5 Temmuz 2019 Cuma

KALBİMİ GERİ VERİR MİSİN? 28. BÖLÜM


Sessizlik uzayınca Duygu, Burak'a aldırış etmeden banyodan ihtiyacı olan malzemeleri almaya gitti. Verecek bir cevabı olmayan insanların yapacak çok işleri olurdu. Düşünmesi için uykusuz kalacağı koca bir gece vardı önünde onu bekleyen. Büyük ihtimal öyle demek istememişti ve onda gözü olduğunu düşünmüştü. Hülya'nın yokluğu ikisi için ne anlam ifade edecekti ki yoksa? Üstelik Cihan varken...

Gözlerini sımsıkı yumdu, kafasını sallayıp saçma fikirler barındıran bulutları sise çevirdi. Sis çarçabuk dağıldı ve salona geri geldiğinde kanepeye oturmuş, kapalı gözlerle başını arkaya vermiş olan adamın yanına çöküp kuruyan kanları ıslak pamukla temizlemeye başladı. İrkilen adam yerinde doğrulunca üzerine eğilmiş kadınla alınları tokuştu.

"Of, koca kafalı. Dağıttın alnımı."

"Aaah! Yapma dedim ya."

"Minik ellerinle bana dokunma dedin, pamukla temas ediyorum, al bak."

Gülümsemesine engel olamayan Burak, itiraz edemediği gibi kendini işin uzmanının becerikli, hızlı minik ellerindeki ıslak pamuğa bıraktı. Elleriyle dokunup karnına kramplar sokmuyordu neticede. Duygu öyle inanmıştı en azından, üstemeledi. Öyle dikkatli ve öylesine güzeldi ki... Silkeledi başını aniden. Ağrıdığını da o zaman fark etti. Cihan sağlam çakmıştı doğrusu. Az hasarla kurtulmuş olduğuna şükretti.

"Aaah!"

"Üf üf üf üf! Acıttım mı?"

"Hayır, acıtmadın. Sen birinin canını acıtabilir misin ki?"

"Mallarını çaldığım kişilere sormak lazım."

"Öyle değil, fiziki olarak."

"Bilmem, denemedim hiç."

Bana tokat at desem, parmağının ucuyla dokunursun herhalde.

Temizlediği kanlardan sonra gazlı beze batikon döken Duygu yaranın etrafını temizledi. Sol gözünün etrafına yayılan morluğa bakarak birinin sağ kroşesi iyiymiş derdi normal şartlarda; ama Burak kapı çarptığını söylemişti. Nasıl bir arabanın kapısı bir seksenden fazla boya sahip olan bir hıyara çarpardı?

Aklı şimdi buna takıldı. Sırayla galerideki tüm arabaları gözden geçirdi hatırladığı kadarıyla. Özel sipariş üzerine geliyordu çoğu. Alayım da galeriye koyayım, yoldan geçen biri görür ve alır denilecek makineler değillerdi çünkü. O gün gördüğü hiçbiri bu etkiyi yapmazdı. Yeni gelen ne olabilirdi?

Yoksa?

"Haaaa!"

"Ne oldu?" Ölecek miyim?

Kadını hiçbir mimiğini kaçırmadan izleyen Burak, Duygu'nun tepkisine şaşırıp kaldı. Bilmediği bir dilde, alt yazısı da olmayan bir film gibiydi o. Meraktan ölüyor; ama anlamıyordu.

"Hiiiiç." Öleceğim meraktan.

Kapısı yukarı doğru açılan bir araba olabilirdi bu ancak. Galeride bugün çok güzel bir deneyimi kaçırıp kaçırmadığını merak etti. Keşke onu dinlemeyip gitseydi iş yerine. Belki deneme sürüşü yapmasına izin verirdi.

"Aklıma küfür ya."

Elleri Burak'ın yara olmayan her yerini kahverengiye boyarken ne yaptığının ayırdına varacak akılda değildi. Ne tür bir araba olduğunu sormasa çatlayacaktı. Burak da Duygu'da değişen bir şeyler olduğuna artık dudaklarına inen gazlı bezden sonra emin olmuştu.

"Duygu, makyaj mı yapıyorsun bana?"

"Ne? Ha! Burak Ferrari miydi seni döven araba?"

Yine bilmediği bir dil; ama artık aşina olduğu o masum bakışlar, saf haller, meraklı sorular...

Tam da aşık olunmalık. Belki de olunmuşluk...

Aklı onun birinden dayak yemiş olabileceğini kesmedi herhalde diye düşündü Burak. Zihni ona hangi tür bir arabanın kapısının vurduğuyla dolu olacak ki, o güzel aklını meşgul eden tahminlerinden birinde karar kılmış, daha fazla dayanamayıp sormuştu. Sarsılarak kahkaha atmaya başladı. Baş ağrısını umursamadı. Duygu'ya Hülya olmasa dedikten sonra gelen soru ancak ultra lüks bir arabayla ilgili olmalıydı zaten. Böyle bir doğallıkla iyi yaşıyordu Duygu bu kirlilikte doğrusu.

"Çatladın, değil mi sorana kadar?"

"Yok, çatlamadan sordum; ama çok merak ediyorum, ne var? Söyleyene kadar çatlatacaksın beni."

Gereksiz batikonladığı yerlerde iz kalmasın diye, hemen sildi yüzünü adamın. Sorunun cevabını beklerken aynı anda pek çok iş yapabilen biri olarak boş boş durmadı. Sonra krem sıktığı iki parmağını yavaşça yaraya sürmeye başladı.

"Ferrari dersem ne yapacaksın?"

Duygu kremli elini bastırdı morluğa. Hafif şişen etinin çok acıdığına bahse girerdi.

"Yavaş, ne yapıyorsun ya?"

"Ne yapacağımı sormadın mı?"

Küfür. Nerede benim antiDuygularım?

"Sattık arabayı. Evet ferrariydi."

Tekrar bastırdı aynı yere elini.

"Duygu, yeter ama."

"Bu da Ferrari dediğin içindi. Sözümü tutarım ben. Kalk kanepeden. Bir şeyin yok. Alt tarafı basit bir morluk. Şöyle şanınla bir yumruk yemiş bile değilsin. İlkokul bebesi gibi, başkası olsa yalan sanar, o kadar vasatsın."

"İyi ki sen yalan sanmıyorsun, yoksa ne yapardım? Şanslıyım."

Yumruk yediğimi söylesem omzuna alacak beni, şansıma tüküreyim.

"Senin biriyle kavga edebileceğini, birine fiziki anlamda zarar verebileceğini düşünmüyorum da ondan."

"Nedenmiş o? Süt çocuğu muyum ben?"

"Hayır da, ne bileyim. Sen Cihan gibi değilsin?"

Nasılım ben?

"O çok mu dövüyor birilerini?"

"Dövüyordu. Benim için. Bir zamanlar. Artık gitmiyor o yerlere?"

Kendinde olmadan konuştuğu halleri Burak'ın merakını celbeden geçmişini aktarıyordu hep. İsteyerek değil, robot gibi düğmesine basıldığında demeye kurulu olduğu ezberi söylercesine... Burak nefesini tutarak devam etmesini bekledi; ama kadın girdiği gibi sıyrıldı bilinçsizliğinden.

"Nasıl yerlermiş oralar?"

"Önemli değil. Geçmişte kaldı. Benim için çok şey yaptı. Son kez o yerden döndüğünde ölecek sandım. Hırsız olmayı ben seçmedim Burak. Nasıl seçilir ki böyle bir şey? Cihan için işe yarar bir şey yapmam gerekiyordu. O şartlarda işe yarabileceğim tek şey de, ufak camlardan girebilmek oldu."

Ellerinde tuttuğu kirli malzemelerle öyle masum görünüyordu ki, Burak uzanıp kendine çekmemek için efor sarf ederken başındaki keskin ağrı kendini belli etti. Suçlu gibi ellerine bakan kadını geri getirmek için konu değişikliğine gitti. Konuşmak için deli olduğu konular, Aysun Çetin lütfedip gelene dek beklemek zorundaydı. Hoş, beklemekten başka çaresi de yoktu. Onun numarasını almayı akıl etmeliydi kendi kartını vermek yerine.

"Ferrari siparişi aldım tekrar."

Anında ona bakan kadının az önce hırsız olduğu için utanan, geçmişini anlatmamak için savaşan aynı kişi olduğuna bin şahit gerekirdi.

"Şaka? Şaka değil? Şaka mı? Bir tur binebilir miyim geldiğinde Burak?"

Mahallede arkadaşı olan birinin yeni alınan bisiklete binmek istiyordu sanki. Nasıl bir hevesle, beklentiyle sormuştu, dünyanın en kötü insanı bile bunu kabul etmeyecek kadar insafsız olamazdı. Burak için biraz nazlanmanın tam zamanıydı. Annesi gittiğinden beri bu kadar şefkatle sarmalanmamıştı. İşin ilginci, onu böylesine saran kişinin yaptığı sevgi yumaklığından zerre kadar haberi olmamasıydı. Gerçi buna ilginç demek, kalbine batan iğneler sivri etkisini bir an azaltmadığı sürece hislerini ayaklar altında çiğnemekti. Hisler saçmaydı en başta. Hisler saçma olmasa o hisleri duyduğu kişi saçma sapandı.

"Neden izin vereyim, bana hiç iyi davranmıyorsun."

"Tedavi ettim seni, daha ne yapayım?"

Öp de geçsin.

Diyemedikleri içinde şişip yine içinde patlayacaktı. Duygu meraktan çatlar, Burak korkaklıktan patlarken şimdi nereden Ferrari bulacağını hesaba katması gerekiyordu. Birkaç gün içinde sipariş falan gelmezse nur topu gibi bir Ferrarisi olacaktı. Duygu da o bebeği sürerken Burak yanında ona bakabilecekti.

Haşim abi beni kesecek.

"Neredeyse dayak yemediğim için dava edeceksin beni. Alay ettin benimle. İyi davranmak mı bu?"

"Ferrari hatırına özür dilerim belki. Ciddi misin sen?"

"On güne kadar gelir. Söz ilk seni bindireceğim."

Duygu hayatını buna borçluymuş gibi sarıldı ona. Yanaklarını öptü. Bunu yaparken azıcık art niyet sezse Burak çoktan altına alırdı onu; ama beş yaşında bir kız çocuğunun barbie bebeğe sevinmesi gibi içten bir teşekkürdü bu öpücükler. Burak'ın içi yandı. Derin nefes aldı, yetmedi. Kaburgaları hurdaya dönmüş, baskı makinesine girmiş gibi dümdüz olmuştu sanki. İçeride hava girebilecek bir alan yoktu. Üst üste kısa kısa denedi bu kez. Duygu banyoya gittiğinde işe yaradı her ne yapıyorsa. O yanındayken ve onu böyle karşılıksız bırakırken elinden fazlası gelmiyordu. Karşılık olarak ne beklediğini, dahası ona karşı kendisinin ne beslediğini bilmezken yaşadığı hayal kırıklığı bünyesine fazlaydı.

Odasına çıkmaya karar verdi Duygu tekrar dönmeden. Başaramadı. Aklı, kalbi yanında olmak isterken aptal ayakları yürümeyi reddetti. Ayakta kalmış, ayaklarına dolanan kedileri de o anda fark etti. Şimdiye kadar annesi, dedesi dahil ona kedileri bir parça sevdirebilen ölü ya da diri bir Allah'ın kulu olmamışken Duygu'nun promosyonları olan bu enikleri eline aldı. Onlarla oturdu bu kez kanepeye.

"Ya siz nasıl tatlısınız. Babanız kurban olsun size."

"Miyav miyav."

"Tamam, haklısınız; geçmişi unutalım artık. Sizi bahçeye atmak istemiş gibi göründüğümü biliyorum; ama biraz hastaydım o zaman."

"Miyav miyav miyav."

"Hiç sormayın, ensemden tutulup atılan ben olacaktım neredeyse. Anneniz size çok düşkün. O gün haklıydı. Evden gitmekle tehdit etti beni. Nasıl izin veririm gitmesine? Olmaz."

"Miyaaaaaav."

"Bilemiyorum Miya. Bizden bir şey olur mu bilemiyorum."

"Miyaaaaaaaaaaaaaav."

"Niye bağırıyorsun kızım? Tamam, adını karıştırmış olabilirim, ikiniz de kedisiniz işte. Ha Miya, ha Mırnav."

Duygu'nun onu izlediğinden habersiz pisileriyle konuşan, tek gözü mor tek kaşı açılmış olan Burak, onun önüne geçmesiyle sıçradı yerinden. Az önce dediklerini duymadığını varsaymak işine gelirdi. Aralarında olan sahte evlilik dışında ne olduğu belirsiz, tam belli olacakken kendini saçma diye iknaya uğraştığı duyguları için Duygu'yu suçlayamazdı. Ona taze sıkılmış portakal suyu uzatan kadın ise, adamın kedilerle olan atışmasına bayılmıştı. Hırsızlık yapmadan geçen yaklaşık iki aydan uzun sürede başka bir hayatın varlığını Burak'la tecrübe ettiğini inkar edemezdi. Depoya kaldırdığı dönem sonrası geçen ve bitmeye yakın sekiz yıldan sonra tüm yıl çalışmış da tatile çıkmayı hak etmiş gibi hissediyordu.

Hani şu kemiklerini ısıtan güneşin, yüzüne sıçrayan iyot kokan denizin, akşam saatlerinde sevdiğiyle el ele yürürken esen ve yüzünde dolaşan meltemin olduğu cinsten...

"Saat gece yarısı diyeceğim; ama ne fark eder değil mi?"

"E yani, taze meyve suyu. Çok faydalı."

"Ona ne şüphe? Teşekkür ederim." Göbeğime göbeğime faydaları...

Bir iki yudumun ardından yan yana oturmuş ikisi de kendilerine seçtiği kediyi okşuyordu boş elleriyle. Hâlâ Burak'ın kucağında olan kediler her akşam yaşanan sıradan bir günün devamı gibi olağan hissettiriyordu ikisine de. Eş gibi... Karı koca gibi...

"Aran düzeldi bakıyorum onlarla."

"Harikalar. Vazgeçmemene şaşmamalı."

"Eskisi kadar zorlanmıyorsun, değil mi?"

"İlaçlar iyi geliyor olmalı. Hapşırmıyorum. Kucağıma alıp sevebiliyorum."

"Bittiyse alayım bardağını. Sonra da yatarım."

"Ben götürürüm iyi geceler sana."

Bardağı bırakmış tam kedileri de alacakken Burak izin vermedi. Kapıyı aralık bırakırsa yerine koyabileceğini belirtti. Duygu'ya göre adam beş adım olan mesafeyi üç adımda almıştı. Çok çabuk alışmıştı alerjisi olduğu kediler ile vakit geçirmeye, hatta annelerine vermeyecek kadar ileri gitmişti. Az önceki şirinliğinin ve pek tabii Ferrari hatırına ses etmeden çıktı salondan.

Değişen şartlarının getirdiği duygu değişimleri için kedi sesi bile olmayan odasına ilerledi ağır adımlarla. Cihan'ı olur da bir şeylerin ortasındadır diye sık sık arayamıyordu ve gittiğinden beri depo harici yaşadıklarında Burak'ın desteğini görmüştü. Ona minnet duyması kadar normal bir şey olamazdı elbette, ancak yıllardır hissettikleriyle aynı olmaması gerekiyordu bunların. Özellikle sekiz yıldır olanlarla... 

Cihan'ı deli gibi özlüyordu, ondan da deli gibi seviyordu; ama kendini ilk teklifinden dört yıl sonra ona tekrar vermeyi deneyip bu kez amacına ulaştığında Burak'a olanlara denk düşen hislerle olmadığını kendine söyleyemiyordu şu anda. Yirmi bir yaşında cesaret edip odasına girmiş, bu kez ileri gidip penisine değmişti o uyurken. Elini sertçe kavrayan adam, gözleriyle buluştuğunda Duygu'nun on yedi yaşındaki gibi geri adım atmayacağından adı kadar emindi. Bir süre gözlerinin içlerinde görmeyi umduğu isteği, hazzı, şehveti aramış, aradığını bulduğunda da tuttuğu eli yönlendirmeye başlamıştı. Dudakları onun dolgun ve titreyen dudaklarını birleşmişti, ikisine has magnetik çekim alanına girmiş gibi. Minik eli üstünde durduğu yeri hazır ola geçirmiş ve Duygu'nun acemice dokunuşlarıyla adamı bitirecek hale getirmişti.

Hızlanan nefesleriyle söylebildiği tek şey hamile kalamazsın olmuşken ince pijamalarını çıkarmak taş çatlasa beş saniye sürmüştü. Hazır kadınlığına girdiğinde Duygu'nun acıyla yüzünü buruşturmasını dört yılın geçmesine bağlamış, yavaş hareketlerle devam etmişti bağladığı işe. Duygu o geceden sonra başlamıştı minik zevk çığlığı atmaya. O gece sadece acı vardı. Zevk çok uzaklardan, beş yıl önce bıçakla tehdit edildiği gece olduğu gibi nanik yapıyordu ona. Cihan'la farklı olur sanmış, ilkmiş gibi hissedeceğinden emin gelmişti odasına.

"Doğum kontrol hapı kullanıyorum. Adetim düzensiz ya."

"Tamam küçüğüm. Uzun sürmeyecek. Çok zaman oldu yapmayalı."

Duygu'nun hiçbir şey anlamadığı yerde Cihan içine boşalıp çıkmış ve parlak kanla olduğu yerde donmuştu.

"Kandırdın beni. Duygu dört yıl geçti aradan ve on yedi yaşında bakire olmadığını söyledin. Bu ne?"

"Be-ben bil-bilmiyorum. Belki dört yıl oldu diyedir."

"Kim ne yaptı sana?"

"Sorma. Hiçbir şey sorma."

"Doğruyu söyle. Sırf benimle yatmak için bunu uydurmadığını söyle. Bana bir şey borçluymuşsun gibi... siktir."

Odanın içinde çırılçıplak halde ileri geri yürürken onları kimin duyacağı umrunda gibi değildi. Avazı çıktığınca bağırarak sorduğu soru Duygu'nun yatakta küçülmesine neden olmuştu. Cihan ilk kez o zaman bağırmıştı ona ve ömrü oldukça unutamazdı. Bakire olduğu için azarlanan tek kadındı belki yeryüzünde. Nasıl olabilirdi ki?

"Bağırma bana, lütfen. Bilmiyorum tamam mı? Doğru söylüyorum."

Çarşafla çıplaklığını, elleriyle yüzünü kapatmaya çalışıp sarsılarak ağladığı o günü de çoktan depoya kaldırmıştı. Ablası geldiğinden, duygularının ne anlama geldiğini çözümlemeye adım adım yaklaştığından beri sırayla son kullanım tarihleri gelmiş gibi tek tek hortluyorlardı mezarlarından.

Cihan yatağa bir hışımla çöküp onu sarsmaya başladığında öfkeden gözü dönmüş gibiydi.

"Bana bak Duygu. Bana bak ve isim ver o zaman. Bana isim vermezsen nasıl inanayım sana?"

"İnanmazsan inanma. Bırak beni. O içimdeydi, tamam mı? Lanet olası, Allah'ın belası içimdeydi. Bana öyle geldi ya da bilmiyorum. Ben on altı yaşındaydım. Elime cetvel alıp bana giren kısmı ölçmedim; ama o benim..."

Tekrar kapanan ağzıyla soluksuz kaldığında Cihan ne olursa olsun Duygu'ya inanacağını, canını bile emanet edebileceğini öğrenmişti. Duygu yalan söyleyemezdi.

Anımsattığı için ablasına, ona hiç olmadık zamanda iyi davrandığı için Burak'a bilendi sabah kadar. Kedileri getiren olmadı. Sabah gördüğünde çoktan uyumuştu. Arafta geçen iki günün sonunda akşam saatlerinde sahte karı kocaya farklı numaralar mesaj atınca, birinin yüzü güldü, diğerinin suratı asıldı.

*Öğlen uçağı için rezervasyon yaptım. Yetişirsem yarın akşam evimizdeyim küçüğüm.

*İyi akşamlar Burak Bey. Yarından sonraki gün müsaitseniz galeriye uğramak istiyorum. Aysun Ç.

"Cihan yarın akşam burada olacakmış, öğlen uçağına yetişebilirse."

Ya ne demezsin? Yürüyerek gelir artık Avusturya'dan.

"Gözün aydın."

"Ben yemek yapayım. Tatlı yapayım. Yarın eve giderken götürürüm. Elimin lezzetine ve tabii yemek yapabildiğime çok ama çok şaşıracak. Dedim aslında önce; ama yemesi lazım."

Fırlayıp mutfağa geçen Duygu, Burak için fırsattı. Bahçeye çıkıp bilmediği numaradan gelen mesajı bir daha okudu. İki haftadır görmeyi en çok istediği insanla sonunda hesabını bir şekilde kapatabilecekti. Anlatırsa ne ala, anlatmazsa parayla... Yetmedi, mesajla onaylamak yerine aradı.

"Aysun Hanım iyi akşamlar."

"Rahatsız etmemek için aramadım. Yine de özür dilerim rahatsızlık verdiysem. Çok düşündüm Duygu yanınızda mutlaka."

"Rahatsız olmadım, memnun oldum. Sabahları dokuzda galeride olurum. Siz?"

"Ben çocukları okula bırakınca öğlen gelebilirim sonraki gün."

"Tamam, yemek yer, sonra konuşuruz. Ya da siz konuşrusunuz, ben dinlerim."

"Yemeğe lüzum yok. Gereğinden fazla vaktinizi almak istemiyorum. Sadece söz verin. Duygu'ya karşı ön yargılı olmayacaksınız. Onun hiçbir suçu yok."

"Duygu benim karım. Geçmişi bunu değiştirmeye yetmez. Siz ne derseniz deyin, o Duygu Özcanlar. Öyle de kalacak."

"Bunu duyduğuma sevindim, iyi geceler."

Ertesi gün Duygu heyecandan gözüne uyku girmeden sabahı etti, fırladı yataktan. İki gece önce geçmişini ona hatırlatan ve düşündüklerini düşünmeye iten sebepleri Cihan'ın yanına gittiğinde unutacağından emindi. İkilemde kalma sebebi ayrı geçirilen günlerdi. Hatta ikilem bile sayılmazdı, olan biten sadece duygu karmaşasıydı. Minnet duyulan birine evrilen hislerle aşık olunabilirdi pek ala. İçi içine sığmıyor saatler geçmek bilmiyordu. Bozuk saatin bile günde iki kez doğruyu gösterdiği gereksiz bilgi hiç bu kadar gerekli olmamıştı. Saate her baktığında saniye ibresi dışında akrep ve yelkovan yerinde sayıyordu sanki.

"Akşam ne zaman olacak? Tek başıma da gidemiyorum."

Kâh temiz evi temizledi, çünkü kadın gelip hallediyordu her şeyi, kah hiçbir zaman alışveriş yapmayacağı pek çok mağazanın kataloğunu inceledi.

"Bunları kim almış ya? Boşa masraf."

Sıkılınca telefonuna hiç aklında olmayan, sırf zaman geçsin diye en çok oynanan oyunu indirdi listeden seçip. Oyuna başladığı ilk anda niye en çok oynandığı hakkında bir fikri olmadan sildi oyunu. Parasını heba etmişti. Öğleden sonra galeriye gidip Burakın başına ekşimeyi düşündü; ama toplantısı olduğunu söylemişti. Kedileriyle oynadı biraz. Hemencik uyudular zilliler. Aleyhine işlemeyen zamanla Cihan'a kavuşamayacak gibiydi.

Geçen birkaç saatin ardından Cihan uçaktan indiğini ve iki saate kadar eve geçeceğini söylemek için aradı. Anında telefon etti sahte kocasına, ancak telefonu açan olmadı. Haber vermeden gitmek istemiyordu ve mesajla verilen haberleri her zaman değersiz bulmuştu. Kırk beş dakika ulaşamadığı kocasına ulaşmaya çalıştı. Sonunda geliyorum diye arandığında Burak'ın eve gelmesini hop oturup hop kalkarak, kedilerin kaplarını mamaya boğarak bekledi.

"Bu acelen ne kıvırcık, beni on kere aramışsın. Toplantım var dedim ya."

Duygu bir yandan Burak'ın elinden ne olduğunu bilmediği dosyaları alıp orta sehpaya bırakıyor, bir yandan çantasına telefonu sokuşturuyordu.

"Seni bekledim, eve geçiyorum."

"Cihan gelmeden gitme boş eve."

"Gelmiş. Eve de geçmiştir belki. Ben çıkıyorum. Sen evde mi olacaksın?"

"Evet, işim var."

Duygu az önce taşıdıklarının iş olduğunu anlamış oldu. Sanki kız arkadaşıyla buluşmaya gidiyormuş gibi Burak'ın yanağına uzandı. O çıkınca Burak kapıdan baktı giden arabanın arkasından. Onun yanağına değen dudaklar Cihan'ın kim bilir nerelerini öpecekti?

"Top sende Duygu. Cihan döndü, sen ona karşı ne hissediyorsun, çöz öyle gel bana ki, ben de çözebileyim."

Kapıyı kapatıp anında odasına çıktı. Yarın Duygu'nun ablası gelecekti ve yarınki işleri uyuyana kadar bitirip Haşim abiyi zor durumda bırakmamalıydı. Ferrari gelecekti. Güldü merdivenlerden çıkarken. Duygu'nun o heyecanı görülmeye değer olacaktı kesin ve gören Burak olacaktı.

Odaya girdiği gibi çalan telefonla iş yerinde bir sorun var sanıp bakmadan açtı.

"Efendim."

"Tatlım nasılsın? Gelsene bana. Birkaç gündür konuşalım diyorsun, fırsat bulamadım annemden. Depresyona girdi yine."

"O depresyona girince sen genelde İsveç'e giderdin, hayırdır? Burada kalmışsın."

"Öyle deme tatlım, üzülürüm. Acil diyordun, gel bekliyorum."

"Bir şey demiyorum, gelemem. İşim var yetiştirmem gereken. Çalışmam lazım. Yarından sonra görüşürüz belki."

Telefon kapandığında Hülya çoktan evin bahçesini yarılamıştı. Duygu'nun çıktığını görmüş iş yalanını ise yememişti. Kaçıyordu sanki ondan Burak. Tamam, görüşmek istediğinde kendisi müsait olamamıştı; ama tavırları, ses tonu iğneleyiciydi ki, Burak'ın hiç huyu değildi bu tür alengirli işler. Çok özlemişti belki, geçen sefer de birlikte olamamışlardı. Şimdi tam sırasıydı. Anahtarıyla kapıyı açarak uzun koridor boyunca üstündekileri çıkarmaya başladı. Yatak odasına geldiğinde açık kapıdan usulca başını uzattı. Kucağında kağıtlarla, daha takım elbisesini çıkarmadan oturan yakışıklı erkek arkadaşına baktı. Odaya süzülüp kapıyı kapattı.

"Sürpriz tatlım. Sen gelemedin ben geldim."

"Hülya?"

Sanki Duygu az sonra banyodan çıkıp onları basacak, aldatıldığını düşünecek diye devamını getiremedi lafının. Boğazına takılan bir adet Hülya vardı. Sindiremedi. Yutamadı bile.

"Duygu yok, çıktı gördüm onu."

"Ne işin var burada? Ben gelecektim sana."

"Niye gelemediğini de anlamadım ya neyse? Bir de işim var diye yalan söylüyorsun."

"İşim var zaten Hülya. Görmüyor musun dosyaları, çalışıyorum."

"Tamam, biraz ara ver."

Çoktan yılan gibi kıvrılarak yatağa, Burak'ın bacaklarına dokunarak çıkmaya başlamışken o ayaklandı. Yatağın ucuna geldiğinde Hülya da karşısında yerini aldı. Vücudunda nereye dokunacağını yıllardır alışık olduğu tecrübeyle iyi bilirken Burak gözlerini kapattı. Gözünün önüne gelen kıvırcık saçlar uyarılmaması için uyarıydı adeta. Bazı şeyleri çözmeden, Hülya'yla sadakatsizlik hakkında konuşmadan ve ikna olmadan bunu tekrar yapacağını sanmıyordu. Bir şansı herkes hak ederdi.

"Bekle, konuşalım önce. Valdo kim demiştin?"

"Ne Valdo'su Burak ya? Yanıyorum senin için. Özledim diyorum."

Burak da özlemişti bazı şeyleri. Bir kadınla bütünleşmeyi, bu kadının Hülya olmasını belki..

Ancak bu durum, ilişkisini ona sorgulatacak delillere sahip, en önemlisi de Duygu'nun her geçen günle birlikte evdeki karşı konulması imkansız hale gelen çekim gücünün farkında olmadan önceydi.

"Babanın ofisini aradım, Valdo diye bir çalışanı hiç olmamış."

"Sen bana inanmayıp arkamdan iş mi çevirdin?"

"Sıradan bir elemanın patronun kızını özlemeyeceğini düşünüp basit bir soru sordum sadece."

"Sana bu bilgiyi kim verdiyse eksik vermiş ya da sen eksik sormuşsun. Stajyerleri de sordun mu? Sadece çalışan dediysen İsveç'te sadece bu cevabı alırsın."

Ona dokunmaya kaldığı yerden devam etmeye yeltenen, dudaklarına uzanan kadının kollarından tutup yüzüne baktı. Gözlerini aşağı yukarı vücudunda gezdirdi. Çok güzeldi, orası kesin. Duygu'dan çok daha güzeldi. Yetmiyordu. Yetmezdi.

Duygu'yla bir şey olup olamayacağını bilemese bile Hülya ile hiçbir şey olmayacağından emindi artık. Valdo denen adam tipik İsveç ismine sahip değildi. Bir süredir kazdığı çukurdan adamın ikinci lig basketbol takımı oyuncusu olduğunu öğrenmişti. Bu demek oluyordu ki, ortada özürlerin, özlemlerin havada uçuştuğu bir ilişki söz konusuydu. Bu ilişki ister karşılıklı ister karşılıksız olsun Hülya ona yalan söylemişti. İlişkinin derinliğini, kız arkadaşının İsveç'e gittiği her defasında o herifi görüp görmediğini merak edecek kadar bile ilgisini kaybetmişti Hülya'ya karşı.

Duygu o anlarda aceleyle çıktığı evden, mutfakta unuttuğu yemekleri almak için aceleyle döndürdü arabasını gerisin geri. On dakika gittikten sonra aklına gelmişti pişirdikleri. Dönmese de olurdu; ama emeği boşa gitsin istemedi.

"Cihan benimle gurur duyacak. Kaç gündür Türk yemeklerini özlemiştir kesin."

Bahçeye bile girmeden yola park ettiği araçtan koşar adım inip eve koştu. Anahtarla kapıyı açtığında daha garip bir yabancılık hissetti. Yabancılık denmezdi gerçi, evde yabancı birinin varlığı burun deliklerine doldu adeta. Burak evdeydi ve bahsetmediği bir misafiri mi gelmişti?

Koridordan mutfağa geçip sessiz sedasız, geldiği gibi gidecekken yürüdüğü yol boyunca gelişigüzel bırakılan ekmek kırıntılarını takip etmekten kendini alamadı. Merdivenleri tırmandı ve tahmin ettiği şeyi gözleriyle görecek olmanın hayal kırıklığıyla nefes almayı bile unuttu. Nefesini kesen en acı durum, Burak'ın bunu ona layık görmesiydi. Kulağını yasladığı oda kapısı içeride her ne konuşuluyorsa seslerin ona kadar gelmesini engellemiyordu; sadece anlamlı bütünlük kuramadı.

Elini attığı kapı kolunu indirdiğinde Burak'ı içinde göreceği manzarayı daha fazla düşünmeden hızla açtı kapıyı. Hülya yarı çıplak vaziyette Burak henüz soyunmaya fırsat bulamamış halde yatağın önünde dikiliyorlardı.

Ona dönen yüzlerden Burak şaşkın, Hülya olması gereken buymuş ve zafer kazanmış gibi mutluydu.

"Defol git evimden."

"Kendine gel Duygu, sevgilimin evi burası. Kimin gitmesi gerektiğini en iyisi o söylesin."

"Söyle hadi Burak."

Duygu Burak'ın ağzından çıkacak tek bir kelimeyi beklerken duvarların üstüne gelmeyi bırakmasını diliyordu bir yandan içinden. Geçen belki on saniyeydi; ama şeytani gülümsemeyle ona baktığını bildiği bakışlar altında geçen zaman bir ömürden uzun geldi Duygu'ya.

Burak hiç bu kadar çaresiz kaldığını hissetmemişti. Evden bir kadına git demek doğasına aykırıydı ki, birisi sahte de olsa karısı, diğeri bu sahte durumu bilen ve dedesine buradan çıkınca söylemeyeceğinden emin olamadığı kız arkadaşıydı. Eski. Kız arkadaşıydı. Almaya değer risk hangisiydi?

Duygu aldatılmışlıkla çepeçevre sarıldığı, o da yetmezmiş gibi üstüne gelen duvarların üstüne yıkıldığı anda dayanamadı daha fazla.

"Hadi söylesene. Evli barklı bir adam olarak eve sürtük attım desene. Senin çıkmanı bekledim, çıkar çıkmaz da fahişenin tekini yatağıma aldım de. Bekliyorum hadi. Kim gitsin Burak?"

"Sen kim sürtük diyorsun yelloz?"

Ona doğru hamle yapmaya yeltenen Hülya'yı kolundan tuttu. Tutar tutmaz bıraktı. Hülya aynı zaferi defalarca kazanıp kendi rekorunu egale eden olimpiyat şampiyonu gibi kollarını bağladı birbirine. Rakibi yoktu ona bir soran olsa. Burak'ın kimi siktir edeceği barizdi. Burak gözlerini bir anlığına kapatıp tekrar açtığında gözlerine çaresizlik yerleşmiş Duygu'yu buldu yine onlarla. Duygu çoktan geri adım atmaya başlamışken ona bakarak konuştu.

"Git Hülya."


3 yorum:

  1. Bu nasıl bir bölüm böyle çıldırmalık������

    YanıtlaSil
  2. Ayyyy bolum gelsın dıger bolumu sabırsızlıkla bekliyorum

    YanıtlaSil