28 Mayıs 2019 Salı

KALBİMİ GERİ VERİR MİSİN? 20. BÖLÜM

Burak odaya girdiğinde hava hala aydınlanmadığı için ışığı kapatmadan odadaki tekli koltuğa geçti. Güç bela yatakta doğrulan Duygu ise onun dedesi ile olan konuşmalarını duymadığından bu rahatlığın sebebini merak etti.

"Burak, çıksana dışarı. Ne diye geldin kuruldun koltuğa?"

"Çıkamam. Dedem uyandı."

"Deden uyumuyor diye ben de mi uykusuz kalayım? Tüm gece ağrı çektim, lütfen Burak uğraştırma beni."

"Anlamadın galiba. Dedem uyandı diyorum. Hayatta uyumaz bir daha,  namaza kalktıysa. Gördü beni, sen odadan kovdun sandı."

"Ee ne güzel, eski toprak tabii, doğru tahmin etmiş. Hadi çık şimdi."

"Azar işitemem tekrar. Yardımımı kabul etseydin, şimdi bu durumda olmazdık. Senin de suçun var. Çıkmayacağım."

Pişkinliğin küfür hali.

"Süt kardeşler filmindeki gibi koridorda inzibatlar kol geziyor da diyecek misin?"

Gülecektim Allah affetsin. Kıvırcık her durumda yardırıyor.

"Demeyeceğim. Benim de uykum var Duygu ve sen beni uyandırana kadar uyuyordum. Ben şikayet etmiyorum, sana ne oluyor?"

Canım yanıyor ve uğraştığım şeye bak. Hey! Bir dakika, ne dedim ben? Hahaha. Yaktım çıranı.

"Burak, ben çok kötüyüm. Ağrım ilaçsız geçecek gibi değil."

"Ne yapayım? Evde ağrı kesici yok fazladan."

"Zahmet olmazsa gidip alır mısın?"

Ben nasıl da düşeceğim bu tongaya? Kendim oluşturdum şartları. Hin kıvırcık.

Burak kızın hafif yukarı kalkık dudaklarına baktı bir süre. Onu odadan çıkarabilecek tek cümleyi söylemeyi nasıl da başarmıştı. Bundan böyle değil tıkırtı duymak, kulağının dibinde top patlatsalar uyanmayacaktı. Sürü sürü hırsız girse eve, helali hoş olsun, her şeyi alıp götürsünlerdi.

Nöbetçi eczaneyi bulup Duygu'nun adını verdiği ilacı alıp geldiğinde Duygu hala inliyordu. Bir saati bulmuştu gidip dönmesi ve bu nasıl bir ağrıydı böyle? Her ay böyle ağrı mı çekiyor muydu? Erkeklerin böyle dertleri yoktu iyi ki. Bir kere azıcık ucundan gidiyordu, tamam bitti.

Odaya girdiğinde bu kez, hava aydınlanmıştı ve ne zamandır arabada olan kutuyu da yanına almıştı. Önce ilacı sonra kutuyu uzattı. Dedesi daha dün sabah Burak'ı köşede yalnız sıkıştırdığında gelininin hediyesini beğenmediği için mi takmadığını sormuştu.

"Bu ne?"

"Yüz görümlüğü, odaya girerken yalan söylediğimi düşünmedin herhalde."

"Alay etme Burak. Böyle adetlere saygı duyup hediye mi aldın sahte karına?"

"Valla kıvırcık inanmadığım halde düğün de yaptım, bilmem farkında mısın? Düğün gecesi evde verecektim, ama kapın kilitli olunca aklımdan çıktı. Sonraki günlerde malum misafirlerin gönlünü yaptık. Dedemin yanında takman yeterli, başka zaman takmak zorunda değilsin."

Duygu başka bir şey demeden adamın haklı yönünü görmenin etkisiyle açtı kutuyu. Her zaman olan bir şey değildi. Paketi, kurdelesi falan yoktu zaten. Böyle inceliklere layık olacak değildi ya. Ama kutunun içindekini görünce, hiçbir süsün bu kolye için yeterli gelmeyeceğini düşündü. Gerçekten çok güzeldi. Kapalı kanatlar, sormaya gerek olmayacak şekilde üzerindekilerle biz pırlantayız biz pırlantayız diye parlıyordu.

"Kanatlar açılıyor, ama açmana gerek yok bence."

Tabii ki açacaktı. Açıyordu. Açtı. Burak gözlerini devirdi. Menekşe ablası biraz klişe bir kadındı doğrusu. İsimler olmasa sanki anlamı olmayacaktı. Asıl o isimlerin bir aradayken anlamı yoktu.

"Teşekkürler. Çok güzel. Takarım dedenin yanında."

"Daha iyi misin?"

Duygu başını salladı. Değildi, ama iyi olacaktı illa. Burak artık uyuyamayacak olduğunun bilincinde, gelirken aldığı gazeteleri okumak için balkona çıktı. Çıktığı gibi pişman oldu. Üç kedi ya da üç yüz kedi ya da bir kedi onun için fark etmiyordu. Bir de bugün giderken yanına alacağını söylemişti Duygu. Dedesi varken daha fazla itiraz edemeyeceğini biliyordu. Anında ön bahçeye yöneldi en az on defa hapşırarak.

Duygu da ağrısı geçmeden, dahası geceden gelen uykusuzlukla kalktı mecburen. Dedesi uyanmışken nasıl uyuyacaktı götünü devirip. Mutfağa geçip çayı koydu. Kahvaltılıkları tepsiye dizdi. Kamelyada Burak'ın olduğundan habersiz oraya taşıdı hepsini.

"Uyusaydın biraz. Tüm gece ağrıdan uyumamışsın."

"Eve geçince uyurum. Deden uyanıkken istesem de burada uyuyamam."

Benim gibi. Çay koydu mu acaba, bu kadar kahvaltılığın yanına çay ne iyi gider.

"Kahvaltı eder geçeriz eve. Düzenimiz şaştı kaç gündür."

Duygu onun bilmediği bir düzenin varlığından şüpheye düşse de, kafaya takmadı. Ağrısı geçince o da değişen her neyse eski haline getirmek için uğraşabilirdi. Buradan eve gitmek yerine Cihan'a gitmeye karar verdi. Uyuyacaksa orada uyurdu. Değişimin kaçınılmaz olduğu gerçeği ikisinin konuşmaktan kaçındığı bir konuydu elbette, üstelik başka yerlerde kalmalarına olanak sağlayacak olan birkaç ay daha geçmemişti. Yine de tatillerini uzatmaya karar veren misafirlerin varlığı kadar aşırı doz maruz kalmayacaklardı birbirlerine. Bundan emindi Duygu.

"Günaydın çocuklar. Erkencisiniz benim gibi."

Ya ne demezsin dede. Bu kıvırcık içine etti uykumun. Yoksa ben ne seni ne onu görürdüm kıçımda pireler uçuşurken.

"Günaydın dedem. İyi uyudun mu?"

"Çok iyi uyudum. Senin değiştirttiğin ilaç çok iyi geldi bana."

"Ne ilacı değiştirttin sen?"

"Yan etkisi daha az olan bir ilaç. Hem diyaliz süreleri uzayacağı için ilaç kullanımı çok azalacak. Kabul etti dedem."

"Dede yıllardır sorunsuz ilerliyorsun. Bir anda büyük değişiklikler yapman ne kadar doğru olur? Doktorun kabul edecek mi bakalım?"

"Duygu kızım doktorla konuştu zaten uzun uzun. Araştırmaları yollamış ona. Gelmişim seksenime, bir torun görene kadar idare etsin beni yeter zaten."

Burak'ın Duygu'ya olan itimadı(!) gözlerini yaşarttı.

"Allah korusun dedem. Daha kaliteli, ilaçlardan daha bağımsız yaşaman için bu yöntem. Burak, dedene zararı olacak bir şeyi asla önermem."

Çıkışım hiç iyi olmadı. Ben de biliyorum zarar vermeyeceğini. Sen yine de şımarma.

"Ondan değil, ters etki olmasın diye... Alışkanlıklar değiştiği için çıkıyor pek çok hastalık."

Doğru, ama eksik...

"Alışkanlıklar değişmediği için de doğru bilinen yanlışları görmekte zorlanır insan. Dahası bu yanlışlar yapıla yapıla, farkında olmadan zararlı alışkanlık haline gelmiş bile olabilir. Yani aslında, değişen bir şey olmayacak. Yer değiştirecek sadece. Doğru tarafa..."

Alışkanlık... Doğru bilinen yanlışlar mı yani bir yerde?

"Ben gelinime güveniyorum. Kedileri de seviyor. Mırnav çok şanslı."

Bu kedi olayını açarak dedesinin gelinini pohpohlamasına, Duygu'nun elinin daha bir güçlenmesine zemin oluşturmayacaktı. Yapmayacaktı bunu. Hapşu. Nasıl olacaktı o? Eve yerleşecek kedilerle topu dikerdi Burak. Daha Duygu'yla yaşama yollarını bilmiyordu. Henüz Hülya'da kalamazdı da. Kendi eliyle yazmıştı kuralları. Değiştiremezdi, tek kişilik, kendi lehine olmadığı sürece. Duygu daha ilk dakika soluğu Cihan'ın yanında alırdı.

Kahvaltı esnasında Duygu'nun eli, boynuna sık sık takmaya alışkın olmadığı kolyedeydi. Dedesi bunu fark edince Burak'a takılmadan edemedi.

"Ne o, düğün hediyesi diye alıp özür hediyesi diye mi taktın?"

"Olur mu dede öyle şey? Duygu sen de bir şey desene sevgilim. Dedem beni odadan kovduğunu düşünüyor."

"Özür dileyecek bir şey yok dedem. Ben biraz kötü oldum gece, Burak uykusuz kalıp ilgilendi benimle. Sabah gördüğünde eczaneye gidiyordu benim için."

Hep beklemediği yerden geliyordu Duygu. Savunulmayı değil, Duygu'yu zor durumda bırakmayı ummuştu. Evet kovdum dese, dedesi ona biraz bozulabilirdi. Duygu için zorda kalmanın tanımı neydi acaba? Cihan için bu evliliği kabul etmek miydi sadece? Çünkü, Hülya bile gözünü korkutmuyordu onun. Kız arkadaşının gözü önünde mantıklı sebeplerle damadı öpecek kadar gözü karaydı. Ağrıdan kıvranırken laf sokacak kadar tetikte, apansız gelen sorularda durumu lehine çevirecek kadar akıllıydı.

Ne zaman zor durumda kalırdı? İpleri elinde tutmak isterken dizginlerinden olmak işine gelmezdi Burak'ın. Şimdilik şikayet edemezdi, dedesi memnundu halinden, ancak boşanma sürecine girdiklerinde bu durumun çoktan tersine dönmüş olması lazımdı.

"Aferin hergele. Hastalıkta sağlıkta demişler. Gelinime iyi bak. Çocuk için de davetiye beklemeyin. Duygu'nun okul işi bitince yapın. Göreyim ben de. Ne kadar yaşayacağım meçhul."

Duygu okul lafıyla birlikte Burak'a döndü yüzünü. Yüksek lisans yapma hayalini biliyordu ve ses etmemişti şimdiye dek. Dedesi konuşmasa etmezdi de galiba. Hem etmemesi Duygu'nun rencide olması gereken bir konu değildi. Onun hayali Cihan varken anlamlıydı. Aklına, Burak onları villada suç üstü yakaladığı için akıbetini sormayı unuttuğu, başvuru yaptıkları vize geldi. Çoktan çıkmış olmalıydı. Şimdi çoktan Avrupa'da olabilirlerdi, işler Duygu içine etmeden ilerleyebilseydi.

Gerçi Avrupa'dayım. En azından yakasında. Ben Avrupa olayını çok mu yanlış anladım ki?

"Düğün daha yeni oldu dede. Girmesi gereken sınavlar var Duygu'nun. Seneye başlayabilir büyük ihtimalle."

Burak tabii, İstanbul'da okuyacağını düşünüyordu. Seneye yurt dışında olma umudunu sıcak tuttu Duygu.

"Sözünü unutma sakın. Başarılı gelinim daha yükseğini okuyup benim gibi bunaklara yardım edecek. Arkadaşın dedi, hep istediğin şeymiş."

Söz mü vermiş bu hıyar? Hayret!

Ekrem Zengin haklıydı yalnız. Sude ile ikisini duymuştu demek. Duygu bunak demezdi gerçi ona. Yaş almış insanlardı onlar. Tecrübelerinden, ahlak, sevgi, kadir kıymet bilen taraflarından ders alınması, yitirilmemesi, özenle korunması gereken, bir ülkenin en güzide değerleriydi.

"Burak okutacak beni dede, sen merak etme. Yakasını bırakmam verdiği sözü tutmadan."

Bir nevi doğruydu bu. Onun vereceği paranın faydalarından biri de okula devam etme imkanıydı. Avantacının onlara erişemeyecekleri yerlere gidip çalıp çırpma olmadan başlayacaklardı yeni hayatlarına. O yeni hayatın geçiş aşaması Duygu Özcanlar olmaksa, en layığıyla oynayacaktı rolünü, oscarlık.

Burak ona bakarak konuşan kadının söz vermekten kastının, Cihan ve onu şikayet etmemekten geçtiğini biliyor, talep edecekleri nakitle istediği yerde okumasına fırsatı olacağından şüphe duymuyordu. Kaldı ki, okuması için ekstra bile verirdi. Geçenlerde ettiği, diğer evin masrafları muhabbeti de yüzünü güldürdü. Komikti bu kadın.

"Sayende Cihan hırsızlık yapmayacak artık, bunun için teşekkür ederim, ama ismi lazım değil birisinin elini biraz daha cebine atması gerekli. O ismi lazım olmayan Burak Özcanlar olmasın mı, yok olsun olsun." demişti.

Kendi kendine konuşur gibi, yine buradan eve dönerlerken ortaya bırakıvermişti lafını esirgemeden. Cihan'la yaşadığı evin masraflarını eşek gibi taşıyacaksın demenin en usturuplu haliydi. Hayır öyle güzel istiyordu ki, Menekşe ablası gibi dükkân senin diyesi geliyordu.

Dedesiyle vedalaşıp üçü birden arabaya bindi. Burak alerjik tepki göstereceğini bildiğinden dedesi gözden kaybolur kaybolmaz aracı sağa çekti.

"İn arabadan kıvırcık."

Burak da inmişti. Hatta ne olduğunu anlamadan gelip kapısını bile açtı. İnmez de diretir diye miydi tüm bu zahmet? Duygu'nun istenmediği yerde kaldığı nerede görülmüştü? Tamam, Hikmet de onu yaşadıkları ahırda istememişti, Duygu gidecek yeri olmadığı için kalmıştı, ama konu bu değildi.

"İnerim ne var, ama taksi durağına kadar bari bıraksaydın. Bir de para ver, toplu taşımaya almazlar belki bizi."

"Ne taksisi Duygu? Sen süreceksin arabayı. Hapşu. Kaza yağacağım bu mırmır yüzünden."

"Mırnav onun adı."

"Her ne zıkkımsa. Çıksana hadi."

Duygu geçsin diye kenara çekilen Burak boşa gerçekleştirdiği bir eylem sonucu bindi arabaya. Duygu kemeri çözüp arabadan çıkmadan geçti yan tarafa. Kısmen sakin olan yollarda Duygu köprü tarafına yönelince Burak nereye gittiklerini, tahminden fazlasıyla duyarak öğrenmeyi tercih etti.

"Duygu, benim evim o tarafta değil."

"Ben Cihan'a gitme planı yapmıştım. Planımı uygulamaya koydum sadece."

"Benim arabamla Cihan'a mı gideceksin, çevir hemen arabayı."

"Senin araban karşıya geçemiyor mu? Yüzerek geçmeyeceğiz merak etme. Ne var yani, ben inerim kediyle, sen de eve geçersin."

"Sen peki?"

"Ben de biraz takılıp Miya'yı da alıp taksiyle eve gelirim akşam. Aklıma geldi şimdi yine, para verir misin bana?"

"Duygu uğraştırma beni, eve sür. Oradan kendi arabanla geç nereye geçeceksen."

Hala akşam olmamış mıydı yani? Ne diye hemen kalktılarsa dedesinden, kendi istemişti kahretsin. Niye dert ediyordu bunu bu kadar peki? Tabii ki, bir gören olabilir ve o dedikoducu görenler dedesinin kulağına su kaçırır diye, başka neden olacaktı? Evde olurlardı gerçi, uykusu vardı bu kadının. Cihan'ın koynunda...

Küfürün permütasyonu oluyor mu? Sorsam söyler mi bu kıvırcık?

"İyi de o zaman Mırnav'la nasıl kalacaksın evde?"

"Hapşu. Niye onunla kalıyorum ya? Onu da götürürsün. Hem evde uyuyacaktın hani sen? Ağrın geçti galiba."

"Geçti valla, sağol. O ilaç çok iyi geliyor bana. Tak kesiyor. Aklında olsun. Uykum da açıldı. Ailemi özledim. Sen de Hülya'ya gidersin işte fena mı?"

Aile?

Gitmek istemiyordu Hülya'ya falan. Ona mı soracaktı? Duygu da sormuyordu. Kendi arabasını kötü emellerine alet ediyordu. Aksi gibi hazır yolun yarısı gidilmişken geri dönmeleri saçma olurdu. Aralardan derelerden köprüye gelmişlerdi bile. Kendi evinden iki sokak arkada durup kediyi aldı ve bir an önce gitmesini söyledi. Arabayı görenler Burak'la birlikte çalarlarmış Alimallah. Işık hızıyla uzaklaştı kendi de Burak'ın yanından.

Eve kendi anahtarıyla girdiğinde saat daha sabahın onuydu ve Cihan yatak odasında uyuyordu. Kediyi diğerinin yanına bırakıp sokuldu hemen koynuna. Gözlerini açmadan daha gelenin kimliği netti Cihan için. Elleri saçlarına gitti hemen. Dudakları yüzüne, boynuna... Elleri bacaklarının arasına.

"Adet oldum Cihan."

"Hmm. Ağrın var mı küçüğüm? İlacını getireyim."

"Yok. Geçti. Özledin mi beni?"

Gözleri açıldı anında. Kalın perdeleri yine çekmeyi unutan Cihan'a teşekkür edercesine odaya dolan güneş ışınları etkisini kaybetti aynı anda. Güneş kıskanırdı bu kadını. Sanki bulutların arkasına geçmeye başlamıştı çoktan. Nasıl özlemezdi?

"Pek değil ya, koca yatak bana kaldı."

Arada kalan minik elleriyle göğsüne sertçe vurmaya çalışan kadını bileklerinden yakalayıp altına aldı hemen. Bacaklarının arasına yerleşti. Giydiği etek çok müsaitti bunun için. Yüzü gülüyordu; ama gözleri tehlikeli bir hasretle yanıyordu. Tam kadınlığında hissettiği sertlik olacakların önden bilgilendirmesi gibiydi.

"Geçen o kadar zamandan sonra adet olman umurumda mı sence? Özledim küçüğüm."

Duygu yutkunarak baktı ona. Daha önce bu dönemde birlikte olmamışlardı elbette. Şimdi Duygu'yu alabilirdi. Sesi çıkmazdı. Çıkmıyordu da. Göğsü inip kalkarken bu adamı deli gibi istediğini biliyordu; ama içinde yanlış olduğunu bağıran aptal bir sesten dolayı ne onu istediğini ne istemediğini söyleyebiliyordu. Bakmaya devam etti adamın çakmak çakmak olan gözlerine. Gözlerindeki tereddütü Duygu'nun hissettiği kadar Cihan da görebiliyor muydu acaba?

"Dedim, ama maalesef, seni hayal kırıklığına uğratmak zorundayım Duygu, karnım aç. Madem geldin çayı sen koy."

Üstünden kalkıp eski yerini alan Cihan, Duygu ona dönene kadar bekledi. Yanındaki varlığıyla yetinecekti bir süre daha. Sahte evlilik olana dek birlikte oldukları süre boyunca bir kez bile ayrı yatmamışlardı ve bu süreli geliş gidişler canının sıkılması için yeterince sebep veriyordu ona. Duygu'nun bakışlarıyla onu reddetmesi düşüneceği son şwy olmalıydı belki de. Onun rahatı daha önemliydi.

"Sen iyisin değil mi? Bensiz idare ediyor musun?"

"İyiyim. Dert etme sen beni. Burak dedesine söz vermiş beni okutmak için. Ha yurt içi ha yurt dışı sonuçta. Bana ne? İnsan ne söz verdiğine dikkat etmeli. Ülke ismi çıkmadı ağzımdan."

Cihan gülümsedi kadına. Kötü ne varsa, içinde iyi bir şey bulurdu bu Duygu. Sonsuz merhamet ve vicdan sahibiydi ki, bir keresinde Hikmet yatak döşek ter içinde kaldığında etrafında pervane olmuştu. Üstelik daha kovulduğu zamanlardı. Ona göre hastalık da çaresizlikti, tıpkı lastiği patlayan Burak gibi.

Onunla birlikte olmak istediği ilk zamanı hatırlıyordu da, nasıl da masumdu. Şimdi ona bakan ve dudakları kımıldayan aynı kızdı.

"Cihan sana diyorum. Ohooo! İki saniyede koptun, gittin."

"Efendim küçüğüm?"

"Bizim vizeler kaç aylık çıktı?"

"Ne vizesi?"

"Son son soygunundan önce başvurdum dedin ya en önce vize veren ülkeye? Hangisiydi, çıktı mı?"

"Çuvallayınca gidip bakmak çıkmış aklımdan tamamen. Niye sordun?"

Yüksek lisans umudunun altını hafif açmışken sorması doğal değil miydi yani? Bir kere vize verirlerse tekrar verirlerdi. Kısık ateşte tuttuğu umut için ellerinde ne varsa bilmeliydi.

"Gitme şansımızı merak ettim."

"Düşünme bunları. Hayallerin gerçek olacak. Kolyen yeni mi?"

"Evet, sahte kocamın düğün hediyesi. Ekrem dedenin yanında takıyorum. Çıkarayım."

"Çıkar diye demedim. Çok yakışmış Duygu. Sen kahvaltı yaptın sanırım, hala yataktan çıkmadığına göre, ben açım. Hadi çay yap bana."

Kahvaltı, kucak kucağa bir film, ikindi vakti yemek derken Cihan Duygu'yu eve kendisi bıraktı. İki kedi, onların sürüsüne bereket ıvırı zıvırıyla taksi bile almazdı onları. Evin tam önünde durup yardım etti ve oyalanmadan basıp gitti Cihan. Adına bir lekeyi hiç hak etmiyordu Duygu. İnsanlar kazmaya başlarsa, illa bir şeyler bulurlardı ki, buldukları tarihî eser olmaktan çok uzak kalırdı.

"Ben geldim. Yardım lazım bana. Alo, Burak kime diyorum?"

Arabasını kapıda görmese Hülya'ya gitti diye düşünürdü, ama bal gibi evdeydi işte. Cihan mı getirseydi evin içine kadar yani? Hıyarlığından mı yardım etmiyordu.

"Buraaaaaak."

Eve geldiğinden beri yatakta dört dönerek uyumaya çalışan Burak, Hülya aradığı halde yorgunluğunu bahane ederek evde kalmıştı. Neyin alışkanlık neyin yanlış davranış olduğu meselesi kafasını karman çotman etmişken yalnızlık ihtiyacı olan tek şeydi. Ve şimdi bu ses de neydi acaba? Biri adını ezberliyordu sanki. Ne ara uyumuştu, hatırlamadı.

"Ne var kıvırcık? Hapşu. Dediğini yaptın değil mi? İkisini birden beni öldürmek için getirdin."

"Bana ihtiyaçları var. Çok küçükler."

"Sokağa sal bakalım var mı görelim. İkisi de karnı burnunda gelmezse bir şey bilmiyorum ben."

"Sapık, bebeklerim onlar benim. Kapayın siz kulaklarınızı pisilerim. Düzgün konuş onların yanında."

"Miyavlıyor muyum ben? Düzgün konuşuyorum zaten. Anlamazlar beni. Hem anlasalar var ya, bir dakika bile durmazlar senin yanında. Ben koca vadediyorum onlara."

Burak'tan yardım gelmeyeceğini anlayan Duygu iki üç seferde taşıdı içeri getirdiklerini.

"Sanki kedilerimi taşıyacaktım sana? Alt tarafı kumları, yatakları, evleri, oyuncakları... Ne var bunda? Köpek değil diye küçümseyemezsin onları."

Hava sıcaktı hala, kaç tur yapınca çok terledi. Hapşıran Burak, anında kendi antihistaminik, anti alerjik, alerjik rinit, antiDuygu ne kadar ilacı varsa, mutfakta önüne dökmeye başladı. Duygu mama kaplarını doldurup duşa girmeden onun başında dikildi. Hapşırıyordu zaten, bu ilaçlar pek işine yaramazdı.

"Bence alma, alışırsın yakında."

Ona sertçe dönen adamdan bir iki adım gerileyip ellerini havaya kaldırdı.

"Tamam, sen bilirsin Burak Efendi. Sistemin zaten salgıladı histamini, önceden almalıydın. Kaç zamandır biliyordun kedilerin geleceğini."

"Ben şimdi senin sistemine..."

Koşar adım arkasından gelen adamdan kaçıp odasına zor attı kendini. Gülmeye başladığında banyoya girdi. Güzelce duş aldı. Saçlarını biraz kuruttu ve akşam yemeğine ne düşündüğünü Burak'la konuşmak için odadan dışarı çıktı.

...Ve gördüğü manzarayla dondu kaldı. Burak Miya'nın ensesinden tutmuş, onu bahçeye çıkarıyordu. Duygu gizlice izledi bir süre. Mırnav'ı çokyan halletmiş olmalıydı. Zarar vermiyordu onlara, ama kapı dışarı atıyordu.

Burak bahçe kapısını kapatıp ellerini defalarca misafir banyosunda yıkadı, mutfağa geçti ve buzdolabını açtı. Yemeklik bir şeyler çıkarırken Duygu ne kadar aç olduğunu gurul gurul eden karnından anladı, ama sessizce gidip balkon kapısını açtı.

Sonra da aynı sessizlikte arkasından yanaştığı Burak'ın gömleğinin yakasını enseden tuttuğu gibi çekmeye başladı onu. Bahçe kapısına geldiğinde Burak yumruklarını sıkmıştı, ona vurması ihtimal dahilinde olamayacağı için öfkesini o yumruklara yönlendirdi.

"Duygu ne yapıyorsun, bırak beni sürüklemeyi."

"Nasıl hissettiriyormuş ha, nasılmış enseden tutulup kapı önüne konmak? Onların canı var. Cani kornişon. Onların canı yanarsa benim canım yanar, benim canım yanarsa senin canın yanar. Böyle bir denklem var işte aramızda."

"Başlatma denklemine Duygu. Alerjik reaksiyon gösteriyorum. Yüzümün haline baksana."

Bahçe kapısına tutunan adamın önüne geçti. Yüzüne bakarken kızgındı. Sebebi ne olursa olsun kendisini kapı önüne konmuş hissetti. Bu evde ona ait belki de tek şey o iki kediydi.

"Hiçbir şey göremiyorum yüzünde gereksiz, anlamsız, saçma öfkeden başka. Bir de patlıcana benziyor."

"Hapşu. İstemiyorum kedilerini falan. Burası benim evim. Kediler giremez."

"Ah tatlım, öyle mi? Burası senin evinse, ben de senin karınım. Yiyorsa at bir daha bu kedileri dışarı bakalım. Tırmalarım seni. Hırr."

Tırnaklarını çıkartmış iki elini birden Burak'ın yüzüne kaldırmıştı. Bir adım geri çıkmak zorunda kalan adam bir an için gerçekten kapattı gözlerini. Çizik çizik olacaktı saniyeler içinde yüzü gözü.

Beklediği acı yüzüne yayılmayınca tek gözünü açtı. Duygu çoktan arkasına dönmüş, salona girmiş ve pisi pisilemeye başlamıştı. Hiçbir şey talep etmeyen kadın kedi hastası çıkmıştı iyi mi? Burak onu takip etti, kolundan tutup çevirdi kendine. Bu böyle olmazdı. O da hayvan dostuydu, ama kediler hariç.

"Zor durumda kalıyorum kedilerle bir aradayken. Kaşıntı tutuyor, gözlerim sulanıyor, burnum şişiyor. Sana inat değil tavrım, anla. Öleyim mi Duygu?"

Bir süre konuşmadan yüzüne bakan kadının ona acıyacağını falan düşünmemişti elbette, ama sanki ölürsen öl diyecek gibi bakması hoş değildi yani. Yanaklarını şişirdi Duygu, cümleleri içinde şişiyordu resmen. Doldurduğu nefesi bırakıp konuştu.

"Yaaaaniiii, yaşamanın bir yolunu bul. Kediler kalıyor."

"Gidiyor."

"Kalıyor."

"Gidiyor dedim."

"Kararın kesin mi? Kedileri istemiyor musun?"

Ellerini göğsünde kavuşturmuş, sağa sola salladığı başıyla kazandığı zaferi kutlamaktan bir adım ötede gibiydi Burak Efendi. Duygu ağlamaklı bir ifade takındı.

"Haklısın, burası senin evin. Senin kuralların geçerli elbette."

"Anlamana sevindim. Bak yine besle, veteriner, aşı, mama ne gerekiyorsa ben karşılarım. Evden gitsinler yeter."

"İstemez, kalsın. Senden maddi bir destek beklemiyorum. Onların para yerine sevgiye ihtiyacı var. Biz üçümüz Ekrem dedemde kalırız bir süre. O bizi kapı dışarı kovmaz. Para lafı etmez."

"Duygu ben seni mi kovuyorum? Para lafı mı ediyorum? Ne dedesi şimdi? Gel buraya."

Çağırdığında gelen kedileri taşıma evlerine koyan Duygu kapıya gidip şıpıdık terliklerini geçirmişti bile ayağına. Üzerinde ev hali, tek omuzdan düşmüş tişört ve uyluklarını zor kapatan kısa şort da cabasıydı. Saçları nemliydi daha, akşam esen rüzgarda hasta olacaktı bir de.

"Sana diyorum, hey. Dedeme gidemezsin, benim dedem o."

"Gidince sorarım senin miymiş, kiminmiş?"

"O terliklerle, üst başla nereye sen? Plajdasın sanki."

"Düşün artık, nasıl can havliyle attık kendimizi sokağa. Bunları zorlukla giyebilmişim."

Yazdı kadın iki dakikada. Dedem inanır buna.

"Allah kahretsin. Gitme, tamam."

"Ne tamam?"

"Kal dedim işte."

"Tek kişilik konuşuyorsun."

"Tek kişisin zaten Duygu. Alerjik reaksiyonlar da kalabilir. Dedemle aramı açma benim. İnatçı kıvırcık."

Yüzüne yerleştirdiği gülümsemeyle terliklerini çıkarıp az önce yaşanan kavga hiç olmamış gibi salona taşıdı kedileri Duygu. Burak delirecekti. Bin kere hapşırdıktan sonra sorabildi.

"Bir şey unutmadın mı hanımefendi?"

"Hii. Kumlarını değiştirecektim. İyi ki hatırlattın."

"Ne kumu ya? Bana teşekkür etmeyi unuttun."

Az önce Burak'ın elleri bağlı halini taklit eden Duygu zafer kazananın kendisi olduğunu biliyordu. İnatla kabul etmeyen oydu.

"Tatlım, zaten olması gereken oldu diye teşekkür beklememeli insan. Ayrıca sen utanmalısın kendinden. Hatta özür dile Miya ve Mırnav'dan, daha adil olur."

Adil mi? Adil mi? Sokarım adiline? Burnum koptu benim, hanımefendi adalet konuşması yapıyor.

Şaşkınlıktan ağzıyla beraber gözleri de büyüyen Burak hapşırmayı unuttu. O kadar şaşkındı ki.

"Dile hadi tüm gün seni bekleyemem."

"Duygu git işine. Zorlama şansını."

"Kaba adam. Gelin pisilerim. Yemek vereyim size. Baba kovamaz bizi. Korkmayın."

"Duygu onlar senin bebeklerin değil. Sen de onların annesi değilsin. İnsan muamelesi yapma onlara."

Baba mı?

Hiç oralı olmayan Duygu, banyoda kum değiştirme işine koyulmuştu. Burak acele mutfağa geçip yüzüne gözüne su çarptı. Uyuyamazdı bu evde, ölürdü. Her hapşırmada kalp atmayı bırakıyordu, bilmiyor muydu bu kadın? Nasıl hemşireydi? Arka arkaya neredeyse bir saattir kan pompalamıyordu. Belki de çoktan ölmüştü.

"Ben çıkıyorum. Geç gelirim. Akşam yemeği için ne istiyorsan söyle. Para salondaki tv ünitesinde."

"Nereye gidiyorsun, ne kadar geç gelirsin?"

"Kedi olmayan bir eve gidiyorum. Ne kadar geç bilmiyorum. Geç işte. Gece yarısından sonra, sabaha karşı."

Geleceksin, ama değil mi?

Bunu daha düşüncelerinden kelimelere aktaramadan Burak çıkıp gitmişti. Tekrar Cihan'a da gidemezdi. Orada uyursa buraya gelemezdi. Tüm bir akşam geçti, gece yarısı oldu. Saat dörde doğru Burak eve geldi. Duygu kedileri göz önünden kaldırmış, kendi yattığı odaya kapatmıştı. Salondaki kanepe, yemek yemeyi bile unutmasına sebep olacak kadar kımıldamasına izin vermemişti saatlerdir.

"Bu ne tüm ışıklar açık, ev panayıra dönmüş."

Duygu gözleri açık, bedeni bedbaht, gözünden akıp tükenmiş uykular sebebiyle uykusuz vaziyette sadece Burak'a bakabiliyordu boş gözlerle. Burak mutfağa gidip su içti, Duygu aynıydı döndüğünde.

"Zombi gibisin, niye burada yatıyorsun? Bu kadar ışıkta uyunur mu?"

"Uyumamak için açtım zaten. Çok uykum var."

"Gitsene odana. Dün gece de ağrıdan uyuyamadın. Bu gece derdin ne?"

"Gidecek misin tekrar?"

Siktir. Korkuyor. Karanlıktan mı, yalnızlıktan mı? Küfür sana Burak.

"Gitmeyeceğim. Hadi yatağına yat kıvırcık."

Yüzü aydınlanan Duygu, sendeleyerek ayağa kalktı. Bedeni çoktan beyaz bayrak sallamıştı uykusuzluğa. Beyni uyumayınca, diğerlerinin çabası boşaydı. Burak düşmesin diye belinden yakaladı ve Duygu'nun değişen yüzüne rast geldi.

"Kediler burada diye her gece böyle geç geleceksen dışarıda kalma süremiz başlayana kadar Cihan'a vereceğim onları. Özür dilerim. Ben çok seviyorum diye, sen katlanmak zorunda değilsin."

Sesi öyle derinden geliyordu ki, onu çağıran uyku perisine koşmuştu çoktan. Gitmeyeceğinden emin olmadan salondan gidemiyordu. Kedilerinden bile vazgeçecek nasıl bir korku yaşıyordu içinde?

Hem karanlıktan hem yalnızlıktan korkuyordu o. Uyuyamıyordu evde biri yoksa. Cihan hep yanındaydı. Bir kere bile gece işine çıkmamıştı. Burak geç gelirim dediğinde denemek istemiş, kedilerden medet ummuş, geçen saatlerle birlikte hiçbir yerini teslim edemediği uyku, uykusuzluk olarak gafil avlamıştı onu.

"Saat dört oldu. Yat şimdi, bunu sabah çay içerken konuşuruz."

"Tamam, iyi geceler."

Kalan yolu yalnız başına yürürken kalçasından hafif düşen pejmürde şort ve belini kaşımak için kaldırdığı yırtık tişörtün açık bıraktığı tenine takıldı Burak'ın gözleri. Duygu kendi odasının mahremiyetinde gözden kaybolurken gecenin uykusuzu nöbeti Burak'a devretmişti.

"Siktir, Venüs gamzeleri bunlar mıymış? Küfürler kovalasın seni Eylemko. Haksızlık ama bu. Sahip olamayacağım bir kadının beline kondurmak zorunda mıydın yüce Rabbim o çukurları?"








25 Mayıs 2019 Cumartesi

KALBİMİ GERİ VERİR MİSİN? 19. BÖLÜM

Hülya'yı güç bela gitmeye ikna edip Duygu'nun arkasından yürüyerek iki dedesinin olduğu masaya oturdu Burak. Gözleri, ona hiç bakmayan; ama hala Eylem ve Merve ile gülücükler saçarak dans eden Duygu'daydı. Az önce Hülya ile onu görmesi tercih edeceği bir durum değildi ve Hülya nişan günü yine kötü hissederek içmiş, yoldan geldiği için uğrayamamıştı belki davete.

Başkalarına göre eski kız arkadaşı olan kadın, düğüne davet edilenler arasında değildi elbette, ama neden geldiğini az çok anlayabiliyordu. Sevdiği adam ondan bambaşka bir kadınla evlenirken her kadının bu kadarını yapmaya hakkı olurdu galiba. Hak vermese de anlıyordu.

Bu anlayışlar hiç iyi yere gitmiyordu yalnız. Duygu bir ay önce nişanda, Cihan'ın lafını ettiğinde demediğini bırakmamaya ramak kaldığını hatırlıyordu. Kaldı ki, Cihan'ı kimse bilmiyor, tanımıyordu. Görseler bile üstünü örtmek kolay olurdu.

Ya Hülya'yı biri görseydi? Gelen Duygu dışında biri olsaydı...

Cihan da burada olsaydı mesela ve Duygu'yu o şekilde gören kendisi olsaydı...

Siktir. Ne yapabilecektim ki? Çok kötü oldu bu. Yaptığım bir şey olsa gam yemeyeceğim.

Hülya ile seks yapmamıştı, duvar dibinde. Özlemle öpüştükten sonra Duygu geldiğinde, Hülya her şeyi hazırlamıştı, ancak Burak tamamlamamıştı. Bunu Duygu'ya nasıl söyleyecekti, söylemesine gerek var mıydı dedesini dinlemek yerine iç sesiyle kavga ediyordu.

"Alacağım ayağımın altına artık, düğün müğün dinlemeyeceğim ha!"

"Affedersin dede ne diyordun?"

"Sen ne taktın Duygu'ya, karışıklıkta ben göremedim. Aferin dayılarının hepsi bilezik almış, kıymışlar parama."

Burak ne mi takmıştı? Takmamıştı, ama takacaktı. Ona kalsa hiçbir şey takmazdı. Menekşe ablanın yanına o gün, takıları seçme işi bittikten sonra Duygu'yu almaya gittiğinde cebine bir kutu sokuşturmuştu kadın. Ne olduğuna bile bakmamıştı paketini bozmamak için. Şimdi mecburen açıp dedesine gösterecekti. Saçma sapan bir şey olduğunu düşünmüyordu, hatta en iyisini seçtiğinden şüphesi yoktu; ama aklı Duygu'nun düğün sonrası koparması muhtemel fırtınadayken iyiyi kötüyü ayırt edecek hali yoktu.

"Ben evde takarım diye düşünmüştüm. Size göstereyim dede."

Sabah evden çıkarken son anda hatırlayıp atmıştı cebine. Portmantoda anahtar çanağında bulundurması epey yardımcı olmuştu tabii yanına almasına. İçinden ne çıkacağından bihaber dedelerinin meraklı gözleri önünde açtı kutuyu.


İki dedesi ve babaannesinin memnun bakışları altında eğdi gözlerini kutuya. Menekşe ablası ne yapmıştı böyle? Çok güzeldi. Duygu sanki gerçekten karısı olmuş gibi seçmişti tabii bunu. Bilmiyordu ki, sahte evlilik için aşırı pahalı bir hediyeydi.

"Beğendim, aferin. İyi düşünmüşsün. Pırlanta değil mi bu?"

"Evet dede. Duygu'ya daha azını layık göremezdim."

"Peh! Gümüş olsa da ses etmezdi. Maddi kaygısı olan bir kız mı sence o?"

Babasının babası da takdir eden bakışlarını kaldırdı torununun az ileride eğlenen karısına. İki gün önce tanışmışlardı onunla ve ne yalan söylesinler Burak'tan böyle bir performans beklemiyorlardı. Hele babaannesi ve halası delirmişlerdi Duygu için. Tatlı dili, naifliği birinin ölen oğlu, birinin kardeşi olan kadınlar Burak'la gurur duymuşlardı.

Burak da Duygu'ya döndü tekrar. Evlilik sözleşmesini ikiletmeden imzalamıştı. Bu evlilikten çıkarı vardı kesinlikle, yine de eğer imzalamasaydı daha fazlası için mahkeme yolunu açık bırakmış olur, başının ağrıtabilirdi.

Daha onun yanında olmadan, aldıkları bir kıyafeti bile giymemişti. Hiçbir şey talep etmiyordu. Burak üstüne düşen banka ödemesinin bir kısmı dışında para bile vermemişti ona elden. Sonra Porsche vardı ki, onu ikinci gün gelip iade etmişti.

"Değil dede, hiç değil. Yine de yakışır ona, değil mi?"

Menekşe ablası seçimi kendi yaparak Burak'ı utandırmıştı. Burak'ın aklına gelmeyen, gelse bile böylesini seçemeyeceğini bilen birinin odunluğuyla konuyu burada kapatacaktı kendi içinde.

Saatler gece yarısına yaklaştığında suç üstü yakalanmış birinin ezikliğiyle yanaştı Duygu'ya. Tek başına oturuyordu. Bugün için bir hayali daha vardı. En azından bu yüzünü güldürebilirdi. Yani o zaten gülmüştü tüm akşam boyunca, bu kez güldüren Burak olabilirdi.

"Duygu bakar mısın bir?"

Müzikleri her kim ayarlamışsa Duygu halinden memnun sallanıyordu oturduğu yerde. Denize karşı oturmuş, görmeyen gözlerle denize bakıyordu Burak yanına gittiğinde. Ay ışığının oluşturduğu muhteşem yakamozlar Duygu'nun yüzünü aydınlatan tek ışık kaynağıydı.

Yaş ortalamasının oldukça düştüğü ortamda Burak'ın önceden tembihlediği üzere sadece gençler kalmıştı. Ekrem dedesinde kalıyordu Amerika'dan gelen misafirler. Otelde kalmalarına kat'iyen müsaade etmemişti. Onlar da az önce kalkmışlardı.

"Söyle."

"İlk feneri sen yollamak ister misin gökyüzüne?"

Duygu şimdi döndü ona. Dilek feneri hayali için ayarlama mı yapmıştı yani? Başını salladı hevesle. Bunu kendisi bile unutmuştu. Burak ona elini uzattığında tutmadan kalktı yerinden. Tam ilerleyecekken belinden yakalandı yine.

"Nereye böyle yalnız?"

"Ortamlara akmaya."

Nereye olacak, piste.

"Benimle de akabilirsin. Düğün daha bitmedi."

Duygu'yu istediği yere yönlendirince tesis yetkilileri fenerleri dağıttılar. Duygu çok heyecanlı görünüyordu. İlk önce onunkini yaktılar. Gözleri kapanıp dudakları kıpırdamaya başlayınca Burak bir adanmışlığı izliyordu sanki. Gökyüzüne yollayacağı dilek feneri tüm dileklerinin kabulü için tek şansıymış gibi ne varsa sıralıyordu. Hayır, öyle içten öyle doğal yapıyordu ki, aklına dalga geçmek gelmiyordu.

"Her şey çok güzel olacak."

Olmalı. Olmak zorunda.

Gözlerini açıp ilk söylediği şey bu oldu ve tam karşısında olduğu için gördüğü ilk kişi de Burak'tı. Sözlerinin aksine gözleri bok güzel olacak karşımdaki bu hıyarla diyordu adeta. Görmek istediği son kişi olmasa da, ilkinin Cihan olduğunu anlamak zor olmadı Burak için. Bekletmeden feneri azat etti ellerinden. Biraz daha tutarsa içinde yanan mum gibi eriyecekti sanki dilekleri. Herkes ondan sonra saldı mevcut diğer fenerleri. Gökyüzünde ateşler yanmış, şölen düzenlenmiş gibiydi. Büyülü bir andı. Burak bile her şeyin çok güzel olmasını diledi.


Son davetliler de gidince kiraladıkları limuzine bindiler birlikte. Şoför de yerini alınca Duygu Burak'tan en uzak köşeye geçti oturduğu yerde kalmayarak. Camdan dışarı bakmaya başladığında dışarıdan yansıyan dolunayın aydınlattığı ve saçlarının imkan verdiği ölçüde gördüğü kızın minik yüzünden akan yaşlar dikkatini çekti Burak'ın.

"İyi misin Duygu?"

İyiymiş. Yersen. Başını salladı yalnızca. Dönüp bakmadı. Sessizlik istediği barizdi. Burak şikayet edecek değildi bu durumdan. Sadece bu sessizlik eve giden yol bitmediğinde artık sinir bozucu olmaya başladı. Hülya konusunu açmaya karar verdi. Her ne kadar sahte bir evlilik söz konusu olsa da, Burak haksız taraftaydı. Üstelik hakkı olduğu halde ona çıkışmayan kadına karşı kendini sorumlu hissetti. Ya da sorumsuz... Yaptığı tam bir sorumsuzluktu. Ya yapmadığı...

Of! Özür dile gitsin işte Burak. Saçma bir durumdu, kabul et.

"Duygu, bak, ben gördüklerini hak etmediğini biliyorum. Nasıl olduğunu anlamadım; hızlı gelişti, ama biz bir şey..."

"Hak etmek mi? Komik olma Burak. Yirmi üç yılda öğrendiğim bir şey varsa insan sadece hak ettiğini yaşamıyor bu hayatta. Sence benimle evlenmeyi hak ettin mi sen?

Seninle evlenmeyi hak etmek derken...

Burak tam yumuşamaya başlamışken narsizm, egoizm kıvılcımları çakmaya başlayan kadının açıklama hak edip etmediği aşamasına geri döndürdü zihnini. O pantolon fermuarının nasıl açıldığı hala muamma iken bir şekilde açılmış olduğu gerçeğiyle hala hatalıydı ve bir kez daha denemeye karar verdi.

"Biz Hülya'yla birlikte olmadık Duygu. Bizi o aşamada görmüş olmandan dolayı özür dilerim senden."

"Bana ne Burak bundan? Olsaydın, ne güzel daha kolay bulurdum sizi. O halde, yeterince ses gelmiyordu piste kadar."

"Seninle anlaşmak niye bu kadar zor? Çabalamadığımı söylemeyemezsin."

"Çabalamana gerek yok. Bana verdiğin direktiflerde ve ültimatomlarda artık daha az tutucu olmayı öğretti sanırım gördüklerim sana. İnsan yaptıkları ve yaşadıklarından ders almalı neticede."

"Ne demek bu?"

Sakın Cihan ve seks ve Burak üçlüsünü aynı cümle içinde kullanma.

"Şu demek Burak Efendi, birbirimizin seks hayatına karışmama konusu daha bir netleşti kafamda, yine de merak etme, ben Cihan'la orada da dediğim gibi halka açık alanda sevişmem."

Burak Duygu'nun yanına uçtu adeta. Kolunu sıkıp morartmamak için canını daha az yakacağına inandığı şekilde omuzlarından tutup kendine çevirdi.

"Bir bok netleşmemiş kafanda. Duygu Özcanlar oldun sen beş saat önce. Ona göre davranacaksın kıvırcık. Ona göre yaşayacak ona göre nefes alacaksın."

"Bırak beni kornişon. Senin soyadın değişmedi diye mi fuhuş yapma hakkını veriyor devlet sana. Beni şartları hatırlatmak zorunda bırakma Burak. O şartları koyan da sen ve tatlı kız arkadaşındı. Benim fazladan bir talebim olmadı. Birkaç ay süreyle geceleri senin evinden başka yerde kalmayacağım. Ekrem dedeye daima güler yüzlü davranacağım ki, en kolayı bu zaten. Senden boşandığımda hiçbir şey talep etmeyeceğim ki, bunun için kapı gibi sözleşme imzalattın. Senin Hülya ile olan çarpık cinsel yaşamına da ses etmediğime ve etmeyeceğime göre kimin yatağına girdiğim senin sikinde olması gereken bir mevzu bile değil."

Araba nihayet Burak'ın yaşadığı evin önünde durunca dışarı dar attı Duygu kendini. Burak'la aynı havada soluma yapma eylemi bile uğraş isterken, bir de aynı arabayla gelmek için delirmiş olması lazımdı.

Duygu Özcanlar olarak nefes alacakmışım. Benim şu an ruhumu teslim etmemem bile mucize.

"Ben açacaktım kapını, niye indin hemen? İlk dakikada sukoyuver diye bayılmadım paraları size."

Cevap vermedi ona. Şu an tüm varlığını başka bir şeye adamıştı Duygu. Araba yanaşmaya başladığından beri gözüne takılan imgeye doğru hızla yürümeye başlamıştı bile. Cihan'a aitti binanın dibindeki gölge, emindi. Yürümesi koşturmaya döndüğünde Burak kolundan tutup kendine doğru savurdu gelinlikli kızı.

"Aklını mı kaçırdın sen? Koşa koşa bir herifin boynuna sarılmana izin vereceğimi sandın düğün sonrası? Bir gören olacak, yürü eve giriyoruz."

"Sana ne be? Bırak kolumu. Şanslısın ki, izin isteyen yok senden."

"Duygu evimin önündeyiz. Benimle eve gireceksin. Şimdi."

"Kendi düğünümde ve tuvalet dibinde değilim diye mi sorun oldu bu sana?"

Kolunu bıraktı, ama gözleri yerinden kımıldamaması için yeterliydi. Söylediklerine karşı çıkamıyor olması, ellerini iki yanında yumruk yapmasını engellemese de nesine itiraz edecekti? Kadın bal gibi haklıydı, sakince kelimelerle sıçıyordu ağzına yüzüne. Duygu ise çoktan hırsını gömüp Cihan'ın tepkisini çekmemek için orta yolu düşünmeye başlamıştı. Ayıptı gerçekten, bir gören olabilirdi. Ekrem dedenin kulağına giderse Duygu'nun bittiğinin resmiydi.

"Sarılmayacağım Burak. Göreyim bir. Kaç gündür görmüyorum doğru dürüst, o hazırlık bu tanışma derken."

Burak burnundan solurken onu bu şekilde tutamayacağını biliyordu. Bir şekilde zaten giderdi ki, üstünlüğün kendisinde kalmasını istiyorsa eğer, izin veren gibi görünmeliydi.

"İki dakika sonra salonda ol."

Duygu'nun aydınlanan yüzü karanlık geceye inat kuzey ışıkları gibiydi. Anında Cihan'a doğru, bu kez daha sakin tavırlarla yürümeye başladı. Tam karşısına geldiğinde bir terslik olması ihtimali doldu zihnine.

"Cihan, sen iyi misin?"

"Çok güzel olmuşsun küçüğüm. Canını mı yaktı o hıyar senin?"

İçmiş, iyi de niye?

"Sahte bir gelin ne kadar çok güzel olabilirse o kadar işte... Niye içtin Cihan bu kadar?"

Ondan başkasıyla evlendiği için, bu evliliği daha önce akıl edemediği için, bu gecenin hiç gelmemesi adına artık yapabileceği hiçbir şey olmadığı için, için de için... Ne fark ederdi?

"Gerçekten melek gibi görünüyorsun. Beyaz ne çok yakışmış. Canını mı yaktı dedim? Kolunu tuttu."

"Hayır Cihan, benim canımı yakamaz o. Hem bırak melek gibi olmuşsunları falan. Uzun bir yolculuk öncesi tiradı lazım değil bana. Yarın sabah gelirim zaten evimize."

"Gelir misin gerçekten?"

Nasıl soru bu? Sarhoş bir adamla inatlaşma Duygu. Cevapla, geç.

"Geleceğim tabii. Sen neyle geldin? Lütfen araba kullanma böyle."

Elini yüzüne doğru kaldırdı, ama dokunmadan indirmeye yeltendi. Duygu tuttu, yanağına bastırdı o kocaman eli.

"Git hadi Duygu, dikkat çekiyoruz böyle. İyi geceler küçüğüm."

"Cihan söz ver. Taksiyle döneceksin. Hatta gel bindireceğim seni."

"Söz küçüğüm. Araba kullanmayacağım."

Belinden sarıldı adama. Gelinlikle sarıldığı kişi illa sevgilisi olmak zorunda değildi ya. Kim görürse görsün, kim ne derse desindi. Cihan Hülya şıllığı gibi taşkınlık yapmak için düğün basmamıştı. Evlenen çiftin bir üyesini tuvalet duvarı dibinde becermeye çalışmamıştı. Üstelik becerememişti bile. Cihan olsaydı Duygu çoktan almıştı onu içine kimsenin ruhu bile duymadan; ama her şeyin yeri ve zamanı vardı. Düğün bu adilik için fazla masumdu. Tüm sahteliğine rağmen üstelik. Madem bir anlaşma söz konusuydu, Burak Efendi de üstüne düşeni yapacak, ha unutursa da kafasına vura vura Duygu öğretecekti ona.

"Gece kalamayacağım biliyorsun; ama tüm gün birlikte oluruz. Hem Miya'yı da hazırlarım. Dönüşte alırım."

"Kalsın biraz daha bende. Hepten gitme benden."

Cihan saçmalıyordu. Duygu sineye çekecekti. Yarın soracağı hesabı ayık kafayla hatırlamasını istiyordu. Yanağına öpücük kondurup eve yürüdü ağır adımlarla. Burak eve girmiş, göremediği tarafta kalmış ikiliyi deli gibi merak ediyordu. On dakikadır yukarı çıkmayan kadın adamın delirmesi için gerekli tüm şartları sağlıyordu.

Nihayet açık bıraktığı kapı kapandığında dönebildi boynunu zürafa gibi başarısızlıkla uzattığı camdan. Sakin kalmaya çabaladı. İkisi de öfkeliydi. Öfkenin neler getirebileceğini yıllar önce deneyimlemişti Burak. İçinden ona kadar saymaya başladı.

Duygu ise çoktan ona ayrılan odaya geçmişti bile. Yanına gelmemesi iyiydi bir yerde; ama takısı vardı takılacak. Yarın dedesine kahvaltıya gideceklerini de söylemeliydi. Halası adetten olduğunu söylemişti düğünden ayrılırken. Hem onlar da yarın akşamki uçakla döneceklerdi Amerika'ya. Gitmeden son bir kez görmeleri iyi olurdu.

Odaya girince hemen üstündeki gelinliği çıkarıp kendini duşa atan Duygu, akan suyla birlikte gerilen tüm sinirlerinin buharlı ütüyle müdahale edilmiş çamaşır gibi açıldığını hissetti bir süre. İyi hissediyordu şimdiden. Yatıp hemen uyumak, bugünü, gördüklerini, yaşadıklarını uyku süresince de olsa unutmak istiyordu. Hem kim bilir, belki de bu bir kabustu ve uyandığında Cihan'ın onu sımsıkı saran kollarında olacaktı.

Pijamalarını giyer giymez yatağa girdi ve girer girmez de uykuya daldı. Burak mutfağa geçip kahve koydu. Çay olsa daha iyi olurdu; ama Duygu'ya yap diyemezdi. Hem yap dese de yapmazdı ki, minnet etmek için geç bir saatti.

Uyuyamayacağının bilincinde ruh haliyle aynı renk koyu bir kahve iyi giderdi. Duygu da sakinleşip çıkardı birazdan odadan. O zaman konuşurlardı iki medeni insan gibi. Kahve olurken odasına çıkıp halletti üstünü başını. Hülya arıyordu şimdi. Saat ikiye geliyordu ve bu telefon görüşmesi için yeterince koyu kahve içmemişti henüz. Basiretsizliğinin gizli öznesi oydu ve onu görünür yapmayacaktı bu saatte.

Tekrar mutfağa giderken Duygu'nun sesini duydu. Kapıya yanaştı iyice. Söz veriyorum diyordu. Defalarca yineledi. Cihan'a kim bilir ne için söz veriyordu.

"Biz kalp kırdık diye üzülelim, kız arkadaşımızın telefonunu açmayalım, hanımefendi telefon seksi yapsın."

Hırsla döndü mutfağa ve kahve koydu kendine. Salona geçtiğinde biraz televizyon izlemek için kumandayı eline aldı. Kumanda olduğunu sandığı şey işlevsiz kalınca elinde tuttuğu aygıtın Duygu'ya aldığı telefon olduğunu fark etti. Telefon seksi yoktu o zaman.

Duygu döne döne söz verirken babası hala sürdürüyordu aynı repliği.

"Söz ver Duygu. Söz ver kızım. Dediklerimi unutmayacaksın."

"Söz veriyorum babacım. Asla unutmayacağım. Ezberledim hepsini."

"Aferin benim güzel kızıma. Aynı annen gibisin. Onun saçları da böyle kıvır kıvırdı. Çok güzeldi. Sen ona benziyorsun."

"Biliyorum fotoğraflarından."

"Annen için de söz ver bana. Senden vazgeçmedi. Kendinden geçti; ama seni bırakmadı güzel kızım."

"Tamam babacım, söz."

"Ne olursa olsun, çaresiz gördüğün kim olursa olsun yardım edeceksin. İnsan yaptıklarından çok yapmadıkları için pişmanlık duyar ki, içinde bir acaba oluşmasına hiçbir zaman izin verme Duygu. Acaba yardım etseydim farklı olur mu diye düşünme. Olur güzel kızım. Her şey çok farklı olur çaresiz birine yardım ettiğinde. Söz ver bana."

Altı yaşında, babasının ölüm döşeğinde takılan kaset gibi tekrarladığı bu cümlelerini hiç unutamadı Duygu. On altı yaşında kendisi çaresizliği dibine kadar yaşamışken ona uzanan bir elle değişen hayatı ona arkasında asla birini bırakmamayı da öğretmişti. Babasının sözleri daha anlamlı olamazdı.

"Söz veriyorum. Söz veriyorum. Gitme babacım."

"Hadi gel Duygu."

"Hayır, bırak beni. Babamla kalacağım ben."

"Duygu kalamazsın burada tek başına."

"Kalırım. Bizim evimiz burası. Babam ve annem yine geldiklerinde evde beni bulamazlarsa nasıl girsinler eve?"

Sayıkladığının bilincine kapıya sertçe vurulma sesiyle varabildi Duygu. Ne oluyordu? Yanaklarının ıslaklığını da fark etti o anda. Kapısı hala vuruluyordu. Cihan yanında yoktu.

"Kahretsin evlendim ben. Hem de sana verdiğim sözü tuttuğum için baba. Hani her şey değişirdi? Hayatım alt üst oldu."

Gidip kapıyı açtığında endişeli bir Burak görmeyi beklemiyordu. Sinirli bir Burak, evet o kapı vurulmasına beklediği oydu.

"Ne diye kilitledin kapıyı? Aklım çıktı Duygu."

"Yabancı bir adamla aynı evdeyim. Tabii kilitleyeceğim."

"Hasbinallah... Tecavüz mü edeceğim senin sıska bedenine?"

"Bildiğim iyi oldu. Senin yanında zayıf kalarak namusumu koruyabileceğim demek ki. Sapık küfür."

Burak bir an sapıklık mertebesine layık görülmek için ne dediğini düşündü. Sonra gülmeye başladı. Kadın uyku sersemi bile faka basmıyordu, ağız dalaşından geri durmuyordu. Ailesi işin içine girmeden yedirdi yine küfür kıyameti.

"Haklısın, tuhaf oldu biraz. Ne ara uyudun da sayıklama aşamasına geçtin sen ya? Ağlamışsın, iyi misin?"

"İyiyim. Sayıkladım diye mi kıracaktın kapıyı?"

"Başta telefonla konuşuyorsun sandım. Salondaymış telefonun. Kime söz veriyordun öyle."

"Kendime. Uykum bir kornişon tarafından bölünürse onu öldürmeyeceğime dair kendi kendime ant içiyordum. Şimdi, başka bir şey yoksa güzellik uykuma döneceğim."

"Güzelleşmek için uykudan fazlasına ihtiyacın var kıvırcık."

Ben senin güzellik anlayışının ta... Senin Hülya güzellikte uzay çünkü.

"Kilo mu alayım bir de? Sağol kalsın."

Sabır Allah'ım sabır. Delirme Burak. Daha çok gençsin. Genceciksin. Körpeciksin.

"Kahve yaptım, içer misin diyecektim; ama maşallah çeneni duyan yeni uyanmış demez."

"Ne der peki? Aa bir dakika ne dedikleri hiç umurumda değilmiş meğer. Ayrıca ben uyuyacağım diyorum sen kahve diyorsun. İyi geceler."

Yüzüne kapanmak üzere olan kapıya son anda ayağını uzatarak engel oldu Burak. Takacağı bir yüz görümlüğü vardı. Dedesine evde takarım dediğinde adını öğrendiği şey yaşlı adamın çok hoşuna gitmişti. Sonra sabah kahvaltı işini haber vermeliydi. Yoksa uyanır uyanmaz onu evde bulamayacak hissi beliriyordu içine. Bir saat kadar önce Cihan'a koşmaya yeltenmesi gözünü açar açmaz, yüzünü bile yıkamadan soluğu onun yanında alacağının habercisi gibiydi.

"Kahvem soğudu senin yüzünden. Ayakta yoruldum. Salona gel iki dakika. Konuşmamız lazım."

Yürümeye başladığında Duygu açılan uykusuna mı yansa, açan Burak olduğu için ona mı sövse kararsızdı. Ne konuşacaktı gecenin bir yarısı onunla sanki? Takıları mı isteyecekti? Ya da onları mı sayacaktı?

"Sabahı bekleyemez mi bu konuşma?"

"Salona dedim Duygu. Ben de yanıp yıkılmıyorum bu saatte seninle sohbet etmeye."

Salona geçtiklerinde kocaman esneyerek ne kadar uykusu olduğunu Burak'ın gözüne sokmak istese de adamın pek taktığı söylenemezdi. Yavaş hareketlerle kupasını ağzına götürüyor, ondan da yavaş geri indiriyordu kucağına. Duygu bir ara o kadar zaman geçtiğini düşündü ki, Burak, boş bardağı sırf inadına kaldırıp indiriyor bile olabilirdi. Burak aklındakileri toparlamaya çalışırken Duygu dayanamadı.

"Sabahı bekleyecekmiş işte konuşma, ne diye yatakta sabahlamak varken kanepede eziyet çekiyorum."

"Dedeme kahvaltıya gideceğiz sabah. Halam on gibi gelin dedi."

Ne diye düşünüp kasıyorsam kendimi? Karşımdaki alt tarafı hırsız Duygu.

"Pardon! Bir an gideceğiz dedin sandım. Uykum var ya, ondan olsa gerek."

"Gideceğiz dedim zaten."

"Hadi ya? Durum bildiyorsun yani. Gidelim mi, gidebilir miyiz, gitsek mi gibi soru cümleleri beklemem tamamen benim hatam."

"Senin başka bir programın mı vardı karıcım? Evliliğimizin ilk sabahında hanımefendi yatakta kahvaltı bekliyordu galiba?"

"Ben Cihan'a gideceğim. Kahvaltıyı da onunla yaparım."

Burak elindeki kupayı öyle sert bıraktı ki koltuğun ahşap kenarına, Duygu etrafa saçılan kahvelerle içindekinin bitmemiş olduğunu anladı. Ne diye sinirlendiğine kafa yorması gerekirken o, benek benek olan kumaştaki kahve lekesinin nasıl çıkacağını düşünüyordu.

"Biz seninle ne konuştuk? Salak mısın deyince kızıyorsun sonra. Unut kıvırcık Cihan'ı falan."

"Gece kalmak yok diye konuştuk. Ben o odaya girmeden biraz evvel, ki;  bu da bir saat öncesi oluyor, şartları tekrar bildirim geçmiştim sana. Unutmuş olmak için fazla salak olman lazım. Gündüz istediğim gibi giderim."

"Yarın değil, tamam mı? Dedemler Amerika'ya dönüyor ve düğün sabahı adettenmiş, el öpmeye gidilirmiş büyüklerin evine. Çanta gibi seni yanımda taşımaktan haz duymuyorum ben de. Ama annem babam olmadığı için dedeme gideceğiz. Bitti."

Sesini yükseltince yerinde sindi Duygu. Ona doğru bir hamlesi yoktu; ama yüksek sese tahammül edemiyordu. Küçük harfle konuşulunca da anlardı o, ne diye bağırıyordu ki? Burak son sözünü der demez odasına çıktı. Kalıp cevap beklerse ve Duygu büyük ihtimalle karşı çıkarsa kalbini kıracağını biliyordu. Bir kadına bağırmak bile zoruna giderken Duygu ayarlarıyla oynuyordu. Yoksa ne diye bağıracaktı elin kadınına.

"Bir de Cihan diyor ya. Ben dedem diyorum o Cihan diyor."

Duygu tekrar yatağa girdiğinde döndüğü sağlar sollar bitmek bilmedi. Sabah ise olmak bilmedi. Burak'ın onu uyandırdığı saatte Cihan'ı aramış olsa kafayı yiyeceğinden emindi. Aksine de ispat edemezdi onu. Burak'ı kesmeye gelirdi doğruca. Basit bir kahvaltı için olduğuna hayatta inanmazdı. Yatarken bir de kabusunu düşündü. Babasını görmek kabus değildi elbette; ama sonrasında onu alan kişiye kadar ilerlememişti gördükleri.

"Bu yüzden kabus değil miydi zaten? Bu yüzden unutmadım mı ben her şeyi? Geçmişim ne diye hortladı yine?"

Ne zaman uyuduğunu bilmeden yine kapısının vurulma sesine uyandı.

"Yine mi ya? Lütfen Allah'ım bu sefer kabussa da razıyım. Ses kesilsin ve ben biraz uyuyayım."

"Duygu saat dokuz buçuk hadi, uyan. Fırından bir şeyler alacağız daha, saat on demişti halam."

Bir hışım kapıyı açtığında Burak onun içinden geçeceğini sandı. İyi fren yaptı doğrusu. Çarpmadan durdu.

"Sana da günaydın Burak Efendi. Bir kadın nasıl uyandırılmaz en güzel örneklerini sergiledin dün geceden beri. Ne maharetlerin varmış senin öyle ya?"

"Niye kilitli yine bu kapı? Sakın bir daha kilitleme."

"Dün gece konuştuk bunları. Tekrarlatma bana."

"Duygu ya doğal afet falan olsa, yangın çıksa, hırsız girse, tamam onun için iyi olabilir; ama diğer her şey için risk barındırıyor kilitli kapı. Kilitleme işte. Benden çok korkuyorsan yastığının altına bıçak koy gece yatmadan. Beş dakika içinde çıkıyoruz, hazırlan hadi."

Duygu bir şey diyemedi.

"Bak insan gibi konuşunca nasıl da anlıyorum. Tamam hazırlanıyorum hemen."

Tuvalette işi bitince Burak'ın getirdikleriyle hemen giyindi. Salondan telefonu aldığında hazırdı. İki dakikası kalmıştı hatta. Saate baktığında gelen mesajı fark etmesiyle kanepe çökmesi bir oldu. Cihan mesaj atmıştı.

*Her şey hazır küçüğüm. Fırına gidiyorum. Çay ellerinden öper sadece :)

Gözyaşları şelale olmuş akarken onu arayamayacağını biliyordu. Konuşursa daha kötü olurdu.

"Ne oldu yine kıvırcık?"

"Yok bir şey. Ne kadar sürer işimiz kahvaltıda?"

"Ne bileyim ben? Kahvaltı, biraz sohbet o kadar sürer işte. Havalar güzel hala. Kesin kamelyada hazırlamışlardır. Açık havaları kaçırmaz bizimkiler. Hadi hadi. Yolda sor ne soracaksan."

Yolda hangi birini yapacaktı? Deli gibi ağlayası vardı önce. Sonra ağladığını gittikleri yerde olanlar çakmasın diye bir çözüm bulmalıydı. Bir de Cihan'a gelemeyeceğini söyleyecekti ki, bunu yapabileceğini sanmıyordu. Bugün bitene kadar ölü taklidi yapsa yer miydi acaba? Fırından bir şeyler alınca yirmi dakika içinde gelmişlerdi villaya. Duygu hiçbirini yapamadığı gibi arabadan da inemedi.

Gerçekten de mükemmel bahçeye hazırlamışlardı her şeyi. Ona mükemmel gelmiyordu sadece. Cihan'ın aradığını bildiren melodi çalmaya başlayınca Burak kapısını açmış ona bakıyordu soran gözlerle. Herkes onlara doğru gelirken nasıl cevaplayacaktı ki çağrıyı? Yüzünü gözünü zor toparlamıştı. Yerleştirdiği gülümsemeyi oturtmayı başarmış olmalıydı ki, diğerleri de gülüyordu.

"Aferin vallahi. Diğerleri içinden ilk sabah gelen tek çift sizsiniz. Bir Merve kaldı gerçi evlenmeden, o da gelir mi meçhul?"

"Günaydın dedem, rahatsız etmedik inşallah."

"Duymamış olayım. Gençler hatırımı sayıp evime gelecek ben de rahatsız olacağım, çok mutlu ettiniz bizi."

"Hadi halacım geçin hemen masaya. Ay ne zahmetler ettiniz. Enişten almıştı bir şeyler."

"Olsun hala. Yolda yersiniz."

Dört dörtlük kahvaltı masası ilk kez dikkatini çekmiyordu Duygu'nun. Elleri boş dönüyordu her defasında almak istedikleri üzerinde dolaşıp. Çay da tat vermiyordu. Bir fırsatını bulup tuvalete geçtiğinde midesi gibi kafası da boş olduğundan elinde telefon mahsur kaldı orada bu kez. Son bir gayretle korku ve ecel ikilisinin birbirine olan hasımlığından bastı arama tuşuna.

"Duygu?"

"Cihan çok özür dilerim. Ben dönemedim hemen sana."

"Anladım küçüğüm, dert etme. Müsait olsan dönerdin. Ben dün gece yarın gelirim deyince, öyle kendimce kahvaltı diye düşündüm."

"Uyanır uyanmaz gelecektim; ama Ekrem dede çağırmış kahvaltıya. Sabah Burak uyandırdı, o zaman söyledi."

Burak mı uyandırdı? Öperek deseydin bir de. Burak haklı, salağım ben.

"Orada mısınız şimdi?"

"Evet. Amerikalı dedeler de var. Bu akşam döneceklermiş, birlikte olmak istemişler gitmeden."

"Tamam Duygu. Sesin bu yüzden mi böyle suçlu geliyor? Lütfen saçmalama. Bazı şeyler eskisi gibi olmayacak, bunun az çok farkında olmamız lazımdı."

"Hayır, olacak. Bugün sadece izin ver bana."

Yine ağlamaya başlayan Duygu kapının tıklatılmasıyla yerinden sıçradı. Tuvalette bile bu Özcanlar'dan rahat yoktu.

"Kızım bir sorun yok değil mi? Deden tansiyonunu ölçer misin diye soruyor."

"Tamam hala, çıkıyorum hemen. Cihan?"

"Git sen. Beni düşünme sakın. Sadece daha erken haberimin olmasını sağla olur mu? Daha fazla uyurdum."

"Yalancısın. Yine de seni çok seviyorum."

"Ben de küçüğüm. Miya'nın selamı var. Öptüm. Bekletme hadi."

Çişini yapamadan yüzüne gözüne su çarpıp çıktı tuvaletten. Tansiyon, kahve, kedilerle ilgili sıkıntı derken bir saati de öyle yediler.

"Ya işte böyle. Anası aldı diğerini gitti. Bu Mırnav mı neydi, başıma kaldı. Daha küçük olmasa bakarım da şimdi birini bulmak lazım."

"Ben alırım dedem, düşünme sen."

"Ne yaparsın ne yaparsın? Hapşu. Nereye alıyorsun sen onu?"

"Bizim eve tabii. Nereye olacak Burak?"

"Konuştuk bu konuyu. Kediler giremez benim evime."

"Hatırlıyorum sevgilim. Şansa bak ki, artık bizim evimiz. Yani artık girebilir tüm kediler. Hem Miya'ya da arkadaş olur. Evlenmeden önce eve aldığımda iyi anlaşmışlardı."

"Ay çok tatlı bu gelin hanım, değil mi anne, baba? Keşke daha fazla vaktimiz olsaydı, biletleri mi değiştirsek, bir hafta sonra gideriz. Ne dersin hayatım?"

Sakın böyle bir şey yapmayın. Lütfen. Çok rica ederim. Kahvaltı ettik bitti. Akşam uçağıyla ver elini Amerika. Burada macera falan da yok. Küfürlerim bitti yemin ederim.

"İyi fikir hala. Zaten yılda bir kez ya görüşüyoruz ya görüşmüyoruz. Kalın biraz daha."

Ekrem dede, sonsuz misafirverliğiyle onaylayınca uzattılar mı sana on gün daha? Vallaha uzattılar. Bir hafta oldu sana artı üç gün daha. Kalmaları bir şey değil, her gün yapılan gelişi güzel programlar hem Duygu'nun hem Burak'ın elini kolunu bağladı. Güya balayında olan çiftin zamanı Ekrem dedenin mütevazı villasında geçti neredeyse.

Gidecekleri gün onları hava limanına götüren ikili, dönüş yolunda çoktan birbirlerini gırtlaklayacak hale gelmişti. İkisinin de birbirlerine bağımlı olması yetmezmiş gibi, geceleri de sevgili hasreti çekiyorlardı. Misafirler gitmeden kedileri de alamamıştı. Cihan'ı bir kere, ergenler gibi, bir kafede buluşarak görebilmişti.

Bitti. Sondu bu gece. Ekrem dede hemşiresine ve yardımcısına dünürleri var diye izin vermişti. Bu gece orada kalacaklar, yarından itibaren de özgür olacaklardı.

Akşam yemeğinden sonra rutin ilaç alımı ve kontrollerinden sonra saat on bir gibi uyumaya gitti yaşlı adam. Duygu yavaştan gelen ağrılarla regl olacağını anladı ve tedbirini alıp odaya geçti. Burak'la anlaşmışlardı ve dedesi sabah uyanmadan kalkacaklardı. Tabii kalkmak için önce uyumak lazımdı.

Ağrıları artan Duygu ağrı kesici avına çıktı sabahın beşinde. Telefon ışığıyla çekmeceleri açıp kaparken salon ışığı yandı ve Burak'a yakalandı.

"Ne işin var sabahın bir körü hırsız gibi salonda?"

"Burak yeter artık. Gibisi fazla, zaten hırsızım ben. Dikkat et, senin aklını da başından almayayım. Aa, pardon çalmayayım."

"Ne işin var dedim? Parmak uçlarında geziniyordun."

"Ağrı kesici arıyordum. Karnım ağrıyor. Dedeni uyandırmak istemedim."

"Niye ağrıyor karnın?"

"Kadınsal."

"Gel vereyim. Nerelerde yaşadıysan artık, ağrı kesici salonda olmaz, bir ihtimal mutfakta olur."

Ailenin akıl küpü sensen, vah ki vah!

Duygu önce mutfağa gidip araştırma yapmıştı zaten. Ne mutfak dolabında ne buzdolabında ilaç namına bir şey vardı. Ekrem dedenin odasına girme şansı olamayacağı için bir ümit salon gelmişti aklına.

Burak mutfağa gitmişken Duygu ona aldırış etmeden kendi yattığı odaya döndü. Eli karnını ova ova yatağa girdiğinde inlemelerini el ve ayak uyuşmaları izledi. Daha fena ağrı gelip saplanacaktı ve mide bulantısı kısmına geçmeden uykuya dalmayı diledi.

Hıyar Burak mutfakta bulamadığı ilaçları soksun bir tarafına.

"Ayyy! Çok ağrıyor annecim."

En az on dakika boyunca mutfakta bakmadık yer bırakmayan Burak kendine küfretti. Yine yargısız infaz yapmıştı, yine Duygu'yu hor görmüş, hırsız diyerek incitmişti. Peki neden buraya çoktan baktığını söylemiyordu ki?

"Çünkü bir kere olsun hıyar olmazsın diye umuyordur da o yüzden. Pardon kornişon."

Söylene söylene, salonda bulamadığı kadının yattığı oda kapısının önüne geldi. Tıklatıp kapıyı açtığında, yatakta top gibi iki büklüm olmuş halini görünce ne yapması, ne söylemesi gerektiğini tarttı kafasında. İnliyordu ve ondan gelecek yardımı kabul etmeyeceği açık şekilde, onu bırakarak girmişti yatağa.

"Duygu, ne kullanıyorsun normalde? Nöbetçi eczaneden gidip alayım."

"Böyle zamanlarda genellikle empati duygumu kullanırım peşin hüküm vermeden önce. Onu da nöbetçi eczanede bulamazsın. Ayyy!"

"Tamam, söyle işte. Dedemde yoktur ihtiyacın olan şey. Ne lazım?"

"Biraz huzur. Git uyu Burak. Ağrır ağrır geçer."

İnatçı kıvırcık.

"Cihan böyle yapmıyordur tabii. Ne zaman neren ağrıyorsa empati kuruyordur seninle. İnatlaşmasan olmaz mı? Gidip alacağım diyorum işte."

Duygu konuştukça sanki, daha fazla ağrıyan karnıyla bu adamın ne zaman laf anlayıp onu rahat bırakacağını merak ediyordu. Uyursa uyandığında ağrısız kalkma ihtimali vardı ve konuştukça geçen süre zarfında daha fazla uykusu olmuyordu.

"Ben senin derdini anlamıyorum ya. Cidden anlamaya çalışıyorum, ama anlamıyorum. Parmak uçlarımda gezinmeyeceğim işte artık. Kapını kapat inlemelerimi duymazsın."

"Duygu, dedem uyanır birazdan. Rica ediyorum. Görmesin beni böyle. Lütfen diyorum."

"Ne o hergele? Daha on günde yataktan mı kovuldun? Gir içeride özür dile karından. Benim evimi mi buldun kapı dışarı edilecek. Bir gece ayrı yatmadım karımdan, bir gece. Bu gençler tövbe tövbe."

"Tamam dede."

İçeri girip kapıyı kapatan Burak'a anlamsızca baktı Duygu. Cesareti nereden aldığını sorgulama takati diledi bir yerlerden.

"Hayırdır Burak? Ağrıdan ölürken elimi mi tutacaksın? Çık hemen, en başta niye girdin odama hem?"

Nasıl çıksındı Burak şimdi? Emir en büyük yerdendi. Ondan büyük yoktu neticede bu evde ve dedesi ortalıkta gezinirken nah çıkardı dışarı. Azarı bir kere yemişti.

"Yüz görümlüğü takmaya geldim, müsaade var mı?"