27 Temmuz 2019 Cumartesi

KALBİMİ GERİ VERİR MİSİN? 31. BÖLÜM

Daha önce kilerinden girerek mutfak ve ana giriş dışında hiçbir yerini görmediği görkemli villanın salonundan merdivenlere giden koridorda Burak tarafından çekiliyordu Duygu. Çekiliyor demek ne kadar doğruydu, yalan makinesine bağlasalar, alet tüm Tuzla'da duyulacak kadar şiddetle öterdi. Akıbetini kestiremediği, Burak'ın her zamanki kibarlığından(!) ödün vermeden salondaki diğer dört çifte büyük abdestlerini yedirdiği, ikinci kattaki çift kişilik yataklı yatak odasına doğru adımlıyordu. İstemiyordu da yan cebine mi koysaydı Burak?
Kapının önüne kadar vardıklarında Duygu, ona açılan kapıdan içeri girmedi. Giremedi. Çekiştirilmediğini, sahte kocasıyla itirazsız geldiğini kabul etmişti; ama içeri girecek kadar cesareti yoktu. Koca sahteydi belki, ancak öpücük içini ve hali hazırda bacaklarını titretecek kadar gerçekti. Girerse ve Burak ona tahmin ettiği niyetle yaklaşırsa hayır diyecek iradeyi hiçbir yerinde bulamazdı. Bekledi. İçeri çekilmeyi belki de... İradesi olmayan her insan gibi bir seferlik yönetilmeyi bekledi.
Gel ya da git de bana. İkisini de yaparım ve nasıl bir ikilemse bu, ikisinden de pişmanlık duymayacak gibiyim.
Burak içeri girmeyen kadına baktı kapı eşiğinde. Duygu'nun onu gerçek bir öpüşmeyle ödüllendirdiğini yanlış anladığına inanmayı reddediyordu tüm sistemleri. Sahte olamayacak kadar ılıktı, baskındı, hissedilirdi. İlk yaklaşan oydu. Burak karşılık verdiğinde geri çekilmeyen de oydu. Salondan buraya kadar iki katı; ses etmeden, yatak odasında neler olabileceğini bilmeyen bir kadın gibi mi tırmanmıştı yani? Ya da... Herkes onları olağan seyrinde gerçekleşen bir düğünle evli bilirken beklenen şeyi yapmış, onu öpmüş, Burak'ın oda için çıkış yapacağını aklına bile getirmemişti. Eylem ve Teoman'ın, Merve'nin gerçeği biliyor olması, o an önemsizleşti. Duygu bunu bilmiyordu ve rol yapmıştı. Onu bozmamaya karar verdi.
"Korkma, seni yemem. Kapıda mı duracaksın böyle?"
Kendisi içeri girdi ve kaptım diye sevindiği en büyük yatak odasında, yere kadar uzanan camdan görmeyen gözlerle arka bahçeye baktı. Yetersiz kalan ışıklandırmayla baktığı kısım, Duygu'nun hırsızlık için villaya gittiği zaman ara yollardan geçerek arabasını park ettiği ve ondan önce girişte yerini aldığı yerdi. Duygu da geldi yanına. Sessizliğine ortak oldu.
Ağır adımlarla, ondan daha ağır düşüncelerle geldiği yerde, aşağı bakmaya başladı Burak'la. Onu buraya getirmesindeki amaç, belki daha fazla devam edemediği öpüşmeydi. Kafasında netleştiremediği kısım, Burak'ın sıradan davetiyle berraklaşmaya başladı. Saat iyice ilerlemişti ve ayrı yatacakları bir odayı seçemeyeceklerini garantilemişlerdi işte sarı balonları büyük bir hevesle ilk patlatarak. Diğerlerinin gözünde onlar büyük bir düğünle evlenen, birbirini çok seven bir çiftti.
Ne bok yiyeceğiz şimdi? Burak bir şey de.
Duygu bahçe ışıklandırmasını bile etkisiz hale getiren sıklıktaki onlarca ağaca bakmaya devam etti. Bazen görünmeyene bakmak dinlendirirdi onu. Göremediği duyu organı yerine daha iyi düşündüğü, daha yerinde karar aldığı olurdu. Şimdi karar vermek için o zihne her şeyden çok ihtiyacı vardı. Burak ise çoktan dönmüştü yüzünü ona doğru. Ne düşündüğünü daha önce bu kadar merak ettiğini hatırlamıyordu. Belki Venüs gamzelerini bilip bilmediğini merakı ağır basardı; ama şimdi zaman o gamzeleri görüp göremeyeceği, öpüp öpemeyeceği Duygu'nun düşüncelerini çözümlemesinde yatıyordu. Bir ipucu için yemlemesi gerekecekti.
"Sen yatakta yatarsın, ben kanepeye uzanırım. Sabaha bir şey kalmadı zaten."
Duygu onun varlığının sadece yan yana bile ağır baskısı altında, hafif terle karışmış kendine has kokusuna fazla yakındı. Demin aşağıda onu öpmekten ölesiye haz almıştı, şimdi bunun Burak için ne kadar anlamsız olduğunu görerek pişmanlık duyuyordu. Duydukları on dakika içinde bu denli farklılaşabilirdi ancak. Ayrı yatacaktı ondan. Bu da bir yönetilmeydi kısmen. Kendisi o kararı da veremezdi.
"Ben kanepede yatarım, senden daha ufağım. Sen sığmazsın."
Seni altıma alıp öyle bir sığarım ki... Gurur duyarsın benimle.
Burak bu teklifi kabul etmesini beklediği Duygu'yu tanımadığını bir kez daha görmüş oldu. Tuvalet dibinde onu Hülya'ya nispet için öpen kadın, anlaşma şartlarını yerine getirmek için zaman ve mekan farkı gözetmiyordu. Aşağıda olan herkes ikisinin kör kütük aşık olduğuna inanırdı. Neredeyse Burak bile inanacaktı, onlar ne yapsın?
"Sen misafirsin, senin hakkın yatak. Ben dolaptan yastık ve örtü alayım."
"O zaman o yastığı aramıza koyalım. Yatak yeterince büyük Burak."
"Emin misin? Yastık kayar, yanlışlıkla orana burana değerim, sapık damgası yemek istemiyorum."
"Aynı şey benim için de geçerli. Ben de yapabilirim dediklerini."
Hazırcevap olmana da bayılıyorum. Allah sonumu hayır etsin. Kımıldamadan yattığını bilmiyorum sanki.
Teklif iki olumlu oyla kabul edildi. Azami dikkatle, yatağın tam ortasına yerleştirdikleri iki yastığın iki yanına yatamadılar bir türlü. İkisi de sağ yanı tercih ediyordu ve bu büyük sorundu.
"Orası benim yerim. Sen diğer tarafa geç Duygu."
"Ben daima sağ tarafta yatarım. Bu yüzden diğer tarafla işim olmaz. Şimdi müsaaden..."
"Orada bir dur bakalım. Kanepeden sonra bir de istediğin taraf fazla lüks kaçar sana."
"Öyle mi Burak Efendi? Demin tüm yatağı bana bırakıyordun, ne oldu? Misafirim ben hala." der demez o tarafa attı kendini resmen Duygu.
"Oha, yavaş! Tamam sen yat, yatağı kırma yeter."
İkisi de kapalı ışık seviyordu iyi ki, onun tartışması yaşanmadı. Sağa sola dönmelerden de rahatsız olmamış olacaklar ki, anlaşmış gibi bir o bir diğeri kıpır kıpırdı. Şikayet eden olmadı bir süre.
"Burak, uyudun mu?"
"Sence? Dönüp duruyorsun."
"Sen kundaktaki bebek gibisin çünkü. Bana laf sokmasan olmaz."
Sokacağım çok başka şeyler olabilirdi. Küfür, havalanma sakın ufaklık. Kadın yanı başımda.
"Niye sordun uyuyup uyumadığımı?"
Duygu'nun amacı da o öpücüğe biçilen anlamı öğrenmekti. Burak için ne ifade ediyordu, onu Cihan varken öpmesi hakkında, onun hakkında ne düşünüyordu? Basit kadın gibi görüp hakaret etmek için kendi evlerine gitmeyi mi bekliyordu?
"Oyun sonrası sarılıp öpüşmemize bir şey demedin? Kızdın mı?"
"Şaşırdım. Bir yandan benim zorumla bunu yapmak zorunda kaldığın için de üzüldüm. Affedersin."
Zorunda mı kaldım? Üstüne atladım ve sen bunu mu anladın?
"Niye özür diliyorsun ki?"
"Herkes tezahürat yapıyordu ve sen gerçekçi görünmek zorundaydın. İlk şartımdı bunu yapman. Sonuçta Hülya bitti; ama Cihan var. Seni bu duruma soktuğum için özür dilerim."
Bir de o mesele vardı. Hiçbir şey konuşmuyorlardı Duygu'ya asır gibi gelen bir süredir. Özellikle o gece, sarhoş olup bir hırsıza aşkını itiraf ettiğinden beri günler geçmişti. O hırsız kendisiydi. Hülya için içtiyse, aşık olduğu neden Duygu'ydu ve Cihan gerçekten var mıydı?
Saçmalama Duygu. Net olan tek şey kabak gibi ortada. Öpüşme ona göre anlamsız nokta
Bir daha konuşulmadı. Uyunmadı da pek. Döne döne sabahı ettiler, sabah Duygu yatağın en köşesinde uyuyordu. Hiç yer değiştirmeden uyuduğu haliyle kaldığına emindi Burak. Saatlerce yatakta kendi sınırları içinde dört dönen kadın, uykuya teslim ettiği bedenini o andan sonrasında milim hareket etmemesi için eğitmişti. Artık biliyordu. Neredeyse sekiz yıl önce, sokakta kaldığı o üç gecede, Cihan onun nefesi olana kadar süre yetmişti buna.
Kahvaltı için Eylem mesaj atmıştı yirmi dakika önce. Kapı gıcırtısına oynayan insanlar gibi Burak da en ufak bir tıkırtıya uyananlardandı. Banyoda işlerini halledip Duygu'ya baktı durdu bir süre. Gelen bilmem kaçıncı kahvaltı hazır, alooooo, gel hadi, in kadının üstünden, tüm detayları bana anlatmayan en adi şerefsiz olsun gibi aslı astarı olmayan polemik taciz mesajlarından sonra bile onu izlemek varken uyandırmaya kıyamıyordu gel gör ki. Sonra beklemediği bir şey oldu. Duygu gözleri kapalı gerinmeye başladı. Çıtı pıtı bedeni, yukarı toplanan şortuyla mesajları gerçek yapma dürtüsü çok baskındı. Üstünde olsaydı da Eylem'e anlatmayıp şerefsiz olsaydı.
"Ne dikiliyorsun başımda?"
"Sana da günaydın huysuz kıvırcık. Seslendim kaç defa, su atacaktım artık üstüne."
"Gerçekten mi? Saat kaç? Hala uykum var."
"On bire geliyor. Kahvaltı hazırlamış bizimkiler. Bekliyorlar."
"Üstümü değişip iniyorum. Yatağı toplayayım bir de. İn sen. Ya da bekle. Sen seç; ama birlikte inelim. Neyse beklemezsen de anlarım."
Ne diyorsun sen? Şeytan diyor, yumul da sustur. İneyim mi ben şimdi, kalayım mı?
Kaldı. Yatağı toplarken, tuvalete girip çıkarken, paravanın arkasında üstünü değiştirdiğinde çıkardığı pijamaları demire asarken gözlerini çekemedi ondan. Çıplak gösteren gözlüğü icat ettiklerinde ilk siparişi verecek hale gelene kadar uzattı boynunu; ama nafile çabasının sonucunu alamadı. Sabah yattıkları, güya ertesi gün güzel ve kalabalık bir kahvaltı sonrası eve geçtiler. Burak tüm sabah boyunca, tam karşısında oturan ve masanın altından bacağını mosmor yapan Eylem'e yeter be, çok merak ettiysen gece aramıza girip yatsaydın dememek için başını bile kaldırmadan dünyaları yemişti.
Öğlene doğru eve geldiklerinde Duygu biraz durgundu. Dün gece için aklından ne geçiyordu, Cihan'ı mı düşünüyordu sormak için çıldırıyor, soramayacak olmasının yadsınamaz gerçeği ile kurdeşen dökecekti.
"Ben biraz uzanacağım. Teşekkür ederim her şey için."
Odasına girip çığlığı bastığında Burak salondaki kanepeye kurulmak üzereydi. Koşturduğunda bin bir türlü cinayet senaryosuyla Cannes film festivalinde umut en yaratıcı dalda ödül alırdı. Odaya girdiğinde Duygu'yu piyanonun karşısında, elinde üzerine kapattığı kırmızı kurdelalı örtüyle dikilirken buldu.
"Sen çalarsın ben dinlerim diye düşünüyordum; ama artık müzikten anladığımı sanmıyorum. Aklımı aldın Duygu."
"Sen de benimkini..."
Burak dün onu Cihan'dan çıkınca eve gelmemesi, o tarafta bulaşmak için bu yüzden aramıştı. Yapacağı sürpriz, iyi görünmeyen Duygu'yla aklından uçup gitmişti. Şimdi aklı da hepten uçmuştu. Herkes hediyesini verirken başka bir seçenek daha vardı aklında ve Duygu'nun ne tepki vereceğini bilemediğinden onun için de eve gelmelerini beklemişti. 
"Beğendin mi? Tek hediyem bu değildi. Yani şimdi vereceğim şey hediye de sayılmaz aslında."
Ceketinin cebinden çıkardığı kağıtları uzatamadan Duygu ona sokuldu. Ellerini beline dolamakta eskisi kadar zorlanmıyordu. Başını sert göğsüne yaslamakta da öyle. İzin vereceğini bilse hafif aralık nemli dudaklarını öpmekte de zorlanmazdı. 
"Bayıldım. Hep istediğim şeydi. Babam öğretmişti bana çalmayı. Düğünlerde büyük org çalardı ve ben altı yaşındayken öldüğünde... bir şekilde piyanoyla devam etme imkanı buldum. Çalmayı ilerlettim. Notalara bakarak çalabiliyorum ve ezberlediğimde bakmadan da çalabiliyorum."
Çok fazla mı çalmak dedim ben?
Çenesini başının tepesine yerleştirmekle meşgul olan Burak, onun ne dediğine de dikkat edebilmek için kulaklarını dört açtı. Ablasının tüm çıplaklığıyla anlattıkları, Duygu'nun ani zamanlamayla iki üç cümle kurması kadar açıklayıcı değildi sanki. Bir şey daha vardı hem dinleyip hem saçını koklarken yaptığı. Elleriyle incecik belinden de sarmıştı, nişanda ya da düğündeki gibi zorunluluk olmadan. Bu çok daha tatmin ediciydi sırtı tamamen açık bir elbise giyindiğindeki temastan. İnce kazak giyindiği bedeni cayır cayır yakıyordu ellerini. Aşağılara kayması an meselesiydi ve kesin bir terbiye için ateşle bedenini cezalandıran keşişler gibi parmaklarını mumda yakacaktı odasına çıkınca. Bu neydi böyle? Kadının kör kütük aşık olduğu adamdan vazgeçmeye niyeti yoktu.
Duygu ona sarılan kollara daha da sokulmak, aralarında daha bir ısınmak, o kaslı kolların daha başka yerlerinde de dolanmasını isteyecek kadar arsızlaşmayı nasıl becermişti? Sarhoş bir adamın, yerinde olmayan bilinciyle ettiği aşk itirafı mıydı onu böylesine fütursuz düşüncelere iten? Aşık olduğunu sandığı adamdan sana aşığım lafını hiç duymaması mıydı bu sarılışın aşkla olmasına olan ihtiyaç?
Başını kaldırdığında yavaşça açılan kahverengi gözlere baktı. Kenetlenen karınları uzaklaşmamıştı hala. Adem elmasının arka arkaya yutkunmayla oluşabilecek hareketini izledi sonra. Bir şey diyecek de diyemiyor gibiydi. Dudaklarını, bir açılıp bir kapanmaktan nemlendirme ihtiyacından olsa gerek yalayan bir erkek görmemişti daha önce. Şimdi Hülya burada olsaydı, tuvalet dibinde bahaneyle öpmeye bile razıydı onu. Sebepsiz öpemeyeceği bir adamla evli olması, çekeceği acıların bitmemecesine ömrüne gelip yerleştiğini gösteriyordu.
Niye acı çekiyorum öpmediğim için?
"Beğenmene sevindim. Bunları da seversin umarım."
Burak anın içine etti etmesine; ama çekilemedi ondan. Teşekkür için ona uzanan dudaklara yol göstermede geç kalmadı sadece. Fırsatı değerlendirecekti. Yanağına doğru uzanan o iki dolgun dudağa çevirdi kendininkileri. Yaladığında geçmeyen susuzluğu onun pamuk şeker gibi tat veren dudaklarında şelaleye dönüştü. Dolu elleriyle bu kez kıvırcık saçlarının çevrelediği yanaklarını tuttu. Hemen bırakma ahmaklığını yapmayacak kadar aklına kavuşmuştu o çığlıktan sonra veya hepten boşalmıştı kafatası. Yoksa deli şey yapmış gibi, sahipli olan sahte karısını öpüyor olamazdı. Daha bir hırslandı, daha da bilendi aklından Cihan geçince. Duygu'yu istiyordu. 
Yanlış adreste bulduğu dudakları ne kadar da doğru adresteymiş, hep oraya aitlermiş gibi hissetse de bu kez karşılık veremedi. Burak'ın amacı neydi, derinleşmesine uğraşılan bu öpücüğün aşkla ilgisi var mıydı? Soracak kadar bile cesaret kırıntısı çıkmaz mıydı pantolon ceplerinden? Ya da gerçekten Burak'ın ona aşık olması mı korkutuyordu onu ve soramıyordu? O, Cihan'a da hiç sormadığını fark etti. Aşık olan söylerdi en nihayetinde. Burak söylemişti. 
Sen ciddi misin? Benim gibi bir hırsıza aşık olmadın, değil mi? Kız arkadaşın bile olamayacakken sahte karın oldum; ama aşk...
Ellerini onun göğsüne yerleştirip bu tutkulu şeyi burada bitirmesi gerektiğini netleştirdi. Mesaj ona gider gitmez çekildi Burak. Göğsü; on altısında ilk kez, sınıfta yalnız kalmak için kırk takla attığı, şimdi adını bile unuttuğu, sivilceli, gözlüklü kızı öperken bile böylesine inip kalkmamıştı. Ondan uzaklaşan Duygu da onunla yarışıyordu inip kalkan göğüs konusunda. Ellerinin yanaklarında ne işi vardı, o göğüsler varken...
Şöyle tutup yatağa atamadın ya, artık eline kuvvet Burki; ama kuş çok yanlış zamanda ötmüyor mu sence de? Eylem'in sesi odadaymış gibi kulaklarına dolarken karşısında şok olmuş kadına bir açıklama borçluydu. Yatağa oturup yastığı çekti kucağına. Onu delmeyecek kadar terbiyesini takınır ve şakımazdı kuşu galiba.
"Bu neydi şimdi?"
"Dudağım sürçtü. Duygu sen çok alımlısın. Hatta seksisin. Ben saçmalıyorum. Baksana şunlara."
Tam da broşür anıydı çünkü. Ağzıma küfür sıçayım. Dudağım sürçtü ne lan? Eyleeeeeemko!
Alamadığı cevapları soramadığı sorulara borçlu olan Duygu, daha fazla üstelerse açık verecekti. Karşılıksız bir aşkın pençesine düşmüş, her şeyden önce devam eden bir ilişkisi olan histerik kadınlar gibi aşk dilenecekti. Eline alıp çevirdiği, tanıtım içeren broşürlere odaklandı. Bakar kör olmasının nedeni olan öpücük taarruzunun şaşkınlığı, yerini bilmediği dillerde tanıtılan üniversiteler bıraktı. Abd, Almanya, Avusturya, Danimarka, Fransa... Alfabetik sıraya dizilmiş bu hatırı sayılır okulların kendisine veriliş alakasını çözmeye çalışırken Burak'la göz göze geldi.
"Niye verdin bunları bana?"
"Master için sağlık alanında en donanımlı ve istediğin geriatri programına sahip okullar bunlar. İstediğin birini seçebilirsin. Doğum günü hediyem. Aslında dedeme verdiğim söz. Hediye piyano oldu bu durumda."
Duygu da oturdu yatağa, onun yanına. Tek hamlede yastığı kucağına çekip elindekileri yan yana dizdi. Neye uğradığını şaşıran Burak ha yastıksız kalmıştı ha çıplak... Bacak bacak üstüne attı. Gerçi Duygu merdane büyüklüğüne ulaşsa bile dönüp bakmazdı ona şu anda. Başka alemlere aktığını gözleriyle görmüştü. Mırıldanmalarından anlamlar yakaladı.
"Amerika dersem oraya, İngiltere dersem oraya mı gideceğim? Son son işimizle bile gidemezdim ki. Hikmet bizi buralarda bulamazdı gerçi. Ne güzel olurdu."
Siz kim? Cih-Gu mu? Yakışmadı ki, Bur-Gu gibi değil ki. Bana ne?
"İstediğine gidebilirsin Duygu. Bahar dönemi için kayıt alıyorlar; ama yabancı dil bilgin önemli burada. Onların dilinde sınava girmen gerek. Bilmeme ihtimaline karşı önce vermek istedim. Kursa gidersin."
"Bana böyle bir hediye veremezsin. Çok bu bana. Ben o kadar etmem."
"Ne saçmalıyorsun Duygu? Kendine değer mi biçtin?"
"Ben uzanayım artık. Çıkar mısın?"
Bıkkınlıkla verdiği nefesi saklamakla uğraşmadı Burak. Paha biçilemez olduğunu görmüyor olamazdı, değil mi? Villayı soyup onlar nereye gidecekti ki? İstanbul Avrupa yakasına mı? Canı sıkılınca sönen bir taraflarını da alarak odadan çıktı ve kendini mutfağa attı. Yemek yaparken nasıl bir dünya harikası olduğunu bilmeyen kadını da düşünmezdi böylece. Bu kez karşılıksız kalmıştı dudakları. Dün gece hayal gibi yer edindi anılarında. Yemek malzemeleriyle birlikte şarap çıkardı dolaptan. Ne zaman koymuştu bunu buraya? Kendi içtiklerinden değildi. Duygu ne diye içecekti peki? Sarhoş oluyor muydu acaba o da? Eğer oluyorsa saçmalıyor muydu kendisi gibi? Aşk itirafı yaptığı halüsinasyonları yer ediniyor muydu zihninde?
Çalışmadığı yerden gelen soruları cevaplayamadıkça hızla ne doğradığını bile bilmez halde bildiği parmağını da kesince küfür savruldu ağzından. Musluğun altına tuttuğu parmağından akan kanlar bitecek gibi değildi.
"Gitti yarım ünite kan. Sikeyim seni bıçak gibi, et kes desem kesmezsin. Dokuz parmak bıraktı beni ibne."
İki saatin sonunda tüm tanıtımlara bakan ve onları Tarzanca çeviren Duygu Burak'a haksızlık ettiğini biliyordu. Sırf kendisi mutlu olur diye sadece bu piyanoya binlerce lira vermişti. Üstelik karşılığında aldığı odadan kovulmak olmuştu sehven. İsteyerek yapmamıştı Duygu. Yanına uzansa sesini bile çıkarmazdı. İzlerdi onu. Alnına muhtemel düşecek saçları çekerdi o uyurken. Hakkını vererek bir teşekkür etmek için yemek yapabilirdi ona. Saat akşam olmak üzereydi ve masanın yarısını hiç ettiği kahvaltının hükmü geçmişti çoktan. Mutfağa giderken küfür duymak beklediği en son şeydi. Kırmızı kan akıtan musluğa baktı bir süre.
"Burak, dikilmesi lazım onun. Ver bakayım."
"Ödüm patladı Duygu ya. Tansiyonum düştü burada sen de hayalet gibi geliyorsun."
"Tansiyonun düştü mü ölçmek lazım da çenen düşmüş. Otur şu sandalyeye."
"Kan damladı her yere."
"Ben temizlerim, senin kanını ilk temizleyişim olmaz. Şimdi susacak mısın?"
Alışkanlıkla her yere taşıdığı dikiş setini bir koşu gidip aldı odasından ve tezgahta ilk baktığında dikkat ettiği, yarısı tüketilmiş şişedeki kalan alkolü boca etti parmağına. Seri hareketlerle çok derin kesilen sol işaret parmağını dikmeye başladı. Burak canı yansa da ses çıkarmadı. Duygu sus demişti. Onu kendi işini yaparken izliyordu, aklından tüm kelimeler uçtu gitti. Hiç ölmeyeceksin deseler yine de konuşamazdı.
"Tamam, oldu. Çok derin kesilmiş. Havada tut elini, bir süre daha kanayabilir. Dolapta sargı bezi vardı, görmüştüm."
Eminim, görmüşsündür. Ben unuttum; ama sen unutmazsın.
Sardığı elle kımıldamamasını salık verdiği adam, sandalyeye yapıştı adeta. Gözleri de Duygu'yla aynı anda, hareket sensörü gibi çalıştı. Kan olan yerleri sildi önce. Sonra tezgaha geçti. Son iş salata kalmıştı ve kanlanmıştı kesme tahtası. Onları halletti, yeni malzemelerle salatayı hazırladı, masayı kurdu ve kendisine bakmaya başladı. 
"Çişin falan mı geldi senin? Kımıldama dediysem o kadar da değil. Sakat değilsin. Git yani."
Hee tabii çiş. Güzel bahane.
Olmayan çişini yapıp, akşam yemeği için ellerini yıkayacakken açtığı muslukla birlikte her yer ıslandı. Daha önce de yaşamıştı bu anı. Duygu'nun odasında yer alan tuvalet bir süre servis dışı olacaktı. Klozetin sifonuna bastı. Su falan akmadı. 
"Bir bu eksikti ya! Of!"
Yemeğini yedikten sonra durumu Duygu'ya da anlattı ve üst katı kullanabileceğini belirtti. Pazartesi ilk iş tamirciyi arayacaktı. Gündüz o yokken sorun değildi, gece ihtiyaç duyması halinde de rahatlattı onu Burak. Ne zaman lazımsa kapıyı açık bırakacaktı. O gece tekrar yurt dışı konusu konuşulmadı aralarında. Teşekkür etmişti sadece, tabii her içten teşekkürün sonuna eklediği yanağa öpücüğü de es geçmedi Duygu. Bu kez dudakları sürçemedi adamın, elleri narin belini saramadı.
Haftanın ilk gününde bu kez Duygu yemek yaptı. Burak sol elini tam açıp kapayamıyordu bile sargının kalınlığı ve dikişler yüzünden. İki gündür yeniliyordu onları. Hemşirelik yapmayı özlediği öyle barizdi ki, neden çalışmakla ilgili konuşmadıklarını merak etti Burak. Çalışmayı sevmeyen, koca parası yiyerek yaşamını sürdürecek bir kadın izlenimi vermemişti hiç ona. Onun yerine hazır erken gelmişken Ferrari sürmek isteyip istemediğini sordu. Duygu o heyecanla fazla sıktığı parmağı Burak'ın buruşan yüzüyle gevşetti özürler dileyerek.
Anında hazırlandı ve galeriye kadar uçurdu adeta arabayı. Saat daha dörttü ve galeride çalışanlar onları görünce hemen anladılar gelme sebeplerini. Selamlaştıktan sonra, yaşaması buna bağlıymış gibi kaptı anahtarı Haşim abisinin elinden. Burak gülerek yanına oturdu ve hayran bakışlar altında çevre yoluna çıktılar.
"Ya, bu mükkemel bir şey. Şu an iki yüzle gitmiyor gibiyiz. Gaza ne kadar bassam da yetmiyor."
Trafik durumunu kontrol ederek çıktıkları İzmit-Adapazarı yolunda altındaki arabanın hakkını vermekle meşgul olan Duygu, daha önce belirttiği gibi aynı anda pek çok işi kotarabiliyordu. Hız yaparken konuşuyor, ruj sürerken Burak'ı delirtiyordu mesela. Yemek yaparken konuşmak neyse de, tek elle direksiyon hakimiyeti konusunda profesyonellere taş çıkardığı için somurtuyor olabilirdi Burak.
Bok var sanki, hız ibresine gidecek mesafe bırakmışlar bu kadar.
"Duygu, hız kes biraz. Pişman ettin beni ya. Midem sevdiğim bir organım, lütfen indiğimde içimde kalsın hala."
"Yetmişle, sağdan mı gideyim, yan villadaki emekli albay Ferhat Bey gibi? Bu makineler harcanıyor seninle ömürlerinin baharında."
Ömürlerinin baharında mı? Eylem küfrettim çarkına.
"Yetmişle gitme, tamam da viraja bari on kilometre düşük hızla gir."
"Burak neden arkana yaslanıp önüne bakmıyor ve benimle deneyimleyeceğin mükemmel sürüş keyfinin tadını çıkarmıyorsun? Stres stres nereye kadar? Rahat ol, Burak Özcanlar. Duygu Özcanlar işini bilir."
Madem öyle diyorsun... Ölürsek beraber ölürüz en azından.
Burak arkasına yaslandı; ama Duygu'ya bakmak varken önünü ne yapacaktı? Hevesini almanın kıyısından köşesinden geçmezken karnının acıkmasıyla galeriye doğru sürdü makineyi iki saatin sonunda. Tekrar eve geçtiler ve Burak elini yüzünü yıkamak için üst kata çıkmışken Duygu yemeği hazırladı. Tekdüze geçen günlerin çokluğunu saymak için iki elin parmakları yetersiz gelirken ne Burak ne Duygu aralarındaki yüksek gerilimi konuşmak için gönüllüydü. Sıradan bir akşamın iş çıkışı Burak Duygu'ya seslendi.
"Hadi hazırlan, dışarıda yiyelim bugün. Ne yapıyorsun sen?"
Odasında yıkanacaklarını ayıran ve üst kattan Burak işten gelmeden önce ütüyü indiren Duygu, ne yapıyor gibi görünüyordu acaba?
"Ütü yapacaktım. Yemek yaptım hem. Hoş geldin."
"Niye sen yapıyorsun ütüyü? Benim kıyafetlerim de mi var aralarında?"
Duygu gir demeden girmeyi sorun etmeyen Burak kadının dibine kadar geldi. Eve gelen kadın ne iş yapıyordu ki? Duygu ütü yapmayı sevdiğine adamı ikna etmeye çalışırken göbeği çatladı. Jilet gibi gömlekleri haftalardır karısına borçlu olduğunu öğrenen Burak ise, onun hakkında yeni güncellemeler edinmeye doyamıyordu. Nihayet güç bela dışarıda yemeğe, ondan da zahmetli çay içmeye ikna ettiği kadınla daha ilk çaylarında sorun yaşıyordu Burak.
"Tövbe ne biçim çay. Dedim sana ben yaparım diye. Bana seçtiğin yemeği de beğenmedim. Benim nohut pilav daha iyidir eminim."
"Ben mi seçtim, her ne hikmetse tam menü geldiğinde tuvalet ihtiyacın baş gösteriyor, sen seç deyip sıralamadın mı isteklerini? Kabak nasıl başıma patladı benim?"
"Ben oraya daha önce gitmedim, benim beğenmeyeceğim şeyleri ben seçsem de sen seçme. Öyle gösterişli yerlere alışkın değilim ben."
O restoranda gösterişli olan tek şey sendin.
Ablasıyla yaptığı görüşmeyi anlatmayı daima erteliyordu ve ara sıra öten telefonunda Aysun Çetin'in mesajları, Hülya'dan gelenlerin arasında yerini alıyordu. Bir şekilde dürüst olabilirse, arkasından iş çevirdiğini, geçmişte canını yakanların hepsini benzinle yakmak için yanıp tutuştuğunu anlatabilirdi belki.
"Çay yapmayı ablandan mı öğrendin?"
Burak, onun ablasıyla galeride görüşmesinin üstünden geçen üç haftanın sonunda evde açamayacağı konuyu Pier Loti Tepe'sinde, Duygu'nun odasına kaçıp gidemeyeceği tek yerde açmayı uygun görmüştü.
Duygu, bir an Burak'a baktıktan sonra Haliç'in yakamozlarına gözlerini dikerek sessizliği tercih etti. Ablasının o dernek yemeği çıkışı evlerine gelişi hakkında ona hiçbir şey sormayan adamın aradan geçen bir aydan uzun zaman sonra konuşmak istemesine anlam veremiyordu.
Burak için bu sessizlik, Duygu'nun düşünecek bazı şeyleri olduğunun işaretiydi. Cevap verse miydi, vermese miydi? Verecekti, çünkü planının parçası olan bu basit soruyu, sanki yanıt vermesini beklemiyormuş da lafın gelişi, geçmişinde neler yaşadığını, Duygu'nun daha on altı yaşında, ar damarı çatlamış bir pezevenk tarafından istismar edildiğini bilmiyormuş gibi sormuştu Burak. O yüzden stratejisine sadık kalarak devam etti.
"Ve haklısın, çay çok kötü. Hiçbir çay senin demlediğine benzemiyor. Kalkalım mı?"
Duymadığını düşündüğünü bir anda ve hala dokunmadığı çayın da etkisiyle hesabı istedi Burak. 
"Evet, ablamdan öğrendim. Ondan öğrenemediğim pek çok şeyden biri olamadı çay demlemek. Çok güzel yemek yapardı. İzleyemezdim yaparken; ama yerken ikinci tabağı mutlaka isterdim. zenginlerdi biliyor musun? Piyano kursu, giydiklerim, taktıklarım pahalı şeylerdi. Niye beni bunlardan mahrum etmek istediğini hiç anlamadım. Onu yük olmak değil, yükünü almak istedim hep."
Ben biliyorum niye olduğunu ve şu masayı devirip kırmamak için satın alacağım şimdi.
"Enişten mi bakmak istemiyordu acaba?"
Nasıl gözle baktığını da biliyorum ve bu bildiklerimle ben manyak mıyım da yaşadıklarını Duygu'nun ağzından dinleyeceğim? Katil olacağım. 
Enişte derken dilini ısırmıştı Burak. Dikkat çekmemek için makul kelimeler seçmeye çalışmak, ondan geriye sayamayacağı kadar öfkeyle dolduruyordu içini.
"O adam, ben evden kovulana kadar eniştemdi. Ben öyle biliyordum. Ablanın kocasına enişte demeyi öğretiyor toplum. Sana, karısından on dört yaş küçük kardeşine, kardeş gözüyle bakacağını bilerek büyüyorsun aynı evde. Ya da çocuk kalsaydım diye dua ediyorsun sokakta üç gün geçirirken. Sana uzanan tanımadığın bir eli tutarken, sana küçüğüm diye hitap eden adama kendini sunabiliyorsun istediğinin bu olduğunu sanarak. On yedi yaşında reddedildiğinde adam gibi bir adamın sana dokunmayışına katıla katıla ağlayabiliyorsun bir yıl önce tam aksi için çığlık attığın halde. Enişte? Ne demek ki enişte? Abla, dede, babaanne ne demek? Cihan adam demek, enişte adamlara biçilen bir hitap. Muarrem Nazlı bana uzattığı elleriyle açtığı bacak..."
"Sus Duygu. Yeter! Nasıl yaşıyor o adam hala? Senin adam gibi adamın o orospu çocuğunun nefes almasına izin verirken sen kendini mi verdin ona ödül gibi?"
"Bilmiyor ki! Bilse katil olur. Bilse... Ben kimsesiz kalırım. Nezarette onu gördüğümde çok korktum. Sana o olmasaydı asla evet demezdim. Yatardım hapiste hırsızlıktan."
Tam gözlerinin içine bakarak söylemişti bunları. Tabii ki bilmiyordu. Ne kadar aptal olduğunu düşündü. Yeryüzündeki en aptal insan, man kafa kendisiydi. Bununla gurur duyuyordu. Öğrendiği gerçeğe aklını bağışlamakta sorun görmezdi. Kalbi ondayken akla ihtiyacı yoktu. O kalp Duygu için attığını bilirken aklına danışmıyordu. Mantığına sığdıramadığını kalbi kucaklamıştı. Cihan'a aşık değildi. Verdiği başkasının hor kullanmaya cüret edebildiği bedeniydi sadece. Kahkaha atmamak güç hale geldiğinde tuttu onu kolundan kaldırdı.
"Kimsesiz kalmayacaksın merak etme. O piçi ben geberteceğim. Bir daha, bir daha, bir daha geberteceğim. Gebermelere doyamayacak."
"Saçmalama. Ne sıfatla? Hem ne anladın da sen hesap soracaksın ondan. Ben unuttum. Yaşamaya devam ettim. Cihan beni buldu ve nefesim oldu."
Cihan nefesin olurken ben ailen olacağım senin. Dedeme torun vereceğiz ikimiz. Sarhoşken ettim mi bilmiyorum; ama yarın ayıkken aşkımı ilan edeceğim sana. Önce Cihan'la bir konuşayım da.
Sessizlik hiç bu kadar gürültülü olmamıştı. Arabada, eve girerken, odalarına giderlerken... Duygu ne zaman bir şey anlatsa bunu bilinçsizce yapıyordu sanki. Önünde madalyon sallanan, transa girmiş insanların görüntüsüne bürünüyordu adeta. Duygu ise bunları Cihan'a bile anlatmamışken, ona hırsızdan başka gözle bakmayan bir adama nasıl açabiliyordu deposunun kapılarını savururcasına. Gir, talan et, kurtar beni dercesine... O gece yatakta dönüp durmalarının tekrarı yaşandı. Artık yattığı yerde kalamıyordu uyuduğunda bile. Bir yandan bunun sebebi olarak geçmişini suçlayacak gibi oluyordu; ama aklına geçmişten bir anı düşmüyordu çoğu zaman. Yatağı hakkıyla kullandığına memnun uyanıyordu birkaç sabahtır. Tuhaftır ki, dün gecenin etkisi bile geçmişti.
"Çay koyayım en iyisi. Çay iyidir. Dün gece içemedim. Yine de mutluyum. Hah!"
Çayı koyup günlük rutin haline gelen üst kata koşturma eylemine geçti. Bıkmıştı bu durumdan. Açık kapıdan girdiğinde boş yatakla karşılaştı. Tuvalet kapısına seğirtti. O da açıktı. Burak'ın ayakta işerken bu ihmalkarlığı yapmayacağından emin olan Duygu banyoya yürüdü.
"Burak işin ne zaman biter? Tuvaletim geldi ve aşağıdaki klozet bozuk. Hala. Bir haftadır. Dün de gelmedi senin meşhur tamircin. Sen aradığına eminsin, değil mi?"
"Eminim. On dakikaya biter işim."
On dakika mı?
Duygu on dakikada on kere salardı altına. Şakası yoktu. Tıraş olan Burak köpüklü yüzü gözüyle aynadan ona bakıyordu. Diliyle içten yanağını şişirerek sakallarını biçmeye devam etti umarsızca. Duygu'nun çok çişi gelmişti gerçekten ve şu an içinde oldukları banyodaki klozetten başka işeyebileceği tek yer sokakta yer alan, dış kapının yanındaki büyük saksıydı. Ona da işeyemezdi isabetlice, pipisi yoktu.
"On dakika benim seni beklemem yerine, sen beni on saniye beklesen ölmezsin diye düşünüyorum."
"Derdim şu anda ölmemek değil. Tıraş olmak. Zırıldanma başımda. Bir yerim kesilecek sana cevap vereceğim diye."
Patla. O kesikten akacak kan kaybından öl. Tövbe tövbe tövbe.
Burak sinir edebileceği son ana dek değerlendirecekti bu durumu. İçten içe kahkaha atıyordu. Bugün pürüzsüz yüzü gözüyle dalacaktı kadına. Dudaklarıyla Eylem'in anlattığı ne kadar yeri varsa fazlası için keşfe çıkacaktı. Kıllara ihtiyacı yoktu bunun için.
"Burak, lütfen. Rica ediyorum. Çok zor durumda kalmasam sana minnet eder miyim hiç? Bu yönden baksan bir de olaya? Sonra başıma kak istediğinde."
Aynadan net yansıyan yüzünden çektiği bakışlarıyla Burak'ın geniş omuzlarına bakakalan Duygu o sırada banyoya girdi. Burak üst bedeni çıplak halde tıraş olmaya devam ediyordu. Daha önce en çıplak halde atletle görmüştü onu. Bir de o gün, vurulduktan sonra hastanede hemşireler kanlı tişörtü kesip kurşunu çıkardıktan sonra, yaralı omzu sargılı halde görmüştü. Şimdiki halinin o zamandan farkı sargının olmamasıydı.
Önce gözleriyle inceledi adamın yapılı bedenini. Geniş omuzlarında ufak tefek benler vardı. Kıl yoktu doğru dürüst. Göğsündeydi kılları yoğunlukla. Tertemizdi vücudu. İstemsizce omuzlarına dokundu. Önce sağa. Sonra sola.
"Duygu, bana mini mini ellerinle dokunarak yalnız bedenimi uyarırsın, yine de istediğini elde edemezsin. Hem beni konuşturmazsan işim daha çabuk biter küçük panter. Sen de çişini yaparsın istediğin kadar."
Duygu istediğini çoktan almıştı. Çişi yoktu ki artık. Burak aynadan ona baktığında kadının gözlerindeki kısılmayla birlikte terslik olduğunu anladı. Anında ona doğru döndü.
"Sakın altıma işedim deme."
Burak başını eğdiğinde ıslanmış bir kot pantolon bekleyip dalga geçme umudunu sıcak tutmuştu. Kupkuru olması hayal kırıklığı yaşattı. Tam yine aynaya dönecekken Duygu bu kez iki elini birden omuzlarına yerleştirdi tekrar. Yalnız bu kez ön kısımlarına. Sertti. Vücut çalıştığı, giydiği gömleklerden, hatta ceketlerden bile belli olurken o kaslara çıplakken dokunarak şahit olmak hemşire olan birinin aklına çok başka şeyler çağrıştırıyordu.
Baş parmakları omuz kaslarının bombe yaptığı yerlere baskı yaparken Burak, o minik ellerin dokunuşları altında sakin kalmaya çalışıyordu. Etkileniyordu kadının ellerinin kendisine değmesiyle. Vücudu seğirmye başladı. İyice yaslandı lavaboya.
"Duygu beni taciz ediyorsun şu anda."
"Vücudun çok güzel Burak. Lekesiz."
"Teşekkür ederim iltifatın için. Şimdi izin verirsen eğer işimi bitirebilir miy..."
"Giren bir kurşun izi yok. Hastanede nerenden çıkarttılar o kurşunu omzun yerine?"
Burak yine lafının kesilmesine sinirlenecekken Duygu'nun kendi lafını kesmek için kullandığı soru ile afalladı. Duygu'nun elleri altındaki kasları gerildi.
"Kapanmış olması çok iyi desene."
"İyi olabilirdi elbette. İzi yok dedim zaten ben. Kapanmadı demedim. Hiç açılmayan bir şey nasıl kapansın değil mi Burak?"
Burak Duygu'nun omuzlarındaki ellerini çekti üzerinden. Yüzünün köpüğünü, bitirmediği tıraşıyla beraber havluya silip kapıya yöneldi. Duygu engel oldu kapıya kollarını koyarak.
"Çekil önümden ve saçmalamayı kes. Sevgilin vurdu ya beni. Hastaneye sen götürdün, hafıza kaybı için biraz fazla gençsin."
"Ben götürdüm, evet. Kapalı perde arkasında sana ne yaptıklarını hiç göremeden salak gibi endişelendim senin için. Sen orada benimle alay ederken ben sana bir şey olmamasını diledim."
"Olan şey hemşirenin kurşunu çıka..."
"Her şey bir oyundu, değil mi? Neden? Cihan'ı nereden tanıyorsun?"
O anda nereden tanıdığını sorması, gereksiz kaldı aslında. Küçük panter...
Tamam, sakin ol panter demişti Burak Cihan'a ilk kez hitap ettiğinde, villada ilk karşılaştıklarında. Duygu ilk kez olduğunu düşündüğünde demek daha doğru olurdu. Dövüş çukurlarındaki lakabı panterdi Cihan'ın. İkisinin tanışıklıkları kim bilir kaç yıl öncesine dayanıyordu da Duygu neresindeydi bu işin?
Niye bir yerindeydi bu işin?
Film şeridi gibi tüm olanlar gözlerinin önünden sırasıyla geçmeye başladı. Gördüğü bir şeyi asla unutmayan Duygu, o anın paniğiyle bilinçaltının en derinlerine atmıştı vurulma anına kadar olan süreci. Deposunda yer kalmayana kadar tıkıştırmıştı ne varsa. Cihan'a bir şey olmasın diye... Burak ondan şikayetçi olmasın diye...
Soyacakları villanın kısmen Burak'a ait olması...
Burak'ın lastiğinin Duygu tam oradan geçerken patlaması...
Cihan'ın ne olursa olsun inme demesi...
İneceğini zaten bildiği için bu uyarıyı özellikle yapmış olması...
Cihan'ın telefonla her konuşmasının Burak'la olması...
Hesap etmedikleri tek şey Hülya'ydı ve şimdiye kadar iyi idare etmişlerdi. Hülya sahte evlilik işine uyanmamıştı en azından.
Hemşirenin hasta mahremiyeti adı altında kapattığı hastane perdesi, yaralı birinin kız arkadaşı için çok da gerekli değildi aslında. Burak ve Cihan'ın oyunu için gerekliydi bu. Tişörtün makasla kesilme sesiyle birlikte, cebinden çıkardığı kurşunu hemşireye uzatmıştı Burak. Güya Cihan'ın onu vurduğu tabancadan çıkan gerçek kurşunu.
O gün Duygu'nun Cihan'ın belinde hissettiği silaha ait olan kurşun...
Bandajın altındaki torba içinde kim bilir kimin kanıydı. Hülya omzuna vurduğunda Duygu'nun canı yanmıştı. Villada ateşlenen ise o heyecan ve korkuyla Duygu'nun tabanca ayrımı yapamadığı kuru sıkıya aitti. Burak vurulmamış, Cihan vurmamıştı.
Yaralanan ve yaralayanın olmadığı bu öyküde can evinden vurulan, kan revan içinde kalan neden Duygu olmuştu?

1 yorum: