit soruyu, sanki yanıt vermesini beklemiyormuş da lafın gelişi, geçmişinde neler yaşadığını, Duygu'nun daha on altı yaşında, ar damarı çatlamış bir pezevenk tarafından istismar edildiğini bilmiyormuş gibi sormuştu Burak. O yüzden stratejisine sadık kalarak devam etti.
"Ve haklısın, çay çok kötü. Hiçbir çay senin demlediğine benzemiyor. Kalkalım mı?"
Duymadığını düşündüğünü bir anda ve hala dokunmadığı çayın da etkisiyle hesabı istedi Burak. 
"Evet, ablamdan öğrendim. Ondan öğrenemediğim pek çok şeyden biri olamadı çay demlemek. Çok güzel yemek yapardı. İzleyemezdim yaparken; ama yerken ikinci tabağı mutlaka isterdim. zenginlerdi biliyor musun? Piyano kursu, giydiklerim, taktıklarım pahalı şeylerdi. Niye beni bunlardan mahrum etmek istediğini hiç anlamadım. Onu yük olmak değil, yükünü almak istedim hep."
Ben biliyorum niye olduğunu ve şu masayı devirip kırmamak için satın alacağım şimdi.
"Enişten mi bakmak istemiyordu acaba?"
Nasıl gözle baktığını da biliyorum ve bu bildiklerimle ben manyak mıyım da yaşadıklarını Duygu'nun ağzından dinleyeceğim? Katil olacağım. 
Enişte derken dilini ısırmıştı Burak. Dikkat çekmemek için makul kelimeler seçmeye çalışmak, ondan geriye sayamayacağı kadar öfkeyle dolduruyordu içini.
"O adam, ben evden kovulana kadar eniştemdi. Ben öyle biliyordum. Ablanın kocasına enişte demeyi öğretiyor toplum. Sana, karısından on dört yaş küçük kardeşine, kardeş gözüyle bakacağını bilerek büyüyorsun aynı evde. Ya da çocuk kalsaydım diye dua ediyorsun sokakta üç gün geçirirken. Sana uzanan tanımadığın bir eli tutarken, sana küçüğüm diye hitap eden adama kendini sunabiliyorsun istediğinin bu olduğunu sanarak. On yedi yaşında reddedildiğinde adam gibi bir adamın sana dokunmayışına katıla katıla ağlayabiliyorsun bir yıl önce tam aksi için çığlık attığın halde. Enişte? Ne demek ki enişte? Abla, dede, babaanne ne demek? Cihan adam demek, enişte adamlara biçilen bir hitap. Muarrem Nazlı bana uzattığı elleriyle açtığı bacak..."
"Sus Duygu. Yeter! Nasıl yaşıyor o adam hala? Senin adam gibi adamın o orospu çocuğunun nefes almasına izin verirken sen kendini mi verdin ona ödül gibi?"
"Bilmiyor ki! Bilse katil olur. Bilse... Ben kimsesiz kalırım. Nezarette onu gördüğümde çok korktum. Sana o olmasaydı asla evet demezdim. Yatardım hapiste hırsızlıktan."
Tam gözlerinin içine bakarak söylemişti bunları. Tabii ki bilmiyordu. Ne kadar aptal olduğunu düşündü. Yeryüzündeki en aptal insan, man kafa kendisiydi. Bununla gurur duyuyordu. Öğrendiği gerçeğe aklını bağışlamakta sorun görmezdi. Kalbi ondayken akla ihtiyacı yoktu. O kalp Duygu için attığını bilirken aklına danışmıyordu. Mantığına sığdıramadığını kalbi kucaklamıştı. Cihan'a aşık değildi. Verdiği başkasının hor kullanmaya cüret edebildiği bedeniydi sadece. Kahkaha atmamak güç hale geldiğinde tuttu onu kolundan kaldırdı.
"Kimsesiz kalmayacaksın merak etme. O piçi ben geberteceğim. Bir daha, bir daha, bir daha geberteceğim. Gebermelere doyamayacak."
"Saçmalama. Ne sıfatla? Hem ne anladın da sen hesap soracaksın ondan. Ben unuttum. Yaşamaya devam ettim. Cihan beni buldu ve nefesim oldu."
Cihan nefesin olurken ben ailen olacağım senin. Dedeme torun vereceğiz ikimiz. Sarhoşken ettim mi bilmiyorum; ama yarın ayıkken aşkımı ilan edeceğim sana. Önce Cihan'la bir konuşayım da.
Sessizlik hiç bu kadar gürültülü olmamıştı. Arabada, eve girerken, odalarına giderlerken... Duygu ne zaman bir şey anlatsa bunu bilinçsizce yapıyordu sanki. Önünde madalyon sallanan, transa girmiş insanların görüntüsüne bürünüyordu adeta. Duygu ise bunları Cihan'a bile anlatmamışken, ona hırsızdan başka gözle bakmayan bir adama nasıl açabiliyordu deposunun kapılarını savururcasına. Gir, talan et, kurtar beni dercesine... O gece yatakta dönüp durmalarının tekrarı yaşandı. Artık yattığı yerde kalamıyordu uyuduğunda bile. Bir yandan bunun sebebi olarak geçmişini suçlayacak gibi oluyordu; ama aklına geçmişten bir anı düşmüyordu çoğu zaman. Yatağı hakkıyla kullandığına memnun uyanıyordu birkaç sabahtır. Tuhaftır ki, dün gecenin etkisi bile geçmişti.
"Çay koyayım en iyisi. Çay iyidir. Dün gece içemedim. Yine de mutluyum. Hah!"
Çayı koyup günlük rutin haline gelen üst kata koşturma eylemine geçti. Bıkmıştı bu durumdan. Açık kapıdan girdiğinde boş yatakla karşılaştı. Tuvalet kapısına seğirtti. O da açıktı. Burak'ın ayakta işerken bu ihmalkarlığı yapmayacağından emin olan Duygu banyoya yürüdü.
"Burak işin ne zaman biter? Tuvaletim geldi ve aşağıdaki klozet bozuk. Hala. Bir haftadır. Dün de gelmedi senin meşhur tamircin. Sen aradığına eminsin, değil mi?"
"Eminim. On dakikaya biter işim."
On dakika mı?
Duygu on dakikada on kere salardı altına. Şakası yoktu. Tıraş olan Burak köpüklü yüzü gözüyle aynadan ona bakıyordu. Diliyle içten yanağını şişirerek sakallarını biçmeye devam etti umarsızca. Duygu'nun çok çişi gelmişti gerçekten ve şu an içinde oldukları banyodaki klozetten başka işeyebileceği tek yer sokakta yer alan, dış kapının yanındaki büyük saksıydı. Ona da işeyemezdi isabetlice, pipisi yoktu.
"On dakika benim seni beklemem yerine, sen beni on saniye beklesen ölmezsin diye düşünüyorum."
"Derdim şu anda ölmemek değil. Tıraş olmak. Zırıldanma başımda. Bir yerim kesilecek sana cevap vereceğim diye."
Patla. O kesikten akacak kan kaybından öl. Tövbe tövbe tövbe.
Burak sinir edebileceği son ana dek değerlendirecekti bu durumu. İçten içe kahkaha atıyordu. Bugün pürüzsüz yüzü gözüyle dalacaktı kadına. Dudaklarıyla Eylem'in anlattığı ne kadar yeri varsa fazlası için keşfe çıkacaktı. Kıllara ihtiyacı yoktu bunun için.
"Burak, lütfen. Rica ediyorum. Çok zor durumda kalmasam sana minnet eder miyim hiç? Bu yönden baksan bir de olaya? Sonra başıma kak istediğinde."
Aynadan net yansıyan yüzünden çektiği bakışlarıyla Burak'ın geniş omuzlarına bakakalan Duygu o sırada banyoya girdi. Burak üst bedeni çıplak halde tıraş olmaya devam ediyordu. Daha önce en çıplak halde atletle görmüştü onu. Bir de o gün, vurulduktan sonra hastanede hemşireler kanlı tişörtü kesip kurşunu çıkardıktan sonra, yaralı omzu sargılı halde görmüştü. Şimdiki halinin o zamandan farkı sargının olmamasıydı.
Önce gözleriyle inceledi adamın yapılı bedenini. Geniş omuzlarında ufak tefek benler vardı. Kıl yoktu doğru dürüst. Göğsündeydi kılları yoğunlukla. Tertemizdi vücudu. İstemsizce omuzlarına dokundu. Önce sağa. Sonra sola.
"Duygu, bana mini mini ellerinle dokunarak yalnız bedenimi uyarırsın, yine de istediğini elde edemezsin. Hem beni konuşturmazsan işim daha çabuk biter küçük panter. Sen de çişini yaparsın istediğin kadar."
Duygu istediğini çoktan almıştı. Çişi yoktu ki artık. Burak aynadan ona baktığında kadının gözlerindeki kısılmayla birlikte terslik olduğunu anladı. Anında ona doğru döndü.
"Sakın altıma işedim deme."
Burak başını eğdiğinde ıslanmış bir kot pantolon bekleyip dalga geçme umudunu sıcak tutmuştu. Kupkuru olması hayal kırıklığı yaşattı. Tam yine aynaya dönecekken Duygu bu kez iki elini birden omuzlarına yerleştirdi tekrar. Yalnız bu kez ön kısımlarına. Sertti. Vücut çalıştığı, giydiği gömleklerden, hatta ceketlerden bile belli olurken o kaslara çıplakken dokunarak şahit olmak hemşire olan birinin aklına çok başka şeyler çağrıştırıyordu.
Baş parmakları omuz kaslarının bombe yaptığı yerlere baskı yaparken Burak, o minik ellerin dokunuşları altında sakin kalmaya çalışıyordu. Etkileniyordu kadının ellerinin kendisine değmesiyle. Vücudu seğirmye başladı. İyice yaslandı lavaboya.
"Duygu beni taciz ediyorsun şu anda."
"Vücudun çok güzel Burak. Lekesiz."
"Teşekkür ederim iltifatın için. Şimdi izin verirsen eğer işimi bitirebilir miy..."
"Giren bir kurşun izi yok. Hastanede nerenden çıkarttılar o kurşunu omzun yerine?"
Burak yine lafının kesilmesine sinirlenecekken Duygu'nun kendi lafını kesmek için kullandığı soru ile afalladı. Duygu'nun elleri altındaki kasları gerildi.
"Kapanmış olması çok iyi desene."
"İyi olabilirdi elbette. İzi yok dedim zaten ben. Kapanmadı demedim. Hiç açılmayan bir şey nasıl kapansın değil mi Burak?"
Burak Duygu'nun omuzlarındaki ellerini çekti üzerinden. Yüzünün köpüğünü, bitirmediği tıraşıyla beraber havluya silip kapıya yöneldi. Duygu engel oldu kapıya kollarını koyarak.
"Çekil önümden ve saçmalamayı kes. Sevgilin vurdu ya beni. Hastaneye sen götürdün, hafıza kaybı için biraz fazla gençsin."
"Ben götürdüm, evet. Kapalı perde arkasında sana ne yaptıklarını hiç göremeden salak gibi endişelendim senin için. Sen orada benimle alay ederken ben sana bir şey olmamasını diledim."
"Olan şey hemşirenin kurşunu çıka..."
"Her şey bir oyundu, değil mi? Neden? Cihan'ı nereden tanıyorsun?"
O anda nereden tanıdığını sorması, gereksiz kaldı aslında. Küçük panter...
Tamam, sakin ol panter demişti Burak Cihan'a ilk kez hitap ettiğinde, villada ilk karşılaştıklarında. Duygu ilk kez olduğunu düşündüğünde demek daha doğru olurdu. Dövüş çukurlarındaki lakabı panterdi Cihan'ın. İkisinin tanışıklıkları kim bilir kaç yıl öncesine dayanıyordu da Duygu neresindeydi bu işin?
Niye bir yerindeydi bu işin?
Film şeridi gibi tüm olanlar gözlerinin önünden sırasıyla geçmeye başladı. Gördüğü bir şeyi asla unutmayan Duygu, o anın paniğiyle bilinçaltının en derinlerine atmıştı vurulma anına kadar olan süreci. Deposunda yer kalmayana kadar tıkıştırmıştı ne varsa. Cihan'a bir şey olmasın diye... Burak ondan şikayetçi olmasın diye...
Soyacakları villanın kısmen Burak'a ait olması...
Burak'ın lastiğinin Duygu tam oradan geçerken patlaması...
Cihan'ın ne olursa olsun inme demesi...
İneceğini zaten bildiği için bu uyarıyı özellikle yapmış olması...
Cihan'ın telefonla her konuşmasının Burak'la olması...
Hesap etmedikleri tek şey Hülya'ydı ve şimdiye kadar iyi idare etmişlerdi. Hülya sahte evlilik işine uyanmamıştı en azından.
Hemşirenin hasta mahremiyeti adı altında kapattığı hastane perdesi, yaralı birinin kız arkadaşı için çok da gerekli değildi aslında. Burak ve Cihan'ın oyunu için gerekliydi bu. Tişörtün makasla kesilme sesiyle birlikte, cebinden çıkardığı kurşunu hemşireye uzatmıştı Burak. Güya Cihan'ın onu vurduğu tabancadan çıkan gerçek kurşunu.
O gün Duygu'nun Cihan'ın belinde hissettiği silaha ait olan kurşun...
Bandajın altındaki torba içinde kim bilir kimin kanıydı. Hülya omzuna vurduğunda Duygu'nun canı yanmıştı. Villada ateşlenen ise o heyecan ve korkuyla Duygu'nun tabanca ayrımı yapamadığı kuru sıkıya aitti. Burak vurulmamış, Cihan vurmamıştı.
Yaralanan ve yaralayanın olmadığı bu öyküde can evinden vurulan, kan revan içinde kalan neden Duygu olmuştu?

18 Temmuz 2019 Perşembe

KALBİMİ GERİ VERİR MİSİN? 30. BÖLÜM

⭐⭐⭐Sevda Kuşun Kanadında/Cem Karaca ⭐⭐⭐

Sabah korkunç bir baş ağrısı ve dün geceden imgelerle her zamankinden daha geç uyandı Burak. Saat çoktan onu geçmişti ve Duygu'nun ablasıyla buluşmak için öğleden önce galeride olmalıydı. Yine de yatakta uzanarak geçireceği bir dakika dün gece neler olduğunu enine boyuna düşünmek için faydalı olabilirdi.

Duygu evden çıktıktan sonra odasına gitmiş ve Duygu gelene dek her daim boş olan misafir odasının nasıl daha boş görünebildiğine hayretle şahitlik etmişti. Onu öldüreceğinden emin olduğu pisi pisilerin eksikliği, kalbini kıracak deseler diyen kişinin yüzüne defalarca hapşırırdı. Beş dakika önce yaşanan ayrılık kabir azabıymış gibi çökmüştü üstüne.

O beş dakikada Hülya defalarca mesaj atmış, özür dilemiş, sayısız cevapsız çağrıyla gerçeği Burak'ın yüzüne tokat gibi çarpmıştı. Bu tokat Cihan'ın onu bir güzel benzetmesinden daha fazla yakmıştı canını. Kendi salaklığı ve acizliğine karşıydı bu yanmışlık.

"Kaç yıldır aldatılıyorum ki ben? Her gidişinde mi? Küfürler kovalasın beni. Hıyarım ben ya!"

Duygu'nun evdeki varlığı yittiğinde, derli toplu odanın belki de ilk kez dağınık olduğu, yan yana yattıkları o gece milattan önceye ait bir tarih sahnesi gibi hatıralarında yerini almıştı. Boşluğuna katlanamadığı evde daha fazla kurmamak için kalamayacağını anladığı anda Teoman'ı arayıp Eylem'i evden kovalamasını istemişti. Çünkü Eylem tam anlamıyla Duygu fanıydı ve onunla konuşulacakları az çok tahmin edebiliyordu. Konu belindeki gamzelerden, elindeki memelerden, kısacası Duygu'nun bilmem nerelerindeki bir yerlerinden iki adım öteye geçemiyordu Eylem ağzını her açtığında. Erkek erkeğe dertleşmeye, sahte karısına duyduğu her neyse başka bir adamın tarafsız görüşüne ihtiyaç duymuştu Burak.

Uğradığı marketten önüne gelen her dereceden alkol içeren şişeyi satın aldığında soluğu en yakın arkadaşının evinde almıştı. Kapıyı açan Eylem suya düşen hayallerinin habercisiydi. Nitekim tüm gece Duygu'yu övmüş, zaten aklı ondan uzaklaşamayan adamı allak bullak etmişti. İçtikçe içmiş, sarhoş olmaya yakın içinde tutamadıklarını ikisini de sessizliğe uğratarak bir bir anlatmıştı. Kusan insanların rahatlığını ağzından çıkan her kelime ile iliklerine kadar hissetmişti. Para vererek dedesini memnun etmek için tuttuğu sahte geline aşık olmuştu işte, olan buydu.

Onların vereceği tepkiyi; dönen oda, baş, mideyle birlikte tüm dikkatini azami şekilde bir arada tutmaya özen göstererek beklemişti. Yargılanmak, istediği son şeydi. Hırsız bir kadındı Duygu. Değer verdiği insanların ne düşündüğü kendi aklı yetmeyince daha bir önemli hale geliyordu. Uzun bir sessizliğin ardından Burak çişini altına yapmak üzereyken ilk Teo konuştu.

"Sahte olan bu evliliği gerçek yapmak senin elinde dostum. Hülya bitmiş senin için."

Bitti bitti.

"Burki sen manyak mısın? Ciddi ciddi yatmamış karısıyla. İlik gibi kadın her gün önünde görsel şölen gibi resmi geçit yapıyor ve sen sahte diye elini bile sürmüyor musun? Doğru söyle kuşun mu ötmüyor?"

Kuş mu? Kedileri var onun ne kuşu?

"Eylem, hayatım biraz bodoslama daldın sanki."

"Sapık, benim kuşumdan mı bahsediyorsun sen yine? Kuşum ötüyor, yani öyle umuyorum."

"Bak gördün mü Teo, emin değil işte. Yazık Duygu'cuğuma, gençliğinin baharında kime denk gelmiş?"

Şimdi Teoman da işkillenmişti. Öyle umuyorum demek bir süredir elini eteğini bu işlerden çekmek anlamına geliyordu. Hülya ile yatmıyor.

"Açıl Duygu'ya. Neyi bekliyorsun? İki aydır onun da hisleri oluşmuştur sana karşı belki."

"Siz anlamadınız mı? O hırsız. Hırsızdı. Villayı soymaya gelmişti."

"Sonuç? İnsanı geçmişiyle yargılamak için fazla mükemmel olduğumuzu mu düşünüyorsun? Sen buraya Duygu'ya aşık oldum ne dersiniz diye sormaya geldin. Ben de diyorum ki, öyle hatun elden kaçar mı? Nikâhı sende, bedeni of, ağzımın suyu aktı yine."

"Hayatım sen acaba çift cinsiyetli doğdun da hormon testi yaptırmadan ailen kızda mı karar kıldı? Beni de böyle anlatıyorsundur umarım sağa sola. Kıskanıyorum artık ha!"

"Keşke erkek olsaydım. Yani, erkek olsaydım Duygu'yu kaçırmazdım demek istedim. Burak, sen bizi ilk aradığında ben sizi gördüm. O kız rol yapamaz. Üstelik Hülya kim karının yanında? Bitti dediğinde göbek atmıştım telefonu kapatıp."

"Attı valla."

"Bak Burki, tamam o zaman aşık olmak ilk önceliğiniz değildi belki, dedeni Hülya ile mutlu edemeyeceğini anlaman bile seni gözümde çok yukarılara taşıyor; ama şu an sizi tutan ne? Deden de bayılıyormuş işte."

"Sevgilisi var. Şu an onun yanında." Söyledim, oh!

"Siktiiiiiiiiir. Bu şimdi mi söylenir?"

Burak ağzına götürdüğü bardağın boş olduğunu görünce tekrar doldurdu. Altına yapacak olmayı umursamadı. Erkek arkadaşı olan hırsız bir kadına aşık olabilecek kadar çaresizdi.

Madem çaresizim, Duygu bana el atsın.

İdrar kesesindeki doğal akış döngüsünü daha fazla görmezden gelemeyince ayaklandı. Tuvalete gittiğinde kasıklarındaki baskı azaldıkça zihni de alkolün etkisinden uzaklaşıyordu sanki. Arkadaşları ne onunla alay etmiş ne de arkana bakmadan kaç demişti. Saatlerdir dinlediği, kendinden başka bir kadın ve bir erkek olan çiftten aşkına sahip çık zılgıtıydı.

"Çıkayım da nasıl? Sana aşık oldum desem inanmaz bile, hoş ben de söyleyemem ya."

İşini bitirip salona döndüğünde dolu bardağı bir dikişte içti.

"Hop hop dostum, yavaş biraz. Gece uzun."

Burak onu dinlemedi. İçtikçe açıldı kabak çiçeği gibi. Ağzında bakla ıslanmadı. Odaya giren Hülya'dan, onları basıp onun Burak'ın kız arkadaşı olduğunu bilmesine rağmen onu evden kovan Duygu'ya kadar her şeyi anlattı.

"Yüzsüz yaa. Demedim mi ben sana o kadın çeşitlilikten yana diye? Yalnız bir kadın sahte kocasının, onu aldattığını bilmediği kız arkadaşını evden kovup hırçınlaşıyorsa kıskanıyor demektir."

"Hülya'yı mı?"

"Hayır, seni. O da sana karşı boş değil bence."

Eylem işte şimdi saçmalıyorsun.

"Sevgilisinin yanına gitti koşa koşa diyorum. Araları benimkinin aksine gayet iyi."

"Çözemediğim bir o var işte; ama uzun yıllar birlikte olan insanlar birbirinden hemen kopacak diye bir şey yok. Sana karşı hislerinden emin oldukça onun da seçim yapma imkanı olur. İçinde tutma. Hem nasıl tanışmışlar? Adam hırsızlığa mı zorlamış onu?"

Zorlasaydı her şey daha kolay olurdu. Duygu bile isteye, pek kıymetli erkek arkadaşı Cihan'a kıyamadığı için can-ı gönülden başlamıştı hırsızlığa. Bunu da tutmadı içinde, saldı çayıra, Mevla kayıra.

"Şimdi Allah bilir, ne halde onunla? Venüs gamzelerini öpüyordur Cihan onun. O çırpı bacaklarının arasında, avuçlarını dolduran meme..."

"Çüş dostum, tamam artık. İçme daha fazla. Eylem valla senin de kıracağım kalbini. Kendini gaza getirmede üstüne olmayan nur topu gibi bir Burki'miz oldu."

"Ben ne dedim Teo gerçek olmayan? Kadın yürüyen afrodizyak değil de ne? Hem bu saatte bir biz ayaktayız bence. Bizim işimiz gücümüz yok mu yarın? Manyak mıyız, saat üç oldu ve altıda uyanıp karşıya geçmem gerek."

"Sevişmiyordur yani onunla değil mi Eylem? Saat geç oldu, sevişmiyordur belki. Bok... Adam günlerdir yoktu, ben kendi ellerimle soktum onu o adamın koynuna. Küfürün hipotenüsü."

Burak saat dörde gelirken artık ayakta duramayacak hale geldi. Dediklerini sadece Duygu'nun anlayacağından emin halde boşluğa sırıtmaya başlayınca Teoman onu eve bırakmıştı. Burak elleri başının altında, gözleri tavanda olan o bir iki dakikada Teoman'ın onu arabadan indirdiğini ve kapıyı ceplerini yoklayarak bulduğu anahtarla açtığını hatırlıyordu en son.

Yatağa nasıl yattığı, üstünü başını olmasa bile ayakkabılarını nasıl çıkardığına gelene kadar odaya nasıl çıktığı bile muallaktı yorgun zihni için. Bugün abla kişisi ile gelecek diye sözleşmiş olmasa tüm gün yataktan çıkmazdı; ama çıktı. Hızlıca duş alıp, hem alkol kokusundan hem uyuşukluktan kurtuldu. Temiz kıyafetlerle şimdiden daha iyi hissediyordu. Duygu'nun geçmişini öğrenecek olmanın neşesi doldu içine. Öğrenecekleri hoş şeyler olmayacaktı, yürek dağlayacaktı belki; ama bir yerden başlayacaktı. Islık çalarak merdivenleri ikişer ikişer inerken burnuna dolan bir takım kokular komşunun mutfağından gelemeyecek kadar kendi mutfağından geliyordu.

Önce adımları yavaşladı. Sonra gözlerini kapatıp el yordamıyla geçti koridoru. Kokuları takip ederek mutfağın kapısında durunca bir süre kaldı öyle. Gerçekten de basit bir menemen kokusu hafızayı tetikleyebiliyormuş tecrübeyle sabitlemiş oldu. Dün gece Duygu evde miydi? Dün gece Burak ona aşkını ilan etmemişti, değil mi? Eğer öyle olsaydı Duygu şimdi ona kahvaltı hazırlamak yerine veryansın ediyor olmalıydı.

"Oh! Şükür."

"Günaydın. İşe gitmeyecek miydin bugün?"

Duygu için dün gece daha zordu. Burak geldikten sonra onun evde olmadığını bilmeden yalnız şekilde uyuduğunu keşfetmiş olmak onu derinden sarsmıştı. Bu kadar rahat uykuya dalmak sevindirici olmanın ötesinde dehşet vericiydi. Böylesine umarsız olmasına sebep olan şeyi saatlerce düşünmüş, Burak'ın evde olmayan varlığının bile ona güven vermesi kadar anlamsız sonuca varınca da gözlerini sımsıkı kapatıp zorla uyumaya çalışmıştı.

Uyur uyanık, delik deşik bir uykunun kollarından kalktığında Burak'tan daha sarhoş haldeydi. Saat dokuzu geçmişken odaya sızmaya çalışan sonbahar güneşiyle açılan gözleri, kapanan ruhuna eşlik ediyordu. Aklına gelen ilk şey haliyle, neden böyle hissettiği ve dün geceden kabus gibi üstüne çöken Burak'ın alayları olmuştu.

"Sarhoş olduğu için bakıp gördüğünü karıştırdı desem, Duygu dedi, eminim. Hadi dili sürçtü desem, sıfat ekledi hırsız diye. Bu evde tek hırsız benim. Üstelik köprücük kemiğimde de ben var. Buz gibi benim bu. Bana mı aşık yani? Saçma gerçekten."

Örtüyü tekmelediği gibi duşa girdi ve ağırlık yapan ne varsa suyla akıp gitmesini diledi. Taşıyabileceğinden fazlasına ihtiyacı yoktu. İçinde Burak geçen yeni dertlere yelken açmak ise ölmeden önce yapılacaklar listesinde son sıralarda bile yer almıyordu. O da çoktan uyanmış, işe gitmiş olmalıydı. Saçlarını düzleştirmek istese de üşendi, karnı da acıkmıştı. Onunla hatırlamayacağı itiraf sabahında karşılaşmayacak olmak karışık duygularını ahenkle bir düzene sokmak için yerinde olurdu. Akşam eve geldiğinde de artık geçen zamanla soğurdu bu tatsız aşk şakası.

Tüm bu düşündüklerinin ortasında Duygu'yu yerinden sıçratan adam bir saat kadar öncesinin üzerine karabasan gibi çökmeyi becermişti. İşe gitmek için uyanamamıştı demek ki, üstelik onu gördüğüne memnun olmadığını bağıran yüz ifadesi de cabasıydı.

Sen hatırla; ama olur mu? dedi bir de. Aklımdan çıksa hatırlayacağım.

"Ne işin var senin burada?"

Buyur buradan yak.

İstenmiyordu işte. Ona git dememişti; ama gitmesi vicdan yükünü almıştı belki. Sabahın dördünden sonra eve Hülya geldi, şu anda yatak odasında derse bir de, fayansa düşüp bayılırdı.

"Olmamalı mıydım?"

Başka yerde olma. Hep burada ol.

"Ne zaman geldin yani? Gitmiştin."

"Gece geldim."

Gece mi? Gece çok uzun.

"Gece ne zaman geldin?"

"Ne bileyim, gittim üç dört saat sonra da döndüm. Niye sorguluyorsun bu kadar? Gitmemi istiyorsan giderim."

Üç dört saat sonrası gece bire ikiye denk geliyordu. Burak bu bilgiyi sindiremedi. Kendisi konuşmaları hatırladıkça saat üçü geçtiğinde hala eve gelmediğinden emindi. Onu yatak odasına çıkaran, ayakkabılarından kurtaran kişi Duygu'ydu o halde. Söylediklerini söylemiş miydi peki? Eylem ve Teoman o kadar ısrar etmişlerdi ki ona açılması konusunda açılmış kadar olmuştu belki. Olası bu konuşmayı aklından geçirip durduğu, ondan başka bir şey düşünmediği, Cihan'la birlikte neler yaptığını hayal etmemeye çalışmaktan kafayı yediği için aşk itirafı yaptığını canlandırması kesinlikle normaldi. Duygu hiç de aşk itirafı almış bir kadın gibi sırıtmıyordu karşısında.

"Gitme tabii. Hoş geldin. Eline sağlık. Bir şeyler atıştırıp çıkayım ben hemen. Geç bile kaldım."

Ne yedi yemedi farkında değildi Burak, aklı ablasına mı gitse kardeşinde mi kalsa sadece midesine masada her ne varsa onlardan gönderiyordu. Duygu'nun omzuna dokunmasıyla irkildi. Omzuna dokunduğuna göre, aşık olup olmadığının teyidini mi isteyecekti?

"Affedersin. Bir çay daha içer misin diye sordum. Duymadın. İçer misin?"

Ya da Burak aklına veda ediyordu. Bir temas ona pek kıymetli, çok sevdiği beyin kıvrımlarına mal olacaktı. Duygu buharlı ütüyü son ayara getirmiş ince ince çalışıyordu üstünde.

"İçmem. Gidiyorum. Sen evde mi olacaksın?"

"Burak açık açık konuşsana."

Sıçtım. İtirafı itiraf et diyor. İnkar sonuna kadar...

"Ne açık konuşması ya? Neden bahsediyorsun?"

"Gitmemi istiyorsan söyle. Ben gittim diye Hülya'yla sözleştin falansa ve şimdi de geldim diye git diyemiyorsan açık açık konuş."

Ben kalp krizi geçirmeden bu evden çıkabilecek miyim Tanrım? Aşık olduğumu söylemedim, değil mi? Bir işaret çaksan?

"Biz ayrıldık onunla. Geleceğinden haberim olmadığını söylemiştim dün. Görüşürüz akşam."

"Ayrıldınız mı? İyi de neden?"

"Çıktım Duygu. Oyalama beni artık. Soruların varsa akşam konuşuruz."

Oldu mu şimdi? Meraktan çatlatacaktı kadını. Niye ayrılmışlardı? Yoksa Duygu evden kovduğu için mi? Burak'a tekmeyi basmıştı da o yüzden mi çok içmişti? Üzüntüden... Duygu sarhoş değildi; ama acaba hislerine ad veremedi diye olmayacak hayaller mi görmüştü ya da duymuştu? Duygu diye bağırmıştı. O da mı hayaldi? Onu görünce gülmüştü. Üzüntüden hiç olmadık görüntüleri gerçekmişçesine hayatına katmaya başlamıştı galiba.

"Eyvahlar olsun. Neredeydi peki bu adam Hülya'ya gitmediyse? Ne diye ayrıldılar şimdi bunlar? Sebep benim kesin. Akşam haşlayacak beni. Neden geldim ki eve?"

Duygu tüm gün içi başka dışı başka şüpheyle avare gibi dolaştı evin odalarını. İçine sorsa Burak ona aşıktı ve Duygu'nun iki sevgiliyi bir arada görmesinden sonra kopardığı fırtına ise kıskançlıktı. Dışında tam bir inkar sürecine giren bünyesi, Cihan'ın yanında dün gece bulamadığı huzur eklenmiş haliyle Burak'a karşı his beslediğine ikna edecekti neredeyse kalbini.

Tüm bu şüpheler; o kaygısız, olumsuz olayları saniyesinde geride bırakma konusunda uzmanlaşmış kadına ağır geliyordu haliyle. Evden atıldıktan sonraki hayatı boyunca Cihan'a duyduğunu aşk sanması, yıllarını o gönül zengini adamla geçirirken bundan gram şüphe duymaması, Burak'la sekteye uğramıştı. Minnet çatışması yaşıyordu ve dün geceki itiraf, bu çatışmayı yangın yerine çeviriyordu sanki elinde körükle.

Elinde sırayla okşadığı iki kediyi de yere bıraktı. Daha önce hiç yapmadığı bir şeyi yaparak Burak'ın odasına çıktı. Yatak dağınıktı. Onu topladı önce. Giysi odasında yer gök kendi tarafına konulmuşlar dışında kıyafetle doluydu. Burak'ın kokusu sinmiş bu odada tek tek toplamaya başladı onları. Bazıları bu sabah işe giderken tercih edilmeyerek biraz bozulmuştu, bazılarının kesinlikle kirli sepetinde olması gerekiyordu.

"Sanki banyo için fezaya çıkacak. Ne var sanki üstünden çıkardığını yıkanacaklar arasına atıversen?"

Cihan ona pek iş bırakmazdı evde. Yemek zaten başlı başına dışarıdan söylenmesi zorunlu kanun hükmünde kararname niteliği taşıyordu. Yaptığı bir çay vardı bir de titiz yapısından kaynaklı temizlik ve ütü. Kolalı gibi yaptığı gömlekler Cihan'ın çaydan sonra favorisiydi. Bu eve haftada bir kez kadın geliyordu; ama dün gelen kadın ütüye zaman bulamamış ya da biriktirmek istemişti galiba.

Gerekli düzenlemeleri yaptıktan ve elindekileri makineye attıktan sonra buharlı ütüye su koyarak çalıştırdı. Kendini, üzerinde kayan ütünün sıcak varlığıyla kumaşların dümdüz olan görüntülerine kaptırdı. Ardı ardına neşeli şarkılar söylerken bu hayatı hep bu şekilde yaşamak isteyebileceği düşüncesi çok derinlerden, toprağa ekilen bir tohumun filiz vermesi gibi yeşermeye başlamıştı. Duygu bihaberdi.

Galeriye her zamankinden geç giden Burak, gördüğü kalabalıkla şaşkına döndü. Yoğun bir programları vardı da haberi mi yoktu? Haşim abiye el ettiğinde anında müşteriden izin isteyen adam Burak'ın yanına seğirtti.

"Neredesin oğlum sen? Yoğunuz bugün. Işığı gören gelmiş gibi. Üç tane Ferrari isteniyor."

"Duygu ne temiz kalpli böyle."

"Dua mı etti bizim işler açılsın diye? Yani çok şükür zaten iyiydi de üç Ferrari de yani, seneyi kapatır."

"Nasıl bir dua bir bilsen... Geldiğinde müşteriyi arama. Duygu sürecek önce."

"Tamamdır. Hadi sen de şu tarafla ilgilen."

"İlgileneyim abi de, birini bekliyorum. Aysun Çetin diye gelen kadını ben görmezsem sen odama alıp bana haber verir misin?"

Anlaştıkları anda, gözü kapıda bir müşteriyle ilgilenmek hoş olmaz diye kapıya sırtını döndü. Geçen bir saatte iki araba da o bağlamışken bunu Duygu'nun kısmetine bağladı. Hatta buraya onu ilk getirdiğinde primle çalışıp çalışmadığını sorduğu o an aklına gelince gülümsedi. Bugün dünyanın primini kazanmıştı. Tam çay almak için mutfağa giderken adının seslenildiği tarafa döndü.

"Burak Bey, merhaba."

Aysun Çetin gelmişti. Duygu aklına gelince diğer kişiler dünya üzerinden silinmişti o anlık. Gelen kadın soğuk duş etkisi gösterdi bu yüzden, nasıl çoktan aklından çıkmış olabilirdi ki? Ağır ağır yürürken elini uzattı ona doğru. Kadının anlatacak neyi vardı, Burak neyi ne kadar duymayı bekliyordu, az sonra ak koyun kara koyun belli olacaktı. Bildiği bir şey varsa Duygu bir şey yapmamıştı.

Kadını odasına aldığında rahatsız edilmek istemediğini, sadece içecek getirmelerini söyledi. Bol suyu da ekledi. Dili damağı kuruyacak hissi ele geçirmişti böbrek üstü bezlerini. Ağzı laf edecek tarafta olmayacaktı belki; ama insan duyduklarıyla ne hallere gelirdi.

"Buyrun Aysun Hanım, sizi dinliyorum."

"Duygu, babamız öldüğünde sadece altı yaşındaydı. Ben onu yanıma aldığımda yani. Ben yirmi yaşındaydım ve bir yıl önce evlenmiştim. On dokuz yaşında, babamın rızası olmadan, mecburen evlendiğim bir adamdı."

"Anneniz peki? Boşandılar mı?"

"Duygu hiçbir mi bir şey anlatmadı size? Annemiz onu doğururken öldü."

Burak sorduğu soruya da aldığı cevaba da lanet etti. O sormamıştı ki, ne anlatacaktı Duygu ona?

"Sadece tek başına olduğunu söyledi, Bir kardeşinin bile olmadığını. Benim için bu yeterliydi."

Ablası anlıyorum der gibi kafasını aşağı yukarı sallamaya başladı. Su içerek bir süre bekledi. Burak belki etrafı inceler, odaya değer biçer diye beklese de kadın beklediğini vermedi ona. Yüklü bir çek için değil, kardeşi onun tarafından nasıl haksızlığa uğramış onu en ince detaylarıyla anlatana dek susmayacağı belli olmuştu adama göre. Nitekim anne, babasının o çok küçükken göçüp gitmeleri başına gelen en hafif travmaydı.

Aysun Çetin kendinden yedi yaş büyük Muarrem Nazlı'yla çıkarken her şey toz pembeydi. Üniversiteye hazırlanan güzel bir genç kadındı. Evlilik vaadiyle kandırılmaktan çok, istemediği halde, boşandığı kocanın şantajıyla bu evliliği yapanlardandı. Onunla birlikte olmuştu ve süregiden ilişkilerinde adamın sadakatsizlikleri onu bezdirince ayrılmak istemişti. Defalarca özür dileyen Muarrem, bu şekilde ikna edemediği kadını birlikte oldukları zaman çektiği videoyla ikna etmekte gecikmedi. Babası hasta değildi o zaman. Eğer hasta olsaydı ya da ölüme yakın olduğunu bilseydi asla bu şantaja boyun eğmezdi; ama babasının başını yere eğmek istemedi.

Evlendikten sonra büyük değişim gösteren adam karısına ilgi gösterdi, onu sevdiğini her yolla dile getirmeye başladı ve Aysun Çetin insanların iyi yönde değişebildiklerinin en önden şahidi oldu. Bir yıl sonra kardeşini ortada bırakmak istemeyen kadın kocasının da desteğiyle onu yanına aldı ve kendi kızı gibi, küçük annesi gibi onu büyütmeye başladı. Daha sonraki yıllarda iki çocukları oldu. Durumları iyiydi. Maddi sıkıntı nedir bilmeden geçiyordu günleri. Bu cömertliği sadece kendi ailesine de değildi. Öksüz, yetim yanına aldığı küçük baldızının hayatı televizyondaki zenginlerden farksızdı. Her şey zorla evlenen bir kadına göre rüyalarında görebileceği kadar güzel gidiyordu.

Ta ki, o rüya kabusa dönüşene kadar...

Duygu büyüdükçe ona abilik yapan adamın davranışlarında on üç, on dört yaşından sonra bariz art niyet sezdi kadın. Onu kocasının sapık zihniyetinden korumak için katı davranmaya başladı ona. Her yıl başarıyla bitirdiği sınıflar, sanat, sporda gösterdiği yetenekler boy uzunluğu ve serpilen vücudunun gerisinde kalmaya başladı.

Mini şortlarla voleybola gitmesini engelledi önce, kocasının ağzının suları kardeşinin pürüzsüz, sütun bacaklarına damlamasın diye.

Babasının öğrettiği piyanoyu çalmayı ilerlettiğinde, piyano çalmayı onun için öğrendi kocası. Minik kardeşinin yanına her oturduğunda, ona hayran bakışları altında, yanlışlıkla temaslar başladı. Çok sevdiği, dört elle sarıldığı aile yadigarı olan yeteneği yasakladı sonra. Piyanoyu sattı.

Ablasının ona kötü davranışlar sergilediğini düşünen Duygu, eniştesinin ona kadın gözüyle baktığını kırk yıl düşünse aklına getirmezdi.

İlginin çoğunu Duygu almaya başladı ve ablası bunun sonucunu kestirmede geç kaldı. Odasında ders çalışmaktan başka serbest bıraktığı tek şey yemek yemekti adeta. Merakla pişirilenleri öğrenmek için mutfağa her girişinde, artık kız kardeşi evdeyken evde olan kocası yüzünden odasına kovuldu. Basit bir kıskançlık, Duygu'ya eziyet değildi hiçbiri. Göndereceği bir yeri yoktu. Anne babasından kalan, kendi yapamadıklarını müsaade edilse bin misli yapabilecek kanı, canıydı.

"Siz ne anlatıyorsunuz bana? O herif bunları yaparken sadece Duygu'ya yasak getirmişsiniz."

"Gözüyle görmezse istemez sandım. İleri gitmez diye düşündüm."

"İleri gitmez diye mi? Ne demek ileri gitmek?"

Bu sorudan sonra anlatılanlar Burak için yerinde duramayacağı kadar işkence yüklüydü. Önce masayı, sonra vitrini, sonra raflarda her ne varsa kırdı, döktü.

"Tecavüze uğrayan kardeşinizi evden kovmak ablalık mı? Sapık bir adam ona dokunmasın diye, sokakta aynı şerefsizlerden onlarcası olan yerde çaresiz bırakmak mı? Babaannesinin eve almasını neden engellediniz?"

Odaya ne olduğunu anlamak için giren Haşim Bey'i kaşıyla gözüyle çıkardı odadan. Burak'ın feryat figan bağırmasını, hatta daha fazlasını göze almış olan kadın, ilk kez o zaman dikkatle baktı odaya. Taş taş üstünde kalmadı tabiri bu oda için betimlenmişti. Ağlamak çare değildi geçmişi değiştirmek için; fakat gözyaşları görüşünü engelliyor, konuştuğu adamın öfkesi onu aşırı korkutuyordu. Ancak geçen iki hafta bunu göze alıp alamayacağını düşünerek geçmişti. Her şeyi tüm çıplaklığıyla anlatmadan buradan gitmeyecekti.

"Aramak istemedim. O adam mecbur bıraktı. Duygu'yu akrabalardan birisi almazsa bize döneceğini, istismara devam edebileceğini düşündü galiba."

"Bunu öngördüğünüz halde onları aramanız, o masum kıza iftira atmak insanlık suçu resmen. Nasıl nasıl nasıl?"

"Dedim ya, elinde yıllar öncesinin videosu vardı hala. Babam öldükten sonra evlenmezdim demiştim, bu olay olduğunda da çocuklarım vardı. Tüm sülaleme göstermekle tehdit etti beni. İnsan çocuğu olduğunda o çaresizliği daha iyi anlıyor. Duygu masum. İlk doğduğu günkü gibi. Öyle başarılıydı ki, sağlık lisesindeydi. Doktor olmak istiyordu. Ben dedemleri arayıp ona iftira attıktan sonra yemin ederim, çıkıp aradım. Geç kaldım. Okuluna devam eder diye her gün gittim, yoktu. Sizin zengin olmanız sadece düğün haberini gazetede görmeme vesile olduğu için işime yaradı. Beklentim yok sizden. Kardeşim beni affetsin, bana ablacım desin o güzel sesiyle, daha büyük zenginlik olamaz benim için."

"Duygu hemşire şimdi. Yüksek lisans yapacak. İyi ki, kovmuşsunuz evden, yaşadıklarını kahrolarak söylüyorum; ama iyi ki yaşamış. O kış, sokakta üç gün üç gece kalmış olmasaydı, ben tanıyamazdım onu. Duygu Özcanlar olmazdı. Beni istemezdi. Ben yetersiz kalıyorum ona. Bunun için teşekkür ederim."

"Üç gece mi? Kardeşim benim, affet beni."

"Nerede bu adam şimdi?"

Sessizlikle geçen uzun bir aradan sonra bu soruyla gergin bir çarşafa atılan makas gibi bölündü ortam. Dağıttıklarını dağıtmaya doyamayan Burak, o adam, karşısında olsa öfke kontrolü için ondan geriye saymayacağını çok iyi biliyordu.

"Başka bir kadınla evlendi geçen yıl."

"Medeni durumunu sormadım size. Nerede bu orospu çocuğu? Adresini verin bana."

"Evini bilmiyorum; ama çocukları bizim yaşadığımız evden alıyor. Geleceği günü söyleyebilirim."

"Pedofili birine, o sapığa, uğurlarında bir genç kızın hayatını kararttığınız evlatlarınızı mı emanet ediyorsunuz?"

"Onlara karşı öyle değil. Ben Duygu'ya karşı o hisleri nasıl besledi anlamış değilim. Çocukken geldi bize. Asla aklıma gelmezdi."

"Evlât sizin evladınız, kiminle görüştürdüğünüz sizi ilgilendirir; ama Duygu da benim karım ve bu sapık adam bir daha on altı yaşındaki bir çocuğa parmağının ucuyla değmek için kaldıraç kullanmak zorunda kalacak. Umarım sizin kızınız on altı yaşında değildir. Telefonunuzu bekleyeceğim. Şimdi gidebilirsiniz."

Aysun Çetin'in kelimeleri tükenmişti vicdan azabının ruhunu emip tükettiği gibi. Bundan sonrası için bekleyecekti. Kardeşinden ona doğru gelecek bir adım için haddi olmayan pek çok şeyi anlatmıştı kocasına. Eğer uygun görseydi belki Duygu da tüm gerçeği anlatırdı. Yaşadıklarıyla kabul görmemek kadar onur, gurur kırıcı bir şey varsa eğer o da neyi neden yaşadığını bilme ihtiyacı gütmeden yargılayan insanlardı. Burak Özcanlar öyle değildi. Kardeşinin kocası, onu sevmek için travmasız geçmiş şartı koşmamıştı ona. Şimdilik bununla yetinecekti. Sonrasını zaman gösterecekti.

Geçmişini bilmeden onu gözünün gördüğü ilk eylemle yargılayan Burak ise abladan oldukça farklı kulvarda seyrediyordu. Kadın odadan çıktı; ama o sandalyesine gömüldü. Öyle olmalıydı, çünkü odada saatlerdir akan gözyaşlarına üzerine atılan toprak karışmıştı ve ağzına çamur tadı geliyordu. Midesini daha fazla göz ardı edemeden odadaki tuvalete koşturdu. Kıvırcık neler yaşamıştı? Ailesini kaybetmiş, yaşamaya devam etmişti. Çocuk yaşta istismar edilmiş, hırsız bir adama nefesim demişti. Yaşama sevincini, alaycılığını, şaka kabiliyetini, cesaretini, o çocuksu neşesini, zekasını, onu Duygu yapan her neyse bir an bile yanından ayırmamıştı.

"Ölmek üzereyken bile..."

Ondan öğreneceği çok şey vardı, ona öğreteceği çok şey vardı. Yemek yapmak istiyordu onunla, yastık savaşı, sigara içmek, konuşmak, öpüşmek, sevişmek... Öncelikle mutlu edip yüzünü güldürmek...

Klozetin dibinde telefonla Merve'yi aradı. Sonra Eylem ve Teoman'a haber verdi. Bir hafta sonra Cihan onu öldürse de tam doğum gününde kocasının yanında olacaktı Duygu. Her yıl gerçekleşmeyen o dileği her neyse bu yıl gerçekleşecekti. Söz verdi kendi kendine.

Akşam normal iş çıkışında eve geçti. Bugünkü konuşmayı bir süre içinde tutacaktı. Mutfakta ocak başındaki Duygu onu fark etmeden sallana sallana tenceredeki her neyse onu karıştırıyordu. Arkasından sokulup elleriyle belini saramamak, burnunu o saçlardan mümkün olduğunca boynuna daldıramamak tepeden tırnağa uyuşturdu adamı. Selam vermekle yetindi.

Duygu çamaşır, ütü, temizlik, yemek kıskacında bir süre oyalanmış, ayrılık sebebi olarak kendisinden başka suçlu bulamamıştı. Akşam konuşuruz diyen adam karşısında hapur hupur tıkınıyordu. Duygu aksine iştahsız, suratsız oturuyordu karşısında.

Duygularımı ne zaman anladın ki, şimdi anlayasın? Hıyar.

"Eline sağlık, çok güzel olm... Senin benden önce bitirmen gerekmiyor muydu yemeğini?"

"Sevgilini elinde niye tutamadın?"

"Tutmak istemedim. Bu nereden çıktı şimdi?"

"Akşam konuşuruz dedin ya."

"Bugün yeterince konuştum galeride, bilmeni gerektirecek kadar önemli değil bizim ayrılığımız. Yeterince sağlam değilmişiz demek ki, bitti."

"Benim yüzümden mi?"

"Senin sayende diyelim... Duygu bak, ben... Hülya'yı sevdim. Yeterince sevilmemişim, olan bu. Kapatalım burada. Yemeğini ye, dedeme gitmemiz gerek."

"Ben bugün konuştum, iyiydi. Bir şey mi olmuş? Hadi gidelim."

Çoktan ayaklanan kadını zor oturttu yerine. Basit bir misafirlik olduğunu anlayınca bitirdi yemeğini. Mutfağı beraber toplayıp yola koyuldular. Dedesinden aldığı kediyi görmesi için yanına alan Duygu adamın kalbini bir kez daha kazanmakta gecikmedi. Her hareketi artı puan olmak zorunda mıydı? Duygu'ya açılıp açılamadığı hala soru işaretiyken Cihan'a gidip neden döndüğünü sormak tüm gün duyduklarından sonra aklından çıkmışken ona çekilmek, üzerine ardı ardına atılan toprak etkisiydi.

"Güzel haberleriniz var mı bu yaşlı adam için?"

"Var dede, işler gayet iyi bu ara. Bir hafta sonra Duygu'nun doğum günü, Merve Tuzla'daki villada kutlamak için organizasyon yapıyor. İznin var mı?"

Satılan Ferrarilerin hesabını tutamıyoruz.

Duygu inanmazca Burak'a bakarken dedesinin güzel haber derken gerçekten bunu mu anladığını yoksa anlamazlığa mı vurduğunu çözemedi. Kendi doğum günü kutlamasından şimdi haberi oluyordu ayrıca. Müsait miydi randevu defteri bakalım?

"Gidin oğlum bana ne soruyorsun? Villa duruyor otada. Ben işini gücünü sormadım. Yeni müjdeli bir şeyler sordum."

Burak Duygu'ya döndü soran gözlerle.

"Dedem daha yüksek lisans yapacağım, unuttun mu?"

"Kaç yıl bu yüksek lisans?"

"İki yıl ya da erken bitirirse bir buçuk yıl falan."

Dedesini yanıtlayan torunu oldu.

Saf gibi cevaplıyor bir de. Dedem bu yılı neden soruyor düşünsene be adam.

"Oo, iki yıl öyle, bir yıl öyle, çocuk yapın öyle okusun gelinim."

Duygu eli belinde kafasını sağa sola sallarken ona bakan Burak, perşembenin gelişini çarşambadan bile anlamadığı için hayıflandı. Her ne kadar Duygu yüksek lisansı bahane olarak kullanmış olsa da Burak onunla bir çocukları olsa neye benzeyeceğini düşünmeden edemedi.

O düşüncelerle geçen birkaç saatin ardından eve geçtiler ve her ikisi de dün geceden ne kadar az bahsederse yaşanmamış olacağına inanıyor gibiydi. Duygu itirafı unuturdu, Burak o itirafı yapmadığına emin olurdu. Emin olmaları gereken ortak bir his vardı aralarında, gözle görülmeyen, elle tutulmayan; ama kalplerinden geçenin adını sesli dile getirmeye korktukları aşktı ortalarında asılı duran.

Birbirlerinden habersiz geçirdikleri günler ve bir arada olmaktan üstün çaba ödülüyle kaçındıkları geceler bir haftayı kazasız belasız geçirmelerine yardım etmişti. Cihan Duygu'daki değişimleri görüyor, sadece üstüne gitmiyordu ki, kendi çözdüğü vakit daha kıymetli olacaktı her duygusu. Sahip çıkılması için çaba gerektiren her duygu değerliydi; ancak aşkın yerini ne tutabilirdi?

O sabah Cihan'ın kutlama mesajıyla gözünü açan Duygu, yirmi dört olduğuna inanamıyordu. Bu götten bacaklı, kafadan kontak dünyada yirmi dört yaşına kadar gelebilmiş, hemşire olmuş, sevmiş, sevilmiş, evlenmişti. Kim sevmiş, seven diğer sevenle mi evlenmiş takmadı. Anın tadını çıkaracak, kahvaltıya çağıran Cihan'la kutlayacaktı bugünü. İkinci hayatının içinde yer alıyordu on altısından sonraki her yaşı. Tam kapıdan çıkarken Burak seslendi.

"Haber vermeden mi çıkıyordun?"

"Uyuyorsun sandım. Mesaj atacaktım."

"Cihan'a mı?"

"Evet, akşam için beşte burada olurum. Yeterli mi?"

"Sen ne zaman dersen o yeterli. Biz gitmeden doğum günü olmaz, merak etme. Doğum günün kutlu olsun."

Bir hediye beklemiyordu elbette ondan, ama yine de her yıl bugünü kutlayan sadece Cihan'ken farklı ve fazladan bir kişi sevindirdi onu. Ne dibine sokulmuştu Burak ne de sarılmıştı. Duygu'nun içinden ikisini de yapmak geçti. Yaptı da. Dibine kadar sokulup ellerini beline sardı. Başı bir süre sert göğsünde durdu. Kendini biraz geri çektiğinde uzanıp yanağını öptü.

"Teşekkürler. Görüşürüz."

Görüşür müyüz? Azrail çok darılmaz umarım gitmedim diye.

Tüm gün kalan hazırlıklarla ilgilenen Burak, yapacak bir şey bulamazsa çıldıracağını bildiğinden ota boka sardı. Eylem ve Teoman'a sabırlar diletti. Onların da diline doladığı küfür'leri faiziyle geri aldı. Villaya önden giden Merve için her şey cehennemin ekran görüntüsü gibiydi. Burak onu da darlamıştı. Atilla'ya hala sinir oluyordu ve Merve bir de buna laf yetiştirmişti. Bir Hülya meselesi vardı ki, onun ne yeri ne zamanıydı.

Eve varan Duygu bir hafta içinde her gündüz gelişi gibi bugün de üstüne koyduğu fazladan bir dakika sonra girebildi eve. Cihan gelip dudaklarına uzanmaktan vazgeçtiği kadının alnını öptü. Son üç yıldır her soygun sonrası arabada seviştiği kadın değildi Duygu artık. Bu gelişme aralarında bir kez bile konuşulmadan gelip yerleşmişti ikisinin ortasına.

İki farklı çift, ortak payda Duygu'ydu. İki çiftin arasında asılı duranlara isim verebiliyordu Duygu birkaç gündür.

Minnet ve aşk. Hangisi hangisiyle, yer değiştirmek isteyeceği kadar emindi. Buraya her gelişinde Cihan'ın bileğine takılı pranga gibi hissediyordu kardeş aranmaya gidilip bulunamadığından beri. Cihan henüz ona kırıcı bir laf etmemiş olsa da, çok yakında ondan nefret edecekti, hissediyordu. Nefes olduğu kadının düğüm olmuş kalbini er geç fark edecekti. Hakaret mi eder, hayalkırıklığı mı yaşar, hangisi daha kötüydü, katlanılması en ağırıydı o da seçemiyordu. Şüphe içini kemirmeye başladığı o andan itibaren kaygısızlık yerini diken üstüne oturmaya, her an Cihan tarafından sadakatsizlikle suçlanmanın beklentisine bırakmıştı yerini.

"Pastayı sevmediysen yemek için zorlama kendini küçüğüm."

"Ne? Ha! Yoo, çok sevdim. Kahvaltı çok doyurucuydu, eline sağlık."

Kahvaltıyı da didiklemişti böyle. Üstelemedi. Geçen yedi doğum günü tıka basa kahvaltı üzeri yarım pasta yiyen kadın aşk orucuna girmişti. Hakkını verdiği tek şey çay içmek oldu. Bir de sigara... Vakit geçirmek için film izlemeyi teklif etmesi Cihan tarafından kabul görünce suçluluk duygusu geldi çöreklendi yüreğine. Duygu böyle biri değildi. Cihan onun için her zaman arzuladığı bir erkek olmuştu ve şimdi göğsüne başını koyduğu, onun saçını okşayan adam sevgili olmaktan çok uzaktı. Abi de diyemezdi; hala en yakınıydı; ama ailesi değildi. Evde başka bir insan olmadan uyuyabildiği tek yer Burak'ın evi olmuşken Cihan'a ümit vermek kişiliğine aykırıydı.

"Güzeldi, değil mi film? Romantik komediydi aslında, sen niye ağladın hiç anlamadım. Ben bir yeri kaçırdım kesin."

Cihan şakaya vurarak yine yanındaki küçük kadını rahatlattığında onun filme değil hissettikleri karşısındaki çaresizliğine ağladığını biliyordu; ama Duygu haksızlığın en hasını kendisine yaptığını henüz bilmiyordu.

"Adet olacağım sanırım, olmadık şeylerde hassaslaşıyorum. Cihan birlikte olmak ister misin?"

"Bu teklifi niye yapıyorsun Duygu? Borcun mu var bana?"

Kadını omuzlarından tutup kendinden uzaklaştırdı. Gerilen çenesi, çatılan kaşları Duygu'nun yanlış konuştuğunu çok net belli ediyordu.

"Ben düşündüm ki..."

"Sen düşündün ki, Cihan döneli çok oldu, yatmamız lâzımdı şimdiye kadar; ama neden yatmıyoruz?"

Duygu sorsa bu kadar doğru soramayabilirdi. Hayatında bir şey eksikti. Cihan'la seks yapmak onun yanında olmanın promosyonu gibi geliyordu şimdi gözüne. Bedava diye geri çevrilemeyen, ancak gerçekte belki de hayatında gereksiz olan tek şeymiş, ucuz, olmasa da olurmuş gibi...

"Seni kırmak değildi niyetim. Eğer istiyorsan..."

"Duygu sen ne istiyorsun? Vücudunu seviyorum, bana verdiğin her sefer istedim; ama sen vermek istiyor musun artık? Dürüst ol. Cesur ol. Her zaman olduğun gibi."

"Benim kafam karışık Cihan. Sahte bir evliliğe anlam yüklediğimden değil, Burak her gün beni sinir ediyor, deli ediyor, bazen dünya iyisi, çoğunlukla hıyar; ama kocam. Sahte de olsa bir nikah var ortada. Yakıştıramıyorum kendime. Anlatabiliyor muyum?"

"Elbette. Çok iyi anladım. Kararına saygı duyarım. Savaşma kendinle. Kendin için ne doğruysa onu seç. Kalbin sana benim elimi tutmanı söylediğinde onu dinlediğin gibi, kulak ver yine ona. Cihan ne der, Burak ne düşünür takma bunları. Duygu ben seninle bir gün sevişirim diye almadım seni sokaktan, sen de bunu anlıyorsun, değil mi?"

Ne istediğine karar vermesinde etkili olabilecek cümleleri özenle seçmişti Cihan yine. Duygu'nun ona minnet duyduğu şüpheye yer bırakmayacak şekilde açıktı. Onun bu çaresizliği içine dokunuyordu. Mutlu olsun, hep gülsün, sevsin sevilsin... Burak hıyarı ne hissediyordu geldiğinden beri onu düşünüyordu.

"Burak kız arkadaşıyla ayrılmış. Benim yüzümden değilmiş. Yine de suçlu hissediyorum kendimi. Hepsi yapmak zorunda olduğum bu aptal evlilik yüzünden. Seni dinlemediğim için."

Düşünceleri an itibariyle son buldu. Burak da âşıktı küçüğüne. O yüzden engellemişti onu. Duygu'nun hisleri olup olmadığını anlamak içindi her şey. Cihan giderken araları sevgili olduklarını sanan Duygu için netti, aşktı. Dönmediği sürece Burak onun kendisine aşık olmasını sağlayamazdı, çünkü Cihan'a toz kondurmayan bir Duygu çok tehlikeli olabilirdi. Ne zaman ki, döndü Duygu ilk gece bile kalamamıştı onunla. Hülya'yı deli gibi kıskanmış, ayrılmalarında en etkili rolü üstlenmişti.

"Bitecek bir ilişki tek bir sebeple bitmez küçüğüm. Belki hızlandırdın ona bir şey diyemem; ama sağlam olan bir şeyi sen tek başına yıkmadın. Üzülme sakın."

Biz de sağlamız, tek fark minnet... Aşkı yenecek kadar güçlü değil.

Saat beşe gelirken Burak arayıp attığı konuma gelmesini söyledi. Boşu boşuna yol yapmasını istemedi. Kendisi gelecek ve onunla buluşacaktı. Burak yaklaştıkça Duygu'nun ruh halinde iyi yönde gelişme olmaya başladı. Konuma yaklaştıkça radyodan seçtiği şarkılar hareketlenmeye başladı. Nihayet önlü arkalı gitmeye başladıklarında dans ediyordu Duygu arabada. Tuzla'daki villanın önüne gelene kadar her şey yolundaydı aslında. Burak kapıyı açıp da ova kadar geniş girişe ayak bastığında üç ay öncesine gitti.

Yakalanması, Burak'ın boynuna dolanan kolu, saçına uzanması, ateşlenen silah, kanlar... Kanları kendi elleriyle silmişti, tek zerresi kalmamıştı; ama o tarafa bakınca titredi bedeni. Niye buraya getirmişti onu bile fikri yoktu. Kendi evlerinde yapsalardı keşke... Villa hatırladığından daha devasa, daha sessiz, daha ürkütücüydü sanki. Bir de daha ihtişamlı... Zengin...

"Bugün hırsızlık için burada değilsin Duygu. Unut o günü. Hadi gel."

Mutfak ve girişinden başka bir yerini görmediği villada salon olduğunu tahmin ettiği dört artı bir ev büyüklüğünde odaya girdiklerinde Duygu koltukları sayamadan hepsinin arkasından renkli balonlar çıkmaya başladı. Onlarla birlikte tanıdığı tanımadığı beş altı çift çıktı aynı yerlerden. Hep bir ağızdan doğum günü şarkısı çığırırlarken Duygu'nun gözleri Burak'a kaydı. Burada ne işi olabileceklerini sorgulamak aklına bile gelmemişti. Böyle büyük bir parti hayal etmemişti. Burak istemiş o yapmıştı. Ona itaat ederken içinden isyan bayrakları açmamıştı.

"Duygu, aşkım seni çok seviyorum. Yeni yaşında çok mutlu ol kocanla."

Burak gözlerini devirdi. Benimle diyemedi Eylemko.

"Teşekkürler Eylem. Sürpriz harika. Beklemiyordum."

"Aferin Burki, çaktırmamayı becermişsin."

Sırayla diğer çiftlerle de tebrik ettiler onu ve Menekşe ablanın oğlu olduğunu öğrendiği, onların düğününde yurt dışında olan Ömer ve kız arkadaşıyla tanıştı. Pasta geldi. Müzik açıldı, şampanya patlatıldı. Herkes bir köşeye çekilip iş, sanat, politika konuşmaya başlamadan önce Eylem bir fikir attı ortaya.

Her birinden otuz tane olan, altı ayrı renkte uçan balonu eşler popo, meme ya da her nereleriyle istiyorlarsa, el kullanmadan patlatacaktı. İlk bitiren çift istediği odayı seçecekti. Sadece iki yatak odasında çift kişilik yatak mevcuttu ve Eylem'in amacı bu gece Teoman'la kuzen gibi uyumamaktı.

Pişti oynayarak geceyi heba edemeyeceklerine göre isteksiz başlayan bu süreçte bir süre sonra Duygu ve Burak harici diğerleri heyecanlanmaya başladı. Onlar yavaş da olsa Eylemi kırmamk için balonları itinayla çekip, göğüslerine yerleştirip sıkarak patlatmaya başlamışlardı. Patlayan her balonla büyük salondaki herkes kahkahadan kırılırken devam eden yarışma artık eğlence aracı olmuştu. Eylem teklifi ilk yaptığında burun kıvıran herkes şimdi ucunda dünya kupası varmış gibi kıyasıya mücadele ediyordu. Çiftler seçtiği renkleri kovalarken başından beri işlerini hem gülerek hem de ciddiyetle yapan Duygu ve Burak aynı anda bağırdı.

"Sarı bitti."

Elleri havada çak yaptıktan sonra alkışlar eşliğinde kısaca sarıldılar. Nefes nefese kalan, ağzı kulaklarında, çok eğlendiğini belli eden karısını içinden bırakmak gelmeyen Burak kanepeye gitmeden belinden tuttu onu. Sanki mümkünmüş gibi onu daha öpülesi yapan, terden yüzüne yapışmış saçlarını eliyle geriye iten Duygu, hala tebessüm ederken ne olduğunu anlamaya çalıştı. Kesilmeyen tebrik alkışlarının Burak'ın kulağına öp öp öp diye tezahürat gibi gelmesi olası mıydı peki? Kalbi de olabilirdi böyle öp diye bağıran, durup kaç kaç eder parmak hesabı yapacak halde değildi. Matematik bildiğinden bile şüpheliydi Duygu'nun dolgun dudaklarına bakarken.

Kalbinin sesini dinlemese ayıp olmaz mıydı?

Burak'ın gözlerini takip eden Duygu baktığı yeri anlamada gecikmedi. Dudaklarını yaladı. Bir yandan onun tarafından öpülmenin nasış bir şey olacağını düşünürken bir yandan bunu zorla yapmamasını diliyordu. Herkes burada diye, içinden gelmeden; ama onun içinden geliyordu. O şekilde durmanın garipleştiği kadar süre geçince ilk uzanan Duygu oldu. Çekinik, ne karşılık alacağından bihaber, yine de arzulu...

Aldı. Burak kendine daha çok bastırdı onu. Buraya geldiğinde değiştirdiği kıyafet yerine giydiği beyaz tulumun açık bıraktığı sırtında dolaştı elleri. Nefesleri daha da hızlanırken Duygu bunun tuvalet dibinde Burak'ı kırmızıya boyamaktan bir kaç beden büyük ve gerçek bir öpüşme olduğunu biliyordu. Devamını kestiremiyordu; ancak o anı iyi değerlendirmeyi sevenlerdendi. Dudakları ayrılmadan çok kısa bir an önce ayakları sürüklenmeye başladığında gözlerini açtı ve çakmak çakmak olan kahverengi gözlerin muzipçe ona baktığını gördü.

"İkinci kattaki çift kişilik oda bizim Merve. Diğerleriniz ne bok yerseniz yiyin."