26 Haziran 2019 Çarşamba

KALBİMİ GERİ VERİR MİSİN? 26. BÖLÜM

Burak kapıda dikilmekten rahatsız, içeri davet edilmemekten hoşnutsuz halde, elini kolunu nereye koyacağını bilemeden adım adım yaklaştı cama doğru.

"Oturabilir miyim ben de?"

Omuzlarını silken kadının adamın ne yapıp yapmayacağı çok umrunda değildi. Burak Çatıdan atlayabilir miyim? diye sormuş olsa aynı tepkiyi alacağından emindi. Ablasının gelişi, arkasında bıraktığı ve bunu yaparken doksan dokuz kilitle kapısını kapattığı dünyanın içine çekmişti yine onu. Anahtarlarını nereye gömdüğünün önemi yoktu, Aysun Çetin tek başına görmüştü o işi.

"Bebeklerinin yanında içmen doğru mu sence? Etkilenmezler mi?"

Duygu bir an Burak'ın anlamsız gelen cümlelerine takılıp ona baktı. Mırnav ve Miya'dan bahsettiğini gözleriyle onunkileri takip ettiğinde anlayabildi. Mışıl mışıl uyuyan kedilerine şefkatle baktı.

"Bu gecelik annelerine müsamaha gösterebilirler."

"Peki ya babalarına? Var mı fazla sigaran?"

Babalarına mı? Upps.

Eylül akşamının ılık meltemini odanın içine taşıyan açık pencerenin pervazında duran paketten bir dal sigara çıkardı Duygu. Kendi sigarasıyla yaktı çıkardığı gibi, hiç ona sormadan. İlk nefesi kendi dudaklarıyla çekip Burak'a öyle uzattı. İtiraz gelmedi adamdan. Kırmızı rujlu zehiri ağzına aldı.

"Ben de senin sigara içtiğini bilmiyordum."

"Sosyal içiciyim ben. Şu an seninle sosyalleşiyorum."

"Ben konuşmak istemiyorum Burak."

"Sosyalleşmek sadece konuşarak olmaz ki."

"Konuşmadan nasıl sosyalleşeceksin benimle? Bitlerimi mi ayıklayacaksın maymunlar gibi?"

"Neden olmasın, kaşındığına çok kez şahit oldum. Bitlisin kesin."

Duygu nemsizlikten kaşındığını düşünüp kremler almışken Burak Efendi ona bitli diyordu. Duygu cevap vermeden kedilerin yatmadığı, yerde duran diğer minderi alıp adama fırlattı.

"Bitli değilim ben, senin yanında olmak kuruttu beni." İçimi dışımı üstelik.

Beklemediği taarruz karşısında savunma yapamayan Burak, Duygu'nun nereyi hedeflediğini bilmiyordu; ama suratının tam ortasına yediği küçük minder kadının ıskalamadığını söylüyordu.

"Bu savaş demek biliyorsun, değil mi?"

Elindeki sigarayı evde var olduğunu bilmediği Collesium şekilli küllüğe bırakan Burak, yüzüne yediği yastığı Duygu'ya geri fırlattı. Kıvrak ve esnek şekilde yastığı savuşturan Duygu adamdan önce kaptı onu. Az önce içine girdiği çıkmaz o kadar çıkmaz olmasa gerekti, çünkü Aysun Çetin uçup gitmişti aklından.

"Hodri meydan. Silahsız kaldın, ne yapmayı düşünüyorsun şimdi fırlattığım yastığı ben on ikiden vurduğumda?"

"Fırlatmadan bu ne özgüven?" der demez tekrar yüzünde patlayan minderle neye uğradığını şaşıran adam, etrafına yedek minder için bakınırken Duygu attığı minderin ribaundu almıştı yine. Gözleri diğer minderde uyuyan iki kediye kayan adamı fark eden Duygu anında atıldı.

"Aklından bile geçirme kızlarımı rahatsız etmeyi."

"Adil şartlarda gerçekleşmiyor bu savaş. Bana da bir minder gerek."

"Kimse sana adil olacağını söylemedi. Ayrıca savaş isteyen sendin. Ben akın yapmıştım sadece. Madem silahın yok ne diye altından kalkamayacağın bir savaşa girdin? Bilmez misin en kötü barış, en iyi savaştan yeğdir."

Adil olmayan çok başka şeylerdi Burak'a göre. Şimdi çok uzun zaman öncesinde kalmış gibi gelen bir anda, bir kez daha konusu geçen bu adaletsizliği uzaklaştırdı kafasından. O günler geride kalmıştı, şimdi Duygu buradaydı.

"Elimde top tüfek olsa ne fark eder? Ben hepsini sana teslim ederim kendimle beraber, sırf sus diye. Mübarek çeneye bak, taramalı gibi."

Duygu, yüzünde tek mermi atmadan savaşı kazanan komutan edasıyla camın önünde yemekte giydiği abiye elbiseyle gülümserken Burak anı bir kararla yataktaki tek yastığı aldı ve onun gülen yüzüne vurdu onunla. Kurşun beklemediği anda gelmişti.

"Haaaa, bittin sen Burak Efendi, kara sularıma girmeyecektin. Asıl savaş şimdi başlıyor."

Ardı arkası kesilmeden, odanın içinde bir o yana bir bu yana koşturan iki şık giyimli insana dışarıdan bakan kim olsa deli derdi. Onlar yastık savaşı yaparken deli olmayı umursayacak durumda değildi. Duygu çok uzun zamandır kahkahayla gülmediğini unutmak istercesine hem Burak'ın yastığını savuşturmaya hem de ona vurmaya çalışıyordu. Bunları yaparken kahkahaları eksik olmadı. Bir saatin sonunda yastığın içi çıkınca Burak silahsız kalarak ellerini kaldırdı ve teslim oldu.

Nefes nefese kalmış bir yorgunlukla kendini sırt üstü yatağa bırakan Burak gözlerini tavana dikti. Göğüs kafesi inip çıkarken yan tarafındaki çökmeyle o tarafa döndü. Duygu da kendini yatağa atmış, elleri göğsünü kaçıp gitmesin diye tutuyordu.

"Canına okudum senin. Ben kazandım."

"Mermim bitti. Tebrikler. Bitmeseydi görürdün gününü."

Duygu tavana, Burak Duygu'ya bakarken etrafta halen uçuşan tüyler büyülü bir anı film hilesi gibi odalarına taşımıştı sanki. İkisinin de yüzünden çok ateşli ve orgazm dolu bir sevişmenin ardından yaşanabilecek kırmızılık, gülümseme, halinden memnunluk akıyordu. Duygu onunla ağız dalaşı yapmadan, hakaret içermeyen, nadir gerçekleşen, sıradan; ama hiç de sıradan olmayan bir konuşma yaptığı için mutluydu. Gerginlikten hoşlanmayan yapısı Burak'la evlenmek zorunda kaldığından beri botoks yaptırmış gibi yaşlanma karşıtı etki gösterse de o yaşlanmaktan korkmuyordu ve şu an gerginlikten çok uzaktı.

Burak'ın gününü gördürmekle ilgili son cümlesinden sonra yüzünü ona dönen Duygu, adamın yüzüne çok yakındı. Nefesi düzene girmekten hala bir hayli uzakken gözleri kendi gözlerine bakan adamla daha önce nişan dansında ve bu gece yemekte en fazla bu kadar yakınlaşmışlardı. Bir erkek olarak sahte kocasını hiç incelemediğini fark etti. Yakışıklı bir yüzü vardı. Hayattan çekmediğini belli eden suratında Cihan gibi kaşında gözünde yara bere izleri yoktu. Çoğunlukla sakallı olan yüz hatları sertti. Köşeli bir çenesinin olduğunu kılların çevrelemediği nadir zamanlardan biliyordu. Kahverengi gözleri genellikle kısık bakıyordu, fakat belki de ilk kez yumuşaklık gelip yerleşmişti kızgınlığın yerine. Ona bakarken genellikle kızgın olurdu halbuki. Onun da kıvırcık saçları vardı. Kısa olmadığı için alnında daima bir kısmı duruyordu. Şimdi terden alnına yapışmış olan saçları çekti eliyle Duygu. Geniş alnının kırışmasına sebep olan kaş çatışı bu kez kızgınlıktan değil, şaşkınlıktandı. Duygu ona dokunmuştu.

"İki yastığın bile olsa benimle başa çıkamazdın."

Kadının ona dokunacağını tahmin etmeyen Burak, bunun cinsellikle alakası olmadığını biliyordu. Ancak ondaki tesiri başka oldu. Minik elleriyle alnına temas ederek saçlarına değmesi yıllardır kadın hasretiyle yanmış tutuşmuş bir abaza gibi başka yerlerini harekete geçirdi. Anında doğruldu yatakta.

"Öyle veya değil, asla bilemeyeceğiz. Duş almam lazım. İyi geceler."

Dokunduğu için yanlış anlayabileceği aklına gelmemişti Duygu'nun. Hülya vardı neticede ve kesin rahatsız olmuştu. İstemsizce gitmişti eli. Üzüldü Duygu. Gözlerini kapatan saçları seçmek istemişti sadece.

"İyi geceler."

Burak odadan çıkınca o da banyoya girdi hızlıca duş aldı. Saçlarını kurutmak için aynaya baktığında sadece iki dakika inceleyebildiği yüzü düşündü. Ona bakarken daha sakin, daha bir uzlaşmacıydı bu gece. Hatta eğlenceliydi. Cihan'la yastık savaşı yapmak istese onunla dalga geçerdi belki de; ama Burak anında karşılık vermişti. Bozulup odadan gitmemiş üstelik ablasının gelişi ve gidişiyle ilgili tek kelime etmeden, geçmişini anlatmasını şart koşmadan onunla sosyalleşmişti. Düşüncelerinin arasına giren ablası tebessümü sildi götürdü yüzünden.

"Yıllar sonra ablam geldi."

Gözlerinden bir an beklemeden yaşlar süzülmeye başlamışken aklından geçenleri duymamak için fönü çalıştırdı ve dakikalarca kuruttu saçlarını. O kadar kuruttu ki, saçları tavana değecekti neredeyse. Hala ağlıyordu. Haksızlık karşısındaki çaresizliğine, masumiyetini çalan adamdan alamadığı öfkesine, en çok da ona inanmayı seçmeyen ablası varken kimsesizliğine... Ağladı.

Cihan vardı evet; ama yaşadıklarını anlatamadıktan sonra derdine çare değildi hiç kimse. Ağlaya ağlaya, içi çıkmış yastığı doldurabildiği kadar doldurdu. Yatağa yattığında ne banyo ne yastık savaşı ne Cihan'ı düşünmek kesebildi gözyaşlarını. Kedilerini yanına aldığında daha da arttı akıttıkları. Evden ayrılmadan önce her defasında kedi isteğini dile getirdiği ablası, kesin dille reddetmişti bu isteği. Ne istediyse son aylarda veto yiyordu biricik ablasından. Aksi gibi eniştesi iyi davranıyordu ona. Okul voleybol takımına yazıldığında maçlarını izlemeye geliyor, düğün çalgıcısı olan babasının birlikte oldukları sınırlı zamanda öğrettiği piyano çalmayı devam ettirmeyi arzu ettidiğinde kendisi gidip kursa yazdırıyordu. Nasıl olmuştu da ona zorla sahip olacak duruma gelmişti? Altı yaşındaydı evlerine geldiğinde. Geldiğinde de gittiğinde de çocuktu.

Peki ya ablası neden kötüydü ona karşı? Eniştesinin ilgisini bir an bile art niyetle düşünmeyen Duygu'nun aksine ablası hep mi kocasına başka gözle baktığını düşünüyordu? Artık gözleri yanıyordu ağlamaktan. Sekiz yıl sonra ne diye gelmişti? Para için dese metelik yoktu Duygu'da. Bunu anladığı anda giderdi amacı buysa. İçten içe özlendiği için gelmesini istediğini biliyordu Duygu. Gelip sarıldığında nasıl da hiç bilmediği anne kokusuydu kokladığı.

O durmayacakmışçasına akan gözyaşlarıyla boğuşurken Burak banyodan çıkmış hislerini ne olarak sınıflandıracağını düşünüyordu. Bir dokunuşla kendinden geçmesi kadar saçmalıklarla uğraşmak istemiyordu. Hırsızlık yaparken yakaladığı kadın sahte ve mecburi bir evlilik sonucu karısıydı, hepsi buydu.

"Biyolojik, tamamen biyolojik. Başka ne olabilir? Porno izler gibi... Yuh! Ne pornosu, alt tarafı saçımı çekti alnımdan. Bu hislerin açıklaması saçmalıktan başka ne olabilir?"

Uyumadan su içmek istedi. Sürpriz. Dili damağı kuruduğu her an odasındaki suyu bitmiş oluyordu. Ayaklarını sürüye sürüye indi. Hararetini söndürmeden uyumaya çalışmanın getirisiyle uğraşmaya yeltenmedi bu kez. Mutfaktan suyu alıp odasına çıkmadan önce demin kahkahalarla gülen Duygu'yu merak etti. Kapısına geldiğinde kapalı kapıya rağmen duyulan hıçkırıklarla kapıyı açmaya niyetlendi. Eli kapıda nasıl bir bahane uyduracağını düşünürken iç sesi rahat bırakmadı onu.

Neden bir bahaneye ihtiyacın var? Girsen ne yapabileceksin? Git, yat.

Elinde bardak merdivenlerin başına gelip vazgeçti tekrar. Salona geçti ve her ihtimale karşı kanepede biraz beklemeye karar verdi. Belki ona ihtiyacı olurdu. Belki sinir krizi geçirecek kadar kötüleşirdi ve Burak odasındayken duymazdı. Ses olsun diye televizyonu açtı. Suyu biten bardağı kenara koyup kaykıldı kanepede. Gözleri kapanmaya başladığında odaya çıkmak eziyet haline geldi ve orada uyudu.

Duygu dinmek bilmeyen gözyaşlarından gözüne uyku girmeyeceğini anlayınca biraz kafa dağıtmak için film izlemeyi düşündü. Diz üstü bilgisayarına bakındı. Geçen geceden beri eline almamıştı. Salona geçti. Burak'ı kanepede uyumuş görünce alnına düşen o tutama dokunmadı bu kez. Dokunur ve uyanırsa ondan etkilemiyormuş da ellerini uzak tutamıyormuş, sapık kadın izlenimi hoş olmazdı. Yerine yatması için tam dürtecekken geçen geceki hali geldi aklına. Kendisini uyandırdığı için söylenmişti. Üstünü örtmek için etrafa bakındı. Havaların sıcak gitmesi soğuk kış akşamları hazırlığı yaptırmamıştı onlara haliyle. Kanepede polar kar taneli battaniye yoktu. Adımlarını merdivenlerden yana atmışken zehir düşünceler yine ele geçirdi onu. O Burak'ın odasına çıkınca uyanırsa bu kez sanki odasını karıştırmak için fırsat kolladığını düşünebilirdi. Çok saçma bir fikirdi kabul, tüm evde yalnızdı sonuçta, ancak odasına gitmekten alıkoyamadı kendini. Yastığa biraz daha tüy koyup, pikesiyle birlikte Burak'a hibe etti.

Bilgisayarı sessizce alıp yatağa geçti. Daha ilk on beş dakikada esnerken uyuyakaldı. Gözünü daha önce koklamadığı hoş bir kokuyla açan Burak, kanepede uyuyakaldığını anladı. Buraya yattığında başının altında olmayan bir yastık ve üzerinde olmayan bir pike de ona eşlik ediyordu. Doğruldu hemen.

Burak'ın yastığını almak için bile onun odasına çıkmamış olan Duygu kendi yastığını vermişti ona. Burak'ı delirten, mis gibi kokusuyla tek yastığını... Daha geçenlerde Duygu'nun üzerini örtmek aklına bile gelmemiş, onu kanepede bırakarak odasına gitmişti. Yetmemiş, burada yattığını  gördüğü halde aklına ne yastık ne örtü gelmişti.

Ayağa kalkarak Duygu'nun odasına gitti. Kapıyı usulca açıp tezini doğrularcasına uyuyan kadını izledi bir süre. Yastıksız ve pikesiz, iki büklüm yatıyordu.

Sokakta da böyle mi yattın sen?

"Ah! Duygu, ben seninle ne yapacağım?"

Elindekileri üstüne örterken sesli düşündüğünü ayırt edemedi. İçi dışı bir olduğu zamanları hayatına taşıyordu sanki tekrar bu kadınla. Duygu'ya içinden geçenleri söylememek adına öylesine çabalıyordu ki, uyurken konuşmak üstünden tüm yükleri aldı sanki.

"Bir anlatsan bana kıvırcık, daha çok inansam sana güzel olmaz mı? Bizden bir şey olsa..."

"Efendim? Burak? Ne işin var burada?"

Kapının ve uyku mahmurluğuyla ne dediğini anlamadığı adamın sesine uyandı Duygu. Üşümüştü. Camı kapatmayı akıl edememişti.

"Kendi örtünü niye verdin bana? Üşümüşsün."

"Hırkamı örttüm kendime, açılmışım. Niye kanepede yattın?"

"Film vardı, izlerken uyumuşum."

Gözleri çok ağladığını belli ediyordu mutlaka; ama Burak sormuyordu. Bu zamansız anlayış öyle iyi geldi ki ona, neredeyse yirmi dört yıl yaşadığı tüm anlaşılmamaların yerine geçti. Yerde nefesle bile hareketlenen tüyler gibi hissetti kendini. Tüy gibi hafifti. Minnet duydu adama.

Minnet mi?

Duyduğu şey hoşuna gitmemeye başladığında yüzü değişti. Burak'a bakmadan diğer tarafa döndü. İyi geceler demeyi ihmal etmedi. Bu odadan çıkması için çağrıydı. Cihan geldi gözünün önüne. Ne yapıyordu acaba şimdi? Burada sabahın dördüne gelen saat onun olduğu yerde de üçüne ya da ikisine artık her ne haltsa, geç bir saate denk geliyordu. Arayamazdı.

Minnet kimlere duyulurdu?

Cihan da hep anlamamış mıydı? Hiçbir şey anlatmadığında bile sessizliğini dinlememiş miydi? Burak'ın ablası geldiğinden beri yaptığı gibi. Gözlerini yumdu sımsıkı. Bir yanda onu sokaktan alan, nefesi olan adam, diğer yanda iki ay önce onunla şantaj yaparak evlenen hıyar. Kıyasladığı kategoriler bile farklıydı. Güldü kendi kendine. O Cihan'ı çok seviyordu. Minnet duyduğu için yatmıyordu elbette onunla.

Birkaç sefer daha döndü yatakta. Midesi kalkmasını buyurdu ve göz ardı edemediği açlıkla mutfağa yollandı.

Burak odadan kovulmaktan beter halde bardağını tekrar doldurdu, daha odasına çıkamadan mutfaktan gelen takırtılarla geri indi basamakları. Mutfağa girdiğinde sandviç hazırlığı yapmakta olan Duygu'ya hayretle bakarken yaslandığı kapı gıcırdadı. Sese dönen Duygu gözlerini devirirken konuştu.

"Yine hırsızlık muhabbetti yapacaksan eğer, mutfak faresi olduğum doğru. Yiyeceklerini çalıyorum."

Yanlış anlaşılmaktan ve hareket işitmekten korktuğu için kendi yastığını vermişti ona, daha ne yapsındı yani? Odasına çıkmamış, şimdi mutfakta basılmıştı Burak'a.

Duygu radarın mı var ne be adam?

Hafif tebessüm eden Burak bu iğnelemeyi boş geçerek "Acıktın mı?" diye sordu.

"Evet, sen de ister misin? Yapabilirim sana da."

Adam daha geçen gece kadının yediği elma kendisine beş kilo aldırmış gibi hissediyordu, kaldı ki, sabahın dördünde bin bir malzemeli sandviç mi yiyecekti?

Elveda dürüstlük, merhaba şişkoluk.

"Olur, yerim yaparsan. Senin bedenin çok yakan spor otomobil gibi. Ne yersen yakıt olarak harcıyor. Kadın olsaydım gıcık olurdum sana."

Erkeğim yine de gıcığım gerçi.

"Evet, metabolizmam hızlı benim. Sık sık bir şeyler yeme ihtiyacı hissediyorum."

Sık sık derken?

"Duygu sen uyumadığın her an bir şeyler yiyorsun."

... Ve neden bu benim çok hoşuma gitmeye başladı?

"Lokmalarımı saymıyorsun, değil mi?"

"Hayır, yanlış anladın. Aksine iki yüz elli gram aldığım şeyleri kilolarca almak benim de hoşuma gidiyor."

"Kilolarca mı? Sen bir kilonun dörtte birini yiyorsun da ben ne kadar peki, hesap edemedim. Kalanları ben mi yiyorum yani?"

"Duygu niye yükseldin ki, anlamak imkansız seni. Hoşuma gittiğini söyledim ya!"

"Bir kadına ne güzel öküz gibi yemek yiyorsun diye iltifat edilmez. Sensin öküz. Hıyar deyince bile kızıyorsun üstelik bana."

Öküz mü dedim ben?

Burak kırk saniye önceye sardı zamanı. Öküz demediğine emindi. Nasıl bu sonuç çıkmıştı hoşuna gittiğini söylediği yeme eyleminden anlayan ona da açıklasa ne iyi olurdu.

"Dediklerimin neresinden çıkardın bu sonucu? Dolabımın dolu olmasını çok seviyorum."

"Kilolarca dedin Burak. Kilolarcaaaa."

"Taktın mı takıyorsun. Masraflarını çekeceğimi söyledim sonuçta, derdin ne? Ailem varmış gibi hissettim."

Minnet duygusu dağıttı beni. Kime ne hissediyorum, karıştı ortalık. Belli ki, bana karşı ılımlı bir politika izlemeye karar verdi Burak Efendi.

"Haklısın, çekeceksin tabii. En iyisi ben gidip elli kilo bir kadın TONLARCA nasıl yemek yer bir araştırma yapayım şu sandviçimi yiyince."

"Ye kıvırcık ye, tonlarca ye. Bununla batmam ben."

Keyifleri yerinde olarak ikisi de masaya oturdu. Tek eksik çaydı. Duygu beş dakikada yiyip uyuma hesabıyla kalkmıştı yataktan; ama şimdi sıcak bir sohbet başlatmışlardı. Kimsenin aklına uyumak gelmiyordu. Farklı odalara gidip havayı bozmak ise asla düşünülmüyordu. Sandalye tepesinde işten geç gelen kocasına hafif bir şeyler hazırlayan ideal eş konumundaydı Duygu.

"Kaç yaşındasın?"

"Kaç gösteriyorum?"

"Okulun bu yıl bittiğine göre yirmi iki ya da yirmi üç mü?"

"Bir ay sonra yirmi dört olacağım."

On Ekim'de, biliyorum.

"Var mı aklında kutlama ile ilgili bir şeyler?"

Villada Eylemler, Merveler ne güzel kutlarız.

"Cihan gelmiş olur mu bilmiyorum. Her yıl ufak bir pasta alır, ben mum üfler dilek dilerim. Bir sonraki sene gerçekleşmeyen dileğimi yinelerim. Aklımda bir şey yok yani."

Ben gerçekleştirebilir miyim dileğini? Piyano mu?

"Cihan'ı nasıl da unuttum? Eşeğim ben."

Bozuldun mu sen?

Ne diye bozulacaktı ki? Duygu'ya öyle gelmişti büyük olasılıkla. Gelip geçip laf soktuğu kadına doğum günü organize edecek değildi haliyle. Mutlu bile olmuştur diye düşündü. O zaman geldiğinde belki de gece yasağı kalkmış olurdu. Tüm bunları düşünürken Burak'ın kısık gözleriyle ona baktığını bir süre sonra fark etti. Fark etti, çünkü Duyhu da ona bakıyordu.

"Güzel olmuş mu?"

"Olmuş, eline sağlık. Yarın pazar. Evdeyim. Bir şeyler yapalım mı?"

"Sen yemek yapmayı biliyor musun?"

"Biliyorum bir şeyler. Niye sordun?"

"Bana da birkaç püf noktası öğretir misin? Hiç yormam seni. Çabuk öğrenirim."

Pazartesiyi beklerken zamanın su gibi akıp gitmesi onun da işine gelirdi. Ablası galeriye gelecek miydi, gelse bir şeyler anlatacak mıydı yirmi dört saatten fazla vardı bunu öğrenmesi için. Duygu'ya hala inanmış değildi yaptığı yemekten sonra; ama ne kaybederdi ki? Birlikte bir şeyler yapmak eğlenceli olurdu bu kadınla. Yastık savaşını sevmişti.

"Kafama yumurta atmayacağına söz verirsen neden olmasın?"

"Sevgilimi yanımdan kaçırdığımı söylemeyeceğine söz verirsen neden olmasın?"

"Anlaştık."

Biten sandviçlerin ardından bitmeyen muhabbet de bittiğinde saat sabahın yedisi olmuştu. Güneş çoktan doğmuş, evin içini aydınlatmıştı. Kapanan gözlerden uykuyu savuşturacak kadar etkili olmaması güneşin suçuydu. İlk uyanan Burak oldu. Oldu olası gündüzleri uyku alışkanlığı yoktu. On bire kadar uyuması bile rekordu. Arrık daha rahat girdiği karısının odasında aldı soluğu. Duygu'yu gece yatarken görmemişti; ama yattığı gibi uyumaya devam ettiğine şüphe yoktu.

Üç gün üç gece...

Sokakta kalmasının yadigarı bu hareketsizlik canını sıkmıştı; ama yanına gidip kadını döndürecek, bu tarafa da yat diyecek hali yoktu ya, kendini zor durduruyor olsa da. Mutfağa geçip kahvaltı hazırlamaya başladı. Genelde önce çayı koyardı; ama unuttu. Her şeyi hazır ettiğinde masaya koyduğu çay bardaklarına tam çay dolduracakken kafasına dank eden ayrıntıyla sandalyeye çöktü.

"Çok mu çabuk alıştım ben sana? Bu hiç iyi değil. Sağlıklı değil. Ne oluyor ya?"

"Ne olmuş?"

Nefesim oldu demişti Cihan için. Canı sıkıldı. Duygu'yla iyi geçinmek iyiydi hoştu, harikaydı, mutluluk vericiydi, eşssizdi vb.; ama bulanık bir akılla hayatına devam edemezdi.

"Bir şey olduğu yok. Çay yap hadi. Akşama kadar uyudun."

Sana da günaydın.

"Önce çay konur bilmiyor musun?"

Biliyordum. Akıl mı bıraktın bende?

"Bak sen! Hizmetçin mi var senin? Kahvaltı hazırladım işte, yetmiyor mu?"

Saatler öncesi rüya mıydı? O zaman ablası da gelmemiş olurdu. Bu siniri neye borçluydu acaba Duygu yine? Çayı koyarken sormak istiyor, ters teper diye çekiniyordu. Sandviç yedikleri anı özledi. O zaman kibardı. Duygu defalarca yanlış anlamasına rağmen sesini yükseltmemişti. Ona laf sokan taraftaydı ve Burak gülerek kendini ifade etmeye çalışmıştı. Ne değişmişti şimdi? Dayanamadı.

"Ben bilmeden bir şey mi yaptım seni kıracak?"

"Bilmeden ya da bilerek beni kıracak konumda değilsin sen."

Mutlak değer küfür Burak. Kızın ne suçu var senin boktan dalgalı duygu durumunda?

Gerginlik çıktı yoktan yere iyi mi? Duygu Burak ondan sigara istediğinden beri tüm sinirlerini aldırmış, tüm gerginliğini buruşturup çöpe atmıştı. Ne olmuştu şimdi böyle? En son mutlu mesut sandviçlerini yiyorlardı. Sessizliği seçti. Aradığı konum bulunamıyordu madem Burak Efendi'nin ne diye kendini açık edecekti ki? Tek üzüldüğü hevesle yemek yapacağı güne uyanmış olmasıydı. Yine kursağında bırakılmak üzere heves edilen bir şeydi. Sorun yoktu. Alışmıştı artık. Dün gecenin hatırasına yazık etmek istemedi. Yemeye başladı. Yerse unuturdu.

Dalgınca yediğinden Burak'ın ona nasıl baktığını görecek gözü yoktu. Pişmanlık dört bir yanını sarmış, paçalarından akarken dediklerini dememiş gibi yapması saçmaydı. Etkileniyordu Duygu'dan. Anlamı olmayan bir evlilik içinde iki aydır tanıdığı hırsıza karşı kalbini neyin çarptırdığını çözemiyordu. Tek bir temasla yerle bir olmuştu. Gelinlik seçerken yanağından öptüğünde, düğün günü öpüşmüş gibi yaptıklarında bile saçını kenara ittiği kadar etkilenmemişti. Sertliğiyle geri durabilirdi bu saçma durumdan. Yine de bir kadını üzdüğü için nefret etti kendinden.

"Acele et, akşam olmadan yemek yapacağız daha."

Başını kaldırdığında gözlerinde patlayan havaii fişekleri gördüğüne yemin edebilirdi Burak. Nefret etmeyi, kin tutmayı bilmediğinden emin oldu. Daha demin ağzına, dün gece hayatının ortasına sıçılmamış gibi gülebiliyordu gözbebeklerinin içine kadar.

Ağzıma sıçayım, ben ne yapacağım?

"Dakikalar önceki ruh halinle bugün yemek yapmayacağımızı, vazgeçtiğini düşünmüştüm."

Böyle de açık sözlü. Otur sıfır Burak.

"Şansını zorlama kıvırcık. Her an vazgeçebilirim."

Eliyle dudaklarının arasındaki görünmez fermuarı açtı mı kapattı mı bir fikri yoktu; ama kahvaltı bitene dek konuşmadı. Deminki sessizlikten tek farkı Burak'la gözleri her buluştuğunda ona içten gülümsemesiydi.

Kahvaltılıklar yerlerini aldığında Duygu dolapta ne var ne yok çıkarmaya başladı. Et, balık, sebze, salatalık yeşillikler, ıspanak, üzüm... Yetmedi kiler dolabına dadandı. Yeşil mercimek, pirinç, nohut, makarna...

"Duygu aşevine gönüllü girdin de benim mi haberim yok? Sen hayırdır, üç gün mutfaktan çıkmayacağız sanıyorsun galiba."

"Püf noktalarını öğreteceksin ya."

"Üzümden reçel yapmayacaksan eğer onu yemenin püf noktası sapını koparman sadece. O niye dışarıda?"

"Yemek yaparken enerjim düşer benim kesin, takviye kuvvet o. Aç aç yemek mi yapılırmış?"

"Benim ayıbım affedersin."

Ee yani. Bir zahmet Burak.

Kahkahayla elindeki önlüğü Duygu'nun arkasına geçip bağlayan Burak saçlarının kokusuyla mest oldu. Dün gece duş almıştı, kesin; ama yastıktaki koku doluyordu burnuna.
Boynundan geçirdiğinde Duygu'ya fırsat vermeden kendisi çıkardı saçlarını.

"Sen parfümünü mü değiştirdin?"

"Kullandığım iki koku var. Diğeri bitti. Buna geçtim. Sırayla kullanıyorum."

"Bu uzun süre bitmez umarım. Çok güzel kokuyorsun."

"Ben de seviyorum, teşekkür ederim."

Burak seri hareketlerle eti kuşbaşı yaparken ne yapacaklarına karar vermemişlerdi. Doğaçlama takılacak çıkan sonucu yiyeceklerdi. Bir hata yaparlarsa eğer, yemesi en güzel hata olacaktı. Bu dünyada hatalarını yeme fırsatı kaç insana nasip olurdu ki?

Duygu gözünü Burak'tan ayırmıyor, koyduğu tuza kadar ölçerek adamı delirtiyordu. Tezgahta onun hareket alanını daralttığı yetmiyormuş gibi bir de olur olmadık yerlerde alakasız sorularla Burak'ın dikkatini dağıtıyor, yemeğe baharat koydu mu koymadı mı aklını karıştırıyordu. Karışan onca şeyin arasında Burak'ın aklı da vardı. Tam L şeklinde olan mutfakta yan taraftaki maydanoza uzanıp doğramayı hedeflemişken ani dönüşüyle zaten dibinde olan Duygu'yla birleşti bedeni. Sağ yapsa sağa sol yapsa sola kayan Duygu işini hiç kolaylaştırmıyordu. En sonunda önlük havalanmaya başladığında iki eliyle onun iki omzundan tuttu ve kenara çekti.

"Sürekli ayak altında olup, hiçbir işe yaramamayı nasıl beceriyorsun? Mantarları çıkartmamışsın. Et sote yapıyorum, çıkar doğra hemen küp küp."

"Tamam şefim."

Burak başına buyruk bir organıyla  başa çıkamazken yukarı kıvrılan dudaklarına nasıl söz geçirebilirdi? Deliydi bu kadın dolu olduğu kadar. Bir şeyler öğrenirken öğrendiği kişiye sonsuz biat ediyordu. Cihan da böyle onun nefesi olmuşken, ona hayatı öğretirken mi bağlamıştı kendine? Kendisi alt tarafı tek öğünlük, yirmi dakikada bitecek yemek öğretmeye çalışırken Cihan karşısında şansı neydi ki?


20 Haziran 2019 Perşembe

KALBİMİ GERİ VERİR MİSİN? 25. BÖLÜM

Öyle uzun zaman olmuştu ki bu kelimeyi kullanmayalı, göz yaşları ona sormadan akmaya başladı. Abla kelimesini hiçlikle tanımladığı geçmiş yıllara rağmen akmaları kadar saçma ne olabilirdi? Hep içinin kuruduğunu düşünürdü halbuki. Öyle çok ağlamış, öyle çok ağlatmışlardı ki, onu evden kovan öz ablası için, içinde biraz kalmış olmaları yaşadıklarına haksızlıktı.

"Duygu, ablacım. Çok özledik seni."

Duygu için bundan daha anlamsız bir özlem olabilir miydi acaba? Yedi yıl bitmişti onu görmeyeli. Karşısına çıkmak için Eylül ortasını değil Kasım sonunu beklese sekiz yıl da biterdi. Cihan onu sokaktan alıp sarıp sarmalayalı geçen koskoca yedi yıldan sonra ne yüzle karşısına çıkmıştı?

Burak arada kalmış iki kadına bakarken Duygu'nun renginin attığını, adını seslenen ablasını siktir edip kovmakla gidip boynuna sarılıp koklamak arasında kaldığını net okuyordu yüzünde. Rahatsız, istenmeyen, en kötüsü de beklenmeyen bir durum olduğu açıktı.

"Nasıl buldun beni? Niye geldin?"

"Özür dilemeye geldim. Hata ettim. O gün sen evden ayrılınca çok pişman oldum. Çıktım aramaya; ama yoktun, geç kaldım."

Yalan söyleme bari.

"Seni evden kovduğumda demek istiyorsun sanırım abla. Kendi isteğimle bir ayrılma söz konusu değildi."

"Biliyorum ablacım. Çok özür dilerim. O gün başka çarem yoktu. Sonra geç kaldım sana."

"Her kapı kapandı yüzüme. Hemen pişman oldun madem, dedemleri ne diye arayıp bana attığınız iftirayı papağan gibi tekrarladın onlara da?"

Ablası evden kovduğunda ilk işi beş sokak ötedeki babaanne ve dedesine gitmek olmuştu. Defalarca çaldığı kapı sonunda açıldığında keşke hiç açılmasaydı dedirtmişti.

"Püh! Baban mezarında ters döndü senin yüzünden. Bir okuluna gidip gelemedin mi?"

"Ben bir şey yapmadım babaanne. Yemin ederim. Çok üşüdüm, içeri gireyim, yalvarırım."

"Git buradan. Seni eve alırsam ablana ne derim sonra?"

Yüzüne kapanan o tek kapı kime giderse gitsin diğerlerinin de ona kapanacağını haber veren ilk kapıydı. Zahmet etmemiş, ne teyzesine ne hala, dayısına gitmişti.

"Duygu bir dinlesen beni, neyi niye yaptığımı anlatacağım sana. Güzel kardeşim, konuşalım."

"Yalvardım sana o akşam. Dinlemedin beni. Ben niye dinleyecekmişim? Hem kocan biliyor mu buraya geldiğini?"

"Ayrıldık biz."

Seni boşadı yani...

"Ne zaman oldu bu? Beni evden kovup pişman olduktan hemen sonra mı? Sen mi açtın davayı?"

Biraz gururu varsa, biraz babasının kızıysa dürüst davranırdı ona. Onu kapı önünde durup dinlemesi bile kendine hakaretler sıralaması için yeterliydi. Kendisinin kapı önünde tek bir kelimesi bile dinlenmemişti. Evine girmek istiyor, ne var ki, bir adım dahi kımıldayamıyordu yerinden. Güzel geçen bir akşam ancak bu kadar çoktan devam edebilirdi.

Aysun, on altı yaşında evden kovduğu, tek kardeşi olan kız çocuğunun şimdi karşısında mükemmel bir kadına dönüşmesiyle gurur duysa da Duygu'nun dedikleri değildi yaşananlar. Geçen yıl boşanmışlardı. Muarrem Nazlı Aysun'dan daha genç ve daha zayıf bir kadın için eve gelmemeye başlamıştı zaten aylar öncesinde. Daha önceleri eve geldiği sürece iki çocuğu için aldatılmaya göz yumsa da oturdukları evi satılığa çıkararak davayı açtığında, başka çaresi kalmamıştı. Onurlu bir kadın gibi ayrılamamıştı bile. Kapı önüne konulmuştu. Kardeşi hayatını kurmuşken onun hayatı mahvolmuştu.

"Geçen yıl ayrıldık."

Duygu gülmeye başladı. Burak lafa girmek istiyor, Fransız kaldığı olaya dahil edemiyordu kendisini. Anladığı şeyler hoşuna gitmemişti. Ablası Duygu'yu bir sebepten evden kovmuştu ve zengin biriyle evlendiği için kardeşi kıymete binmişti. Ona bahsini ettiği 'Ben hiçbir şey yapmadım Burak.' bu kadınla mı alakalıydı o zaman? Öz ablası mıydı peki bu kadın? Duygu kadar olmasa da kıvırcık saçlıydı; ama birbirlerine pek benzemiyorlardı.

"Geçen yıl demek? Geçmiş olsun. Niye geldin bilmiyorum; ama şimdi gitme vaktin geldi. İyi geceler."

"Duygu yapma böyle. Affet beni. Ne düşündüğünü tahmin edebiliyorum. Maddi bir beklentim yok, yeminle. Gazetede gördüm seni. Emin olmak istedim. Öyle değişmişsin öyle çok güzelleşmişsin ki, yaşadığına sevinecek hale getirdi o adam beni. Lütfen affet."

Affetmek...

Aklına gelen düşünceler başını döndürürken kapıya tutundu. Burak belinden yakaladığı Duygu'ya ne diyeceğini bilemez halde dikilmek için yanlış bir zaman olduğunu biliyordu; ama ne doğru anı ne doğru kelimeleri yakalacağından emindi. Sustu, kaldı. Duygu kollarında titrerken eve çıkarmak istedi onu.

Duygu direnince dönüp kadına baktı. Konuşmadan ablasına bakıyordu ve aklından neler geçtiğini Tanrı bilirdi. Duygu da biliyordu. Tam üç gün üç gece dışarıdaydı. Hava soğuktu. Neredeyse sekiz yıl olacaktı evden kovulalı, İstanbul sosyetesine mensup zengin biriyle sahte evlilik yaptığı için bulabilmişti ablası onu. Ona uzanan eli tuttuğundan beri geçen zalim yıllar çok şey alıp götürmüştü ondan. Masumiyeti, yaşam enerjisi, aile değerlerine saygısı ve sevgisi Cihan'ın kolunda girdiği izbe yerde birer birer göçüp gitmişti başka sıcak kalplere. Onun donmuş kalbi sadece Cihan yanındayken biraz cesaret ediyordu atmaya. Belki de o akılla, ilk kez o cesur olmak istemişti o gece. Cihan, o hırsızlık yapmadığı için onun yerine çift vardiya çalışıp dayak yiyip bir de onu Hikmet'ten korurken kendisini vermek istemişti ona.

Usulca girdiği Cihan'ın odasındaydı şimdi. Burak onu tutarken o ana gitmesi ne kadar doğruydu; emin olamadı; ama ona pis geçmişi hatırlatan ablası karşısındayken temiz birine ihtiyacı vardı. Uykusu hafif olan adam anında doğrulmuştu yatakta. Yattığı yere ağır ağır yürürken kendisini en doğru olanın bu olduğuna ikna etmeye uğraşıyordu hala Duygu.

Cihan doğru kişi. Ondan başka kim olabilir? O olmalı. Doğrusu bu.

"Duygu, neyin var hasta mısın?"

Başını salladı sağa sola doğru, ama titriyordu on yedi yıllık narin bedeni. Cihan tek koluyla uzanıp göğsüne çekti onu.

"Bir şeyden mi korktun küçüğüm?"

Yine sağa sola sallandı o baş. Yüzü kızarmıştı ay ışığında görebildiği kadarıyla. Ayıp, yanlış, kötü bir şey yapan ufak bir çocuk gibi, suçunu itiraf ederse ne kadar ceza alacağının hesabı ile, yalan söylerse vicdan azabının ağırlığı altında ezilmek arasında sıkışıp kalmıştı sanki.

"Saat kaç Duygu? Bir sorun yoksa kaldığım yerden zıbarmaya devam edeceğim."

"Senin olmak istiyorum Cihan."

Baktığı kadın nasıl hiçlikle aynı anlama geliyorsa, Cihan, Duygu için hayatta kalmakla eş anlamlıydı. Sokakta geçirdiği o dolu dolu üç günün sonunda ya açlık ya soğuk onu önüne katıp ölüme götürebilecekken onun kolları ısıtmıştı zayıf düşmüş bedenini.

Cihan doğru kişi.

Hikmet hödüğü yeni gelen, zayıflıktan dolayı belli bir süre iş yapamayacağı garanti olan fazla boğazı aldığı yere geri bırakmasını söylemişti Cihan'a.

"Kendiniz bir boka yaramıyorsunuz, bir de misafir getiriyorsunuz. Götür gözüm görmesin. Bir de ilaç, doktor masrafı çıkar bunun."

"Ben karşılarım. Baksana ne halde? Dışarı çıkardığım gibi ölür."

"Burada ölmesinden iyidir. Cihan aptal olma. Nasıl bir sorumluluk aldığının farkında mısın? Nedim sen ne diye karşı çıkmadın?"

"Çıkamadım diyelim. Bakacağım diyor işte baksın enayi."

"Ailesi varsa, aranıyorsa ya? Baksana, kimsesiz değil bu kız. Temiz yüzlü, iş de yapamaz zaten. Başımıza sarma bu belayı."

"Kalacak Hikmet. O giderse ben de giderim."

Duygu sadece duyuyordu yattığı yerden bu konuşmaları. O eli tuttuğunda, diğer eli dolu olan adamın yanında yürümek için tüm gücüyle beraber göz yaşlarını da kullanmıştı. Yaptığının doğruluğunu bile tartışacak durumda değilken son söz sahibi olduğunu anladığı Hikmet denen bu adam gitmesini istiyordu.

Dışarısı çok soğuk. Biraz ısınmama izin verin.

Gitmek istemiyordu, en azından bir süre. Dışarıya nazaran oldukça sıcak olan odada kırılan cam parçalarının kırılma anının geri sarılması gibi dağılan tüm parçalarını bir araya getiriyordu sıcak. İki adamı da tanımıyordu, ama bu tartışmanın galibinin Cihan olmasını diliyordu içten içe. Ne zaman uyuduğunu bilemeden uyandığında hala aynı şekilde yatıyordu. Tartışmayı Cihan kazanmıştı demek. Sokakta gelişen, fark edilmemek için kıpırtısız kaldığı o anlar geçeli on üç ay olmuştu. Cihan onu kurtaralı geçen on üç koca ay... Yine soğuk bir gecede, Aralık ayında bu kez Duygu ısıtmak istemişti adamı, becerebildiği kadar.

Cihan yattığı yerden doğruldu. Uyku sersemi halde kızın dediklerini yanlış anladığını düşündü. Duygu'yu açık seçik göremese de karşısına oturttu karanlık odada, göğsünden çekip.

"Kafan mı kıyak senin? Ne çektin de geldin buraya?"

"Hiçbir şey çekmedim. Kullanmıyorum  Cihan, biliyorsun."

"Ayık kafayla yapıyorsun bu teklifi yani bana. Elimden bir kaza çıkmadan yürü git odana Duygu."

"Zayıf ve küçük olduğum için mi beni istemiyorsun?"

Zayıf ve küçüktü, doğru. Daha on yedi yaşındaydı. Cihan'ın iri cüssesine göre oldukça ufak tefekti. Beden, yaş, ruh, hayat olgunluğu bile tam anlamıyla tamamlanmamıştı ona kalırsa.

"Evet, küçük olman etkili. Hatta reşit bile değilsin, çocuksun daha."

Duygu çocukluk ne demekti, emin değildi. Çocukluğunu almışlardı hiç acımadan. Annesinin göğsünden süt emen bir bebek bile olamamıştı. Annesi onu doğururken öldüğünde annesizliğin yerini hiçbir şeyin tutmadığını büyüdükçe öğretti hayat ona.

Çocukluğu alınmadan önce de çocuk olmamıştı galiba. Hiç hatırlamıyordu. Yeğenleriyle birlikte oynamaktan ne kadar zevk aldığını anımsıyordu sadece. Ablasının bir kızı ve bir oğlu vardı. Onlar da Cihan'ın şimdi bile ona çocuk dediği zamandan yıllar önce olmalıydı. Yeğenleri okula başlayınca oyun oynayacak yaşta olduğunu hiç düşünmemiş, sadece derslerine odaklanmıştı o da.

"Seni istediğimi bilecek kadar büyüdüm. Hoşlanıyorum senden."

Cihan yine göğsüne çekti onu. Eliyle kıvırcık saçlarını okşarken ağzından pfff'lamalar çıkıyordu. Duygu güzel bir kızdı. Hoştu. Zayıf olmasına rağmen alımlıydı. Akıllıydı sonra. Onu üç gün sokakta bırakan geçmişiyle ilgili ağzından tek bir kelime duymamıştı. Sadece okumanın, bir şeyler öğrenmenin onu mutlu hissettirdiği zamanları ise, Cihan deneyimleyerek keşfediyordu lise üçe yeniden başladığından beri.

Belki bu yüzden, belki Cihan Duygu'yu görüp sokakta bırakmadığı için onu kendine yakın görmesi normaldi. Adam ona zarar verecek bir şey yapmayı aklından geçirse bile eyleme dökemezdi ki, aklından geçirmeye katlanamazdı.

"Duygu bu hoşlantı, çok başka bir şey olabilir. Sana yardım ettim, sokaktan aldım seni, yakınlık duyuyor olman normal. Bak küçüğüm, ben çok erdemli biri değilim, ama bir çocukla beraber de olamam."

"Çocuk gibi mi görüyorsun beni? Kilo aldım. Boyum da uzadı. Göğüslerim sonra ilk geldiğimde daha ufaktı."

"Tamam Duygu. Kadınsın biliyorum. Kadınsal belirtilerle büyümen normal. Ama..."

Beni istemiyorsun.

Nasıl denirdi? Onunla yatmayarak gururunu incitiyordu belki, ama yatarlarsa ve pişman olursa daha kötü olabilirdi. Yatmamaktan daha zoru ise, bunu karşısındaki kıza incitmeden söylemekti.

"... ama bu beraberlik için biraz daha beklemelisin. Belki de doğru kişi ben değilimdir. Kendini borçlu hissedip bedenini bana vermeni istemiyorum. Birkaç sene sonra hala aynı fikirde olursan tekrar değerlendiririz olur mu?"

Kırıp dökmeden duruma başka türlü açıklık getiremezdi. Güzel konuştu kendince. Ne hiç istemediğini söylemişti, ne de abaza gibi kızın teklifine atlamıştı. Cihan önündeki dört yıl boyunca bu konuyu tekrar değerlendirmemişti onunla.

"Anladım. Belki de sevgilin var. Unut dediğimi. Eskisi gibi olalım."

Duygu'nun pamuk ipliğine bağlı hassas duyguları incinmişti. Bir erkeğin kendini ona teklif eden kadınlara sorgu sualsiz atlayacağını düşünmüştü hep. Teklif etmeden atlayanlar varken hele ki. Göz yaşlarını biraz daha gözlerinde tutmayı becererek odasına gitmeye yeltendi.

Cihan kızın hayal kırıklığına anlam vermeye çalışırken bileğinden tuttu. Erkek delisi, hoppala, kaşar, zilli... Bu kelimelerin hiçbirisi Duygu'yu tanımlamazdı. On erkeğin arasında kendisine bakan ya da onun baktığı kendinden daha gençleri bile olmamıştı. Tek amacı eğitim almaktı. O dengeyi iyi kurmuştu. Tekrar çekti kendine. Tahmininden fazla kırılmıştı. Başka türlü denedi.

"Küçüğüm beni dinle. Hem gerçekten küçüksün hem de ilk seks deneyimin unutulmaz olmalı. Beni seçmen inan gururumu okşadı, ama bekleyelim."

İlk seks deneyimi...

O anda ışık belirdi odanın loş ışığını bir anda aydınlatan. Duygu'nun kafa içi aydınlandı. Cihan onu isteyebilirdi şimdi söyleyeceklerinden sonra. Tek sorun ilk olmasıydı demek ki Cihan'a göre.

"Ben bakire değilim ki. İlkini unuttur bana. İlkmiş gibi hissettir."

Gözyaşları sicim gibi akarken Burak Duygu için endişeleniyordu artık. Kadına gitmesini söyleyecekken konuşan Duygu yine şaşırttı onu.

"Sen eve girer misin Burak?"

"Tabii ki girmem. Birlikte gireceğiz."

"Lütfen, geleceğim az sonra."

"Duygu?"

"Burak, lütfen dedim."

Uzatacak durumda olmayan Burak çaresizce eve girince Duygu'nun geçmişte yaşadıklarını öğrenmek için delirse de o gece bu gece değildi yine. Kışkışlanmıştı. Kanepede kendinden geçerek ona inanmasını isteyen kadın geçmişiyle yüzleşiyordu ve o, hıyar gibi eve girmişti. Söylenene söylene onları görebileceği cam kenarına geçti odasına çıkıp.

"Ya ne yapacaktım? Biz bir şey değiliz ki daha. Israr edemiyorum ki."

Burak eve girer girmez kardeşinin burnunun dibine kadar sokulan kadın gözyaşları içinde iki kolunu doladı onun boynuna. Sarsılarak ağladı; ama Duygu'nun daha fazla akıtacak gözyaşı yoktu olanlar için. Geçmişti. Bitmişti. Cihan gelmiş, onu almıştı. Gecenin devamını oynattı zihni. Bir bakireden korkuyorsa eğer Cihan, alsın buyursundu bakalım.

Cihan o gece, ne duyduğundan neyi doğru duyduğundan emin olamadan ilerlemeyi tercih ediyor gibiydi. Şimdi de Duygu bakire değilim demişti. Ne? On yedi yaşında bir çocuk nasıl bakire olmazdı?

"Ne demek bakire değilim?"

Kollarından tutup ayağa kaldırdı kızı. Göğsünde yatırıp saçlarını okşarken sertliğini net bir şekilde muhatabına iletemediğini, bu iletime, tam şu anda deli gibi ihtiyacı olduğunu hissetmişti.

"Bakire olmamam sorun mu senin için?"

"On yedi yaşında bakire olmaman mı? Evet. Çok büyük sorun hem de. Şimdi on yedi yaşındasın. Geçen Kasım ayı seni sokaktan aldığımda on altıydın. Geçen yıl da mı değildin, yoksa bizim çocuklar mı bir şey yaptı sana?"

Bizim çocuklar mı? Aynı yerde kalan diğerleri mi?

"Hayır Cihan."

"Ne hayır neeee?"

"Çocuklar hiçbir şey yapmadı."

Katil olabilirdi o saniye. Bir genç kızın, hatta çocuk sayılabilecek bir kızın ırzına geçselerdi şu an hepsinin uykusunda boğazlarını keserdi. Hırsızdı onlar, ırz düşmanı değil. Korkudan bembeyaz olan Duygu'yu kendine bastırdı. Uzun, kıvırcık saçlarını okşadı, öptü. Tekrar tekrar. Bu evde olan bir şey değilse, o zaman... Aklına geleni yaşadığına ihtimal vermek istemiyordu. Kafasında dönen tek düşünceyle tekrar yatağa yattı onunla.

Duygu ise ağlıyordu. Cihan'ın önce ona hakaret ettiğini sanıp üzülmüş, sonra da onun için endişelendiğini anlayıp gözlerindeki ıslak baskıya daha fazla engel olamamıştı. Anlatamadığı, unutmaya çalıştığı on üç ay öncesine gitti ruhu. İçi titredi. Sanki yine bir başına, dımdızlak, ıssız sokaktaki cızırtılı ve bir yanıp bir sönen lambanın altındaydı. Yanında yine Cihan. Cihan Kalender.

"Özür dilerim Duygu. Sen öyle deyince, geçmiş yaralarını deşmek istemezdim. Ben senin için endişelendim sadece."

Artık bir önemi yoktu. Endişesi yersiz, öfkesi geç kalınmıştı. Kız ne yaşamış ne görmüş, başına ne gelmiş bilmiyor, dahası bilmek istediğinden emin bile olamıyordu.

O tek düşünce... Canının acıdığı düşüncesi... Delirtiyordu onu.

Duygu geldiği ilk zamanlardaki gibi suskunlaşmıştı yine. Sessizce akıttığı gözyaşları için ağzından bir isim dökülmesi yeterliydi. Birden fazla olabileceği fikrini hızla uzaklaştırdı zihninden.

'İlkini unuttur bana. İlkmiş gibi hissettir.'

Hissettirebilir miydi? Onun için hep yaşlı olduğunu düşünmüştü. Kadın gibi değil, korunmaya muhtaç kız çocuğu gibi görmüştü onu sokakta bulduğu andan itibaren. Cihan on sekiz yaşında yetimhaneden ayrılıp kendi yolunu bulunca, aile kurmayı aklından geçirmemişken, Duygu o hisleri tetiklemişti onda. Onunla evlenmeyi düşünmek değildi tetiklenen hislerin tam karşılığı. Kız kardeş gibi de görmemişti onu, ama altına alıp kadını yapmanın hayalini de kurmamıştı. Şimdi kadını olmak isteyen Duygu'ya karşı kararsızdı.

Ne yapmak istediğini bilen, ama yapmak için tereddüt eden bir adamın çaresizliğini de ilk defa o gece yaşamıştı. Birlikte olacaklarsa bile beklemesi gerekecekti. Belki yıllarca. Duygu, bunu bir zorunluluk olarak görmediği ana dek...

"Anlat bana küçüğüm."

Anlatılmaz yaşanır dedikleri Duygu için mi söylenmişti? Başına gelenleri anlatmamak da bir yerde, kendini, unutmak istenilen kötü anlardan kaçabileceğine inandırmak için seçilen bir yöntem değil miydi?

Birileriyle konuşmayınca elbette Duygu, başına geleni yaşamamış olmayacaktı. Öyle ki, bunu nasıl unutacağını bir yıldır çözmüş de değildi. Geçen yıldan bu yana bir şekilde, sokaklarda bulunmasının nedenini kaçak dövüşerek soru sorulmadan geçiştirmeyi başarmıştı. Cihan'a anlatsa ne değişecekti? Tek kelime etmedi.

"Tamam, anlatma. Düşünme artık. Ben buradayım. Yanındayım. Hiç kimse bir daha zarar veremeyecek sana. İzin vermem. Asla izin vermem küçüğüm."

Dediğini yapmıştı Cihan. Duygu'nun zarar görmesine izin vermemişti. Bedenine sarılı kollardan kurtulan Duygu şimdiki zamana döndü. Ne bir yılın sonunda ne geçen yedi yılda anlatabildiği bu olayı şimdi asıl muhatabıyla masaya yatırmak zorundaydı.

"Bırak beni, bana dokunmaya hakkın yok senin. Sen de en az kocan kadar iğrençsin. Öyle iki yüzlüsün ki, seni asla affetmiyorum. Beni evden yine kovsaydın; ama sebebi başka olsaydı."

"Duygu, kardeşim?"

"Seninle aynı anne babadan olmak onlara hakaret. Senin kocan benim içimdeydi. Tecavüze uğradım ben. Sen ona inanmayı, benim o iğrenç adamı ayarttığımı düşündün. Namussuz diye bağırdın bana."

"Hayır ablacım, öyle değil. Ben asla..."

"Yeter, yeter git artık. Unutmuştum. Atlatmıştım. Yaşamaya başlamıştım. Bana acı çektirmekten vazgeç artık."

"İnan bana niyetim bu değil. Özledim seni. Sen masumsun, biliyorum. Seni korumak istedim."

"Kimden? Kendinden mi? Kocan odama bıçakla gelene kadar aklın neredeydi? Elini ağzıma kapatıp külodumu bıçakla kesene kadar, ha? Gücüm yetmedi ona. Enişte yapma diyemeden salyalarını boynumdan göğüslerime bulaştıran adama karşı koyamadım."

"Duygu, yeter. Uyumuşum, tamam mı? Her gece senin yanına gidecek diye korkumdan geceleri uyku girmedi gözüme. O gece uyumuşum. Eziyet etme bana."

"Ne anlatıyorsun sen bana? Tecavüzü bile bile mi kovdun sen beni?"

"Eğer ben seni kovmasaydım, devam ederdi."

"Kafayı mı yedin sen? Polise giderdik. Allah kahretsin sizi."

"İki çocuğum var Duygu. Yeğenlerinin babası maalesef o adam. Tecavüzcü damgası yemesi onları zarar verir diye düşündüm. Gençtim. Cahildim."

"Madem böyle bir tehlikenin farkındaydın, bana söyleseydin zevkle öldürürdüm kocanı. Masum babalarını öldüren cani teyze olurdum. Çocuklarının da adı temiz kalırdı. Onun yerine beni kirletmeyi seçtin. Cahillik değil bu. Seçimi kolay seçmesi daha kolay olanı yaptın."

Kendisi de bir seçim yapmıştı. Üstelik onunki tanımadığı bir adamla evlenmesini gerektirmişti. Öz ablanın seni tanıdığını düşünürdü insan. Aysun Nazlı için, artık Aysun Çetin için bu böyle değildi demek ki.

"Dinle beni ne olur? Bak kendine bir, mükemmel bir kadına dönüşmüşsün. Bizimle kalmaya devam etseydin bunların hiçbiri olmazdı emin ol."

"Sen beni evden kovduğun için mi oldu tüm bunlar sanıyorsun? Benim ne olduğum hakkında en ufak bir fikrin bile yok. Mükemmel olmaktan öyle uzağım ki, hayatta kalmak için kimin elini tuttuğumu sen nereden bilesin? Neredeyse sekiz yıl sonra karşıma çıkınca bittiğini sandığın acılarım bitmiş olmadı. Kapıda sen bana arsız, namussuz derken, kocan 'bir hata yaptı, bir daha olmaz, konuşalım.' diyordu en son. Ben hata yaptım, evet. Babam ölüp de beni almaya geldiğinde seninle gelerek en büyük hatayı ben yaptım abla. Git. Seni görmek istemiyorum."

"Yeğenlerini özlemedin mi? Kocaman oldular Duygu."

"Ne dedin onlara teyzelerini sorduklarında? Orospu teyzeniz on altı yaşında, daha çocukken babanızı ayarttı, bir gece bacaklarını ona açtı, ben de babanızı korudum mu dedin?"

Ablasının kendini savunacak cümleleri yoktu. Geç kalınmış bir pişmanlığın da dönüşü yoktu. Bir kere bulmuştu ya onu, kendini affettirmek için uğraşacaktı. Maddi beklentisi olmadığını anlasa şimdilik yeterdi. Bu gece görmesi bile yüreğine attığı sekiz yıllık özlemi gidermesinin ilk kıvılcımlarıydı. Biraz sarılmış, biraz koklamıştı. İyi olduğunu görmüş, arabadan mutlu indiğinde onun adına sevinmişti. Kocası iyi birine benziyordu.

"Söylediklerinde ve söyleyeceklerinde sonuna kadar haklısın. Sen hep benim küçük kardeşim olarak kaldın gözümde. Sana yaptığım haksızlık için her gün vicdan azabı çektim Duygu. Başka çarem olsaydı..."

"Başka çare her zaman vardır. Babam sana öğretmedi belki; ama ben hiç unutmadım dediklerini. O gece, o sokakta çaresiz tek bir insan vardı. Bendim. Şimdi masal anlatma bana. Ben o masalın kahramanıyım çünkü."

"Duygu?"

Başka bir şey demeden eve giren Duygu, hiç beklemeden odasına geçti. Burak'ın sorularını cevaplayacak güçte hissetmedi kendini. On dakika içinde çöken bir sistemin parçası olmuştu. Bedeni ona isyan edercesin ılık Eylül akşamında tir tir titriyordu. Cihan'ın bile bilmediği hikayeyi elin yabancısına anlatacak değildi.

Burak camı açtığı halde duymadan sadece gördüğüyle kalırken Aysun kardeşinin arkasından biraz daha bakıp yürümeye başladı. O an can, kan geldi Burak'a. Bu abla kaçmazdı. Tüm bildikleriyle Duygu'nun geçmişi bu kadındaydı. İkişer üçer aceleyle indi basamakları ve dış kapıyı kapatmadan koşmaya başladı.

"Bir dakika bakar mısınız lütfen hanımefendi?"

"Buyrun Burak Bey."

"İsminiz nedir?"

Varlığını gizlemişti Duygu kocasından. Sorusu bunu net şekilde serdi gözü önüne. Geçmişini bildiklerinde belki devam edemeyeceğini düşünmüştü. Kabul görmeyeceği için anlatmamayı seçmiş olabilirdi. Aysun onun hayatını etkileyecek ya da alt üst etmek için gelmemişti.

"Aysun Çetin. Duygu size bahsetmemiş benden anladığım kadarıyla. En iyisi öyle kalsın olur mu? Şunu bilin yalnız, onun hiçbir suçu yok."

"Doğru, bahsetmedi sizden. Ben öğrenmek istiyorum. Kartımı alın lütfen. Pazartesi galeride olacağım. Sizi bekleyeceğim."

"Benim size anlatacak hiçbir şeyim olamaz. Duygu'nun kararına saygı duyacağım. Bir hayat kurmuş, onu bozmaya hakkım yok ."

Yok öyle yağ mağ. Bu fırsatı kaçırırsa aptaldı. Neden hırsız olduğumu sordun mu diye çemkirmişti geçen gece. Bunu öğrenmeye giden yolda durmadan ilerlemek için bir ışık belirmişti önünde. Yanan ışığı takip etmese olur muydu?

"Gelin sadece, bir şey anlatmak zorunda değilsiniz. Bir çay içeriz. Gidişata sonrasında bakarız."

Çay mı? Ona çay yapmayı öğrettiğinde ne kadar mutlu olmuştu. Okula gittiği için evde iş yaptırmazdı ablası ona. Her şeyi öğrenmek isterdi; ama göz önünde olup da Muarrem'in dikkatini çekmemesi için Aysun da her yolu denerdi. Mümkün olsa çarşafa sokacaktı, geç kalmıştı. O günden beri içtiği hiçbir çaydan tat alamamıştı.

"Bunu neden istiyorsunuz? Benim anlatacaklarımdan sonra kararınız değişecek mi onun hakkında?"

"Bakın boşanmışsınız, belki de size yardımcı olabilirim."

"Asla para için gelmedim Burak Bey. Kardeşim bana bir kere gülse yeter. Onu bir kere kaybettim, sizin onun hakkında yanlış düşünmenize neden olacak hiçbir şey yapmam. Dilerse kendi anlatır. İyi geceler."

"Söyleyeceğiniz hiçbir şey karım hakkında kötü düşünmeme neden olmaz."

Ben ona o gece inandım. Duygu hiçbir şey yapmadı.

Arkasından demişti son dediğini. Pazartesi gelecek miydi, bir şeyler anlatacak mıydı bekleyip görmesi gerekti. Şimdilik bunu Duygu'dan gizleyecekti. Belki de hırsızlıkla suçlanmıştı ve kaderin cilvesine bakın ki, meslek haline getirmişti. Aysun ise, kocası yanındayken o heyecanla kız kardeşinin karşısına çıktığına pişmandı. Geçmişini geride bırakıp yeni bir hayat kurmayı pek ala başarmışken yine onun yüzünden çöküşüne sebep olursa bu kez kendini öldürürdü. Yine de adamın son sözleri umut verdi ona. Ne derse desin karısı onun göz bebeğiydi.

Tekrar eve girip usulca çaldığı kapıdan içeri giren Burak Duygu'yu cam kenarında bir yastığa sarılı halde buldu. İki kedisi de yanındaki minderde uyuyordu. Abla kişisinin tam gecenin devamında ona teşekkür ederken gelmesi, düşün düşün tamamlayamayacağı cümlenin ortasına bomba gibi düşmesi belki de iyi olmuştu. Odaya gelmişti gelmesine; ama ne diyeceğini hesaba katamamıştı. Asıl şaşkınlığı elindeki sigarayı görünce yaşadı. Sustu kaldı.

"Bir şey mi diyecektin?"

"Sigara içtiğini bilmiyordum."

"Hakkımda bilmediğin pek çok şeyden sadece bir tanesi."

Bu değişmek üzere hanımefendi.

"Hiç kardeşim yok demiştin Eylem sorduğunda."

"Oradan bakınca bir kardeşim varmış gibi mi duruyor?"

"Senden özür dilediğine göre zarar vermiş sana. Niye şikayetçi olmadın?"

"Evden kovulunca on altı yaşında bir kızın aklına gelen ilk şey karakola gitmek olmuyor. Montunu bile alamadan karga tulumba ablan kovunca hele ki, o soğukta hayatta kalmaya çalışmak ilk önceliğim oldu haliyle."

"Cihan, değil mi? O buldu seni."

"Cihan sadece bulmadı beni. Hayatımı kurtardı. Nefesim oldu."

Nefesin oldu.

Bu cümle defalarca yutkunmasına neden oldu. Tamamlayamayacağı başka bir cümleye daha başlamaya mecali kalmamıştı. Duygu için bu dünyada tek bir kişi gerçek, tek bir kişi doğru, tek bir kişi sevgiliydi. O doldurduğu yeri boşaltmadan bir başkası için atmayacaktı Duygu'nun minik kalbi. Gözden ırak gönülden ırak sözünün kıvırcık için anlamını tartışmayacaktı kendi içinde. Cihan gittiği yerden dönmek zorundaydı.

Bir an önce.


17 Haziran 2019 Pazartesi

KALBİMİ GERİ VERİR MİSİN? 24. BÖLÜM

Sahte karı koca dedesinde yedikleri akşam yemeği sonrasında Duygu'nun yaptığı çayı da içerek eve doğru yola çıktılar. Burak yemek boyunca sessizliğini korumuştu. Ayrı arabalarda giderlerken Duygu dünden beri adamdaki sessiz değişimin nedenini merak ediyordu. En son merdivende asmış kesmiş, kirk haramiden biri gibi kelle uçurmuş sonra durulmuştu. Dedesinin yanında şarkı söylediği için mi bu kadar kızmıştı? Aynı gerilimi tekrar yaşamak işine gelmezdi.

"Yanlış haber; ama dedem seviyormuş işte müziği. Kornişon Burak, ne olacak."

Hatta hıyar...

Kendi arabasında seyreden Burak ise göz göze geldikleri anı düşünüyordu hala. Tam bir göz göze gelmek bile olmayan bu durum Burak'ın ona göz dikmesiyle sonuçlanmıştı bir süre. Duygu tekrar başını kaldırana kadar tabii. Saçlarından yüzünü bile göremediği kadına bakmak istemek de ne demekti? Bu hisler kesinlikle dedesine iyi davranmasından ileri geliyordu, başka ne olacaktı? Yok artık!

"Saçma. Çok saçma."

Çok saçma olması saçmalamamasını sağlamıyordu. Hülya'nın yerle bir ettiği tüm düşünceler, Duygu yanındayken kendiliğinden olması gereken yerlerine istifleniyordu nizami biçimde. Bir dinginlik geliyordu içine. O çok sinirlendiği anda bile onu öpmek için çırpınmasına neden olacak kadar kanına işliyordu kadın. İki haftada çok fazla maruz kalmışlardı birbirlerine. Bu da bir nevi alışkanlıktı. Zararlı mıydı, biraz daha vakit geçince anlardı.

"Bok anlarsın. Salak mısın sen? Öpmek istemek nasıl bir alışkanlık? Dudak tiryakisi miyim ben?"

Senli benli konuşmak, kendine cevapsız sorular sormak işlevsiz kaldığında ve direksiyonu sıkan parmak boğumlarına yeteri kadar işkence ettiğinde kendinden önce eve gelen Duygu'nun arabasının yanına park etti aracını. Ne ara geçmişti onu? Fark etmemişti bile. Hızlı gitme demiyor muydu sürekli? Laftan anlamıyordu bu kadın.

Duygu eve gelmiş banyoda ellerini yıkayıp aynaya bakmıştı bir süre. Göz makyajını silmek için malzemelerine uzandığında ne zamandır orada duran saç düzleştiricisi dikkatini çekti. Yarınki konsere saçları düz olarak gidebilirdi. Hem daha uzun görünürlerdi. Farklı bir görünüm hevesiyle fişe taktı aleti. Isınmasını beklerken saatin gidecek bir işi olmayan birine göre yeterince geç olmaması sebebiyle laptoptan bir film açtı. Otel gibiydi burası. Misafir için her türlü konfor ve zenginlik düşünülmüştü. Bir de piyano olsaydı...

Tekrar banyoya döndüğünde kolları kopana dek saçlarını düzleştirdi. Ne çok saçı vardı. Neden sık sık bu işi tekrarlamadığını da hatırlamış oldu. Kırk dakikası geçmişti düz saç sahibi olacak diye. Arada bir yerde dış kapının sesini duymuş; ama odasına gelen giden olmayınca o da çıkmamıştı odadan. İşi bitince mutfaktan bir elma aldı ve yatakta izlerken uyuya kalma ihtimaline karşı kucağında bilgisayar salon kanepesine kuruldu. Seçtiği gerilim filminin havasına uygun düşsün diye ortamı loşlaştırdı.

Burak söylenene söylenene eve girdiğinde ortalıkta görünmeyen Duygu'nun yorgun olduğu için yattığını düşündü. Tüm gün dedesiyle diyaliz merkezindeydi ve bu durumdan hiç şikayet etmiyordu. Önerdiği gibi daha uzun süre kalıyorlardı artık. Doktoruyla yeni oluşturdukları sistemde dedesi halinden memnundu şimdilik. Kendini yatağa bıraktıktan sonra geçen bir buçuk saatin ardından yine dili damağı kurumuş halde doğruldu yatakta. Bir sürahi su yetmiyordu artık ona. Tüm gününü analiz ederek geçirdiği bu zaman zarfında sıra Duygu'yla ilgili olana her geldiğinde bardağı doldurup kafasına dikişinde susuzluğu biraz olsun dinmişti. Şimdi o su da bitmişti. Belki uyurum ayağına mutfağa gitmeyi ertelese de balkonda şarkı söylerken Duygu'yla göz göze geldiği ana gidiyordu sürekli.

"İn hadi lan, al suyunu. Yok işte uykun falan."

Mutfağa giderken dikkat etmediği yarı açık salon ışığı mutfaktan çıkarken gözüne takıldı. Koridordan geçip yatak odasına gitmek için attığı üç beş adımı, gerisin geri yürüdü Burak. Salon kapısından gördüğü Duygu kucağında laptop bir şey izliyordu. Farklıydı. İki saat önce dedesinden çıkarken böyle olmadığına yemin etse başı ağrımazdı. Yetersiz oda aydınlatmasında bilgisayar ekranından yansıyan ışıkla gördüğü kadarıyla ısıra ısıra yediği elmadan canı çekti Burak'ın da. Yutkundu. Bir elma böyle iştahla yenilebiliyormuş, öğrenmiş oldu. Saat gecenin birinde yenen elma neresinde öğütülüyordu, Burak yese göt göbek olurdu. Duygu yiyince ne oluyordu, beslenme uzmanlarından açıklama bekliyordu hala.

Dikkatini elmadan çekip neyin farklı geldiğini anlamak için kapıda kaldı bir süre. Onu fark etmeyen Duygu izlediği her neyse ona göre yüzünün şeklini değiştiriyordu. Korku filmiydi tepkilerine bakılırsa. Gülümsedi onun bu sessiz sinema gibi korkmalarına. Çığlık atmıyordu. Sağ sol yapıyordu bedeni ara sıra. Elma tutmayan diğer eliyle önüne gelen bir tutam saçı yüzünden çekince hareketlendi Burak. Anında silindi gülümsemesi. Acele salonun spot ışıklarını açtı.

"Ne yaptın sen kendine?"

Işık hızı ve ses hızı eşit değil derlerdi bir de. İzlediği filme tam odaklanmış halde kaptırmıştı kendini, Burak ile yerinden sıçradı Duygu.

"Ne yapmışım?"

"Değişmişsin."

Elmadan aldığı son ısırığı daha yutamadığı için, ağzı dolu halde konuştuğundan yine azar işitmemek adına yuttu acilen lokmasını. Dudaklarını yaladı sonra. Neye kızıp gelmiş, azarlayıp duruyordu kendisini acaba?

"Mesela?"

Burak niye bu kadar sinirlendiğini de anlamadı, ama öfkesini yenemiyordu. Duygu cevap versin diye beklerken içinden yirmiye gelmişti, o ise diliyle dudaklarını yalıyordu.

"Mesela saçların kıvırcık değil. Ne yaptın kendine?"

"Düzleştirdim."

Evet düzlerdi. Kıvırcık değillerdi ve bu nedensiz öfkemin sebebi ne?

Burak'ın, iç sesinin ona sorduğu soruya verecek bir yanıtı yoktu. Allah kahretsin ki, buna niye bu kadar sinirlendiğini Duygu soracak olsa, ona verecek mantıklı bir gerekçesi de yoktu. İyi ki, sormuyordu.

Mu acaba?

"Sen saçımı düzleştirdim diye mi bu kadar öfkelendin?"

Bilsem, sana da diyeceğim de...

"Bana ne senin düz mü kıvırcık mı, ne haltsa saçından? Yakışmamış. Düzelt."

"Düzelttim zaten."

"Duygu kızdırma beni. Eski haline getir onları. Yanımda taşıyorum seni. Böyle dolaşma yanımda. Seni ilk gördüğüm yerdeki gibi, saçların minicik yüzünü kaplamış halde olsun. O elmayı da şapırdatmadan ye. Anlık konumu da sekiz saatte bir paylaş."

Daha fazla saçmalamadan odana çık bence Burak.

Arkasını dönüp odasına giderken istediğini söylemiş olan bir adama göre yeteri kadar sakinleşememişti. Ne olmuştu ona böyle? Hülya şekilden şekle, renkten renge, boydan boya değiştiriyordu sürekli saçlarını. Bu hiçbir zaman sorun olmamıştı onun için. Sorun edecek kadar uzun süre aynı kalmadığı bile oluyordu. Öyle bir zaman gelmişti ki, aynı gün içinde uzun ve kısa gördüğü bile olmuştu, kısadan uzuna üstelik. Şimdi Duygu'nun düzleştirdim dediği saçlarına bir kova su dökmek için merdivenlerden geri inmemek çok zor geliyordu ona.

Odasına geldiğinde kapıyı çarparak kapattı. Yetmedi. Yatak çarşaflarını çekti çıkardı. Yine yetmedi, şifonyer de nasiplendi Burak'ın öfke nöbeti saatinden. Belki de kendisi soğuk bir duş almalıydı. Tekrar açtı kapıyı. Aşağı inmeden deli gibi bağırarak kadına seslendi.

"Sabah uyandığımda o saçlar eski haline dönmemiş olursa makasla biçerim hepsini."

Duyurduğundan emin olduğu tehdidi ettiğinde biraz kendine geldi. Korkup eski haline getirirdi nasılsa. Çıkardığı çarşafları yerine taktı ve yatağa yattı huzurla.

Duygu elinde yarısı yenmiş elma ve kucağında Burak'ın öfkesine neyin sebep olduğunu anlamaya çalışırken durdurmayı akıl edemediği için devam eden filmle bir de öküz gibi böğüren hıyardan emir dinlemişti.

"Sana ne be benim saçımdan? İlk kez gördüğü gibi olacakmış mış mış. Hadi oradan. Kızıl peruk vardı o zaman kafamda. Denyo. Yarın sabah sen görürsün bakalım bana emretmek ne demekmiş?"

Duygu merdivenlere kadar gitmeyi akıl edememiş, oturduğu yerden delikanlılık yapmıştı. Söylediklerini duymayan Burak çoktan uykuya teslim ettiği ruhuyla kıvırcık saçlar arasında yüzme öğrenmeye başlamıştı.

Sabah erkenden uyanan Duygu, evin yolunu tuttu. Başladığı elmayı bitirse de filmi kapatmıştı. İnsanda heves mi bırakmıştı sanki? Yine de saç konusu öyle kapanmaz böyle kapanır hamlesi için alarm çaldığı gibi zıplamıştı yataktan. Burak uyanmadan gidip evdeki yedek peruğu kafasına geçirip kahvaltıda sürpriz yapacaktı ona. Madem ilk gördüğü Duygu'yu istiyordu, lastiklerini bile patlatırdı mizansen isterse.

Mahalleye geldiğinde hemencik eve çıktı. Odasında nereye koyduğunu unuttuğu peruğu ararken Cihan'ın yokluğu bariz hissediliyordu. Gittiği yere vardığını haber vermesi, günde iki mesaj atması yeterli değildi; ama adamı bu sıkıntılı dönemde darlayacak da değildi.

Banyoya bakarken nereye koyduğu aklına gelince anında döndü yatak odasına. Beş katlı şifonyerin en alt çekmecesini açtığında pek çok ıvır zıvırın olduğu yerde buldu. Doğru hatırlamıştı. Tam eline almışken altındaki kendi pasaportu dikkatini çekti. Akıbetini öğrenemediği Avrupa ülkelerinden birinin vizesini görmek için sayfaları çevirdi baştan sona, sondan başa... Kalbi gibi tertemiz sayfalarla karşılaşmayı beklemediği öyle açıktı ki, ne düşüneceğini bilemedi.

"Beni arkada bırakmayı hep mi düşündün yani?"

Anında kovaladı saçma sapan düşünceleri. Zamanı unutup elinde on yıllık boş bir defterle yatağa uzandı. Başka bir açıklaması olmalıydı. Cihan başvurmamış olsa başvurmadım derdi, derdi değil mi?

"Kesin vize çıkmadı benim gibi meteliksize. Beni üzmemek için de söyleyemedi. Koskoca Avrupa işsiz sapsız genç kıza ne diye vize versin?"

Daha fazla oyalanmadan peruğu kafasına geçirip evden çıkmaya karar verdi. Cihan gibi kokan yatakta kalmak ona daha fazla özlem duymaktan başka bir halta yaramazdı. Diğer evde dediğini ikiletmemesi gereken bir kocası vardı.

"Küfür turşusu, ilk gördüğün kadın lastiğini değiştirdi, aklını değiştireyim de gör."

Binanın kapısını açtığı anda sabah şeriflerini hiç de hayırlamayan, bela okumasına ramak kalan üç adam karşısında dikiliyordu. Cihan'ın ona gittiğini söylemesiyle bir adamını sürekli nöbetçi bırakan Hikmet, gelen kadına hoş geldin partisi düzenlemişti.

"Günaydın vahşi kedi. Cihan olmadan işe çıkıp Hikmet abine para mı getirecektin? Üstündeki emeğimi görmek gururlandırıyor beni."

R'leri üstüne basa basa konuşmasına hep ayar olurdu Duygu; ama şimdi ayar nasıl olunur biri sorsa gıkı çıkacak gibi değildi.

"Ne oldu? Tırnakların Cihan olmadan çalışmıyor mu? Seni ardında bırakıp giden bir Cihan, yakıştıramadım. Ya bana söylediği gibi sahte, paralı bir evcilik oyunu yok ortada ya da Cihan çok büyük bir işe benden habersiz çıkacak kadar şuurunu kaybetmiş."

"Cihan kardeşini bulmaya gitti."

"Sen de hemen inandın mı? Sana uzanan eli kabul ettiğinden beri bedenin dahil her şeyini verdin ona. Aklını vermediğini umuyorum. Cihan ne haltlar çeviriyor, söyle."

"Rahat bırak bizi. Paranı alıyorsun. Cihan ne anlattıysa doğru."

"Alıyorum. Şimdilik. Sen İstanbul'un en zengin adamıyla evleneceksin, adam üstüne genç ve yakışıklı olacak, senin gibi bir hırsızı karısı yapacak, yer miyim ben bunları?"

Yemişsin yiyeceğini, ayı.

Duygu geldiğine geleceğine pişman olmuştu olmasına da gidemiyordu şimdi. Cihan olmadan üç adam ona fazlaydı. Karşısında izbandut gibi dikilmişler, geçip gitmesine müsaade edecek değillerdi. Sabahın altısında, oyalanmış kalmıştı evde. Burak'a inat yapmak için Cihan'ı ezip geçmişti. Cihan yine haklı çıkmıştı. Onu korumak için Burak'a bile güvenecek kıvamda olması gereken bir avantacı varken Duygu'nun aklından ne geçiyordu ki?

"Ne yersin yemezsin ben bilemem. Çekil, geçeceğim."

"Aklıma oturtamadığım bir şey var vahşi kedi. Sen Cihan'dan ayrı, gitsen gitsen tuvalete gidersin. Ona bile şüpheliyim ya neyse. Bu adamla ne ara, nerede tanıştınız, anlaştınız? Dur hemen cevaplama. Çünkü bir sorum daha var. O da aklıma başka şeyler getiriyor çünkü. Siz benden habersiz bir boklar yediniz de onun cefası mı, yoksa sefası mı bu?"

Tuzla'daki villa olayını duyarsa bittiklerinin resmiydi.

"Neden bahsettiğin hakkında bir fikrim yok. Biz senden habersiz de tuvalete gidemiyoruz, malum. Daha soygundan önce mantar gibi kapımızda bitiyorsun. Cihan bana yalan söylemişse zaten, senden fazlasını bilmiyorum."

O sırada kollarını tutan Hikmet, onun canını ilk kez yakmıyordu. Sadece uzun zaman olmuştu ve dövüldüğü her sefer bir albümün sayfaları gibi gözlerinin önünden geçti. İstemsizce çığlık attı.

"Sen benim elime düştün bir kere. Konuşmadan gidemezsin."

"Bırak beni, bir şey bilmiyorum dedim."

"Burak Özcanlar senin hırsız olduğunu biliyor mu? Peki ya kalabalık sülalesi? Bana istediğim parayı vermezsen bunu öğrenmelerini sağlarım."

Burak'ın sülalesi Duygu'nun endişe etmesini gereken insanlardan oluşmuyordu; ama ona güvenen dedesini yarı yolda bıraktığı o nahoş düşünce, göz yaşlarından çoktan medet ummaya başlamıştı. Kendini ondan çekmeye çalışsa da yağlı cüssesinin karşısında şansı yoktu.

"Hikmet bırak lütfen. Benim sana verecek param yok. Cihan'ın öne sürdüğü anlaşmanın şartlarına uymanı tavsiye ederim, çünkü sonsuza dek gittiği yerde kalmayacak ve döndüğünde bana bu yaptığını öğrenecek. Öğrenmemesi beni bırakmana bağlı."

Hikmet'in yüzünde beliren bilmiş ifadeyle, sarı dişlerinin arasından vereceği cevabı duyamadan arkalarında bir gürültü koptu. Hikmet de meraklanmış döndüğünde Duygu bu hengamede kurtuldu ondan. İki adamı yerde iki büklüm, malum yerlerini ve kanayan burunlarını tutarken Burak çoktan armudun yakasına yapışmıştı.

Sabah uyanıp da hazır olduğunu düşündüğü kahvaltının hazır olmaması canını sıksa da bir kahvaltı için Duygu'ya sitem etmeye hakkı olmadığını düşünmüştü Burak. Dün gece yine azarlamıştı onu sebepsizce. Kendince sebebine dayanak bulamadan dayanaksız öfkesinden Duygu nasiplenmişti yine. Telefonu alıp kapıya geldiğinde okunmayan mesajı açmasıyla başından aşağı kaynar suların dökülmesi bir olmuştu. Duygu mahallesine gidiyordu. Sabahın bir köründe hem de. Anında yola çıkmış, birkaç telefon görüşmesi yaparak gaza basmıştı.

Evin önüne geldiğinde Duygu'yu görememişti, ancak şişko adamın onun ince kollarını tuttuğundan emin olduğu çığlığıyla arabadan indiği gibi, iki adamı ona engel olamadan yeri boylamıştı.

"Armudun iyisini ayılar yer derler. Sen hem armut hem ayı olmayı nasıl beceriyorsun?"

"Kimsin lan sen?"

"İlk sorumdan vazgeçiyorum, zira ayı olman ve yediklerin tamamen seni ilgilendirir. Bu soruma kesinlikle cevap ver; ama olur mu? Sen benim karımı hangi cüretle tehdit edersin ve eceline mi susadın, ona nasıl dokunursun?"

"Gazetelerde daha yakışıklı çıkmışsın, tanıyamadım. Demek Burak Özcanlar sensin."

"Yok, ben ecelinim. Nasıl dokunursun dedim? Duygu benim karım. Pis ellerin artık umrunda değil galiba, kırılmasını dert etmediğine göre."

Yerdeki adamlarından destek gelemeyeceğini anladığı anda onun huyuna gitmeye karar verdi Hikmet. Yüz otuz kilo adamı tuttuğu gibi kapıya çarpan biri ellerini de kırardı yüksek olasılıkla.

"Tamam, affedersin. Beni bırak konuşalım."

"Duygu'nun sana borcu mu var? Ne konuşayım ki ben seninle?"

"Borcum falan yok ona."

"Duygu sen arabaya bin."

Burak'ın ses tonu arabaya binmesinden çok itiraz etmemesini buyuruyordu adeta. Ona bakmadan, sesini duyduğunda beklemeden konuşmuştu Burak. Duygu kendi arabasına giderken adam bu kez döndü ona.

"Benim arabama bin Duygu." Duygu arabaya bindiğinde devam etti Burak. "Şimdi, armut efendi ne diye karımdan para istiyorsun?"

Hırsızlık konusunu gündeme getirse mi emin olamadı. Eğer haberi varsa ters teper, Duygu'yu köşeye sıkıştırma ihtimali kalmazdı. Haberi yoksa bu kez de söylemediği için pişman olurdu. Borç falan yoktu elbette; ama çıkılmayan işler gelirini azaltmıştı iki aydır. Karım diye hitap etmesi hiç iyi değildi yalnız. Gerçek bir evlilik mi yapmışlardı da Cihan onu keklemişti, yoksa sonradan Duygu bu herife aşık olduğu için mi Cihan ülkeyi terk etmişti? Ayaküstü beyin fırtınası yapacak kadar zeki değildi.

"Hikmet abisine bir el atsın demiştim. Malum şehrin en zenginlerinden biri kocası oldu. Yıllarca ben baktım ona. Biraz vefa hak etmiyor muyum?"

Yıllarca sen mi baktın?

Duygu'ya dedesinin evinde nerelerde yaşadıysan artık diyerek hareket ettiği an belirdi zihninde. Sadece ağrısı için ilaç arıyordu halbuki. Bu adamlarla bir arada mı yaşamıştı yani? Sabahın köründe Duygu'nun geldiğini haber aldığına göre herhangi bir yerde, hiç olmadık zamanda yine karşısına çıkıp onu tedirgin edebilirdi bu iğrenç adam. Kesin çözüm şarttı.

"Yarın galeriye gel. Yerini bildiğine şüphem yok. Sana vereceğim paradan sonra Duygu diye birisinin varlığını unutacaksın. Ha, parayı alır bir güzel yersin, yemesi uzun sürdüğü halde bitirirsin, tekrar ona yüzünü gösterdiğin an daha fazla parayı gırtlağından kendi ellerimle gönderirim midene. Seni paraya boğarım anladın mı beni?"

Hikmet ne vereceği parayı sorabilirdi, ne tekrar Burak'ı karşısına alabilirdi. Dediğini yapacağı, sözcükleri bir araya getirişinden belliydi. Evet, parayı çok severdi; ama canından çok değildi bu sevgi. İki adam getirmişti yanında, Burak gelmese Duygu'dan bile dayak yiyebileceklerini düşündü. Gerçek bir koruma tutmalıydı belki de. Yarın vereceği paraya razı gelmekten başka çıkış yolu bulamadı. Başını salladı.

Burak zaten demir kapıya yasladığı adamı bir kez daha çarptı oraya. Sözü bitmemişti.

"Eğer Duygu'yu şikayet etmek için polise gitmek gibi bir ahmaklık yaparsan, ailemden birinin kulağına su kaçırma girişiminde bulunursan Cihan'a senin canını alması için yardım etmekten geri durmam. Ne adım ne soyadım engel olur buna."

Bu manyak aşık olmuş bizim vahşi kediye. Kedinin haberi var mı ki? Cihan'ın haberi var mı ki?

"Anladım. Yarın sabah galerideyim. Anlaşacağımıza eminim ben. Canım kıymetlidir."

Burak döndüğü gibi, yerden kalkmış olan iki adam Hikmet'in o görmezken yaptığı uyarısıyla kenarda beklemeye başlamışlardı. İkisini tekrar adamın üstüne salarsa iyice kullanılmaz hale gelmelerinden korktu.

Hızla arabaya binip gaza basan Burak asfaltta tiz sesler çıkararak sokaktan çıktığında Duygu'ya tek kelime etmedi. Edeceği o tek kelime küfürün n'inci kuvveti kadar değerli olacaktı çünkü. Taktığı peruk ne alakaydı, bu eve niye gelmişti, Hikmet o gelmeden canını daha fazla yakmış mıydı sormak istiyor; ama kudurmaktan soramıyordu. Duygu da ondan farklı değildi. Kuduran tarafta değildi tabii; ancak Burak'ın fırtınasına hazır da değildi. Çok kızacaktı. Konuşmaması bile fırtına öncesi sessizlikti, emindi Duygu.

Alışkanlıkla başındaki güneşliği indirdi ve peruğunu kontrol etti. Makyaj yapmamıştı elbette, saçlarını iyice içine tıkıştırırken ani frenle öne savruldu. Elleriyle konsola tutunmasa emniyet kemeri bile çare olmayacaktı sanki.

"SEN BENİMLE ALAY MI EDİYORSUN? SEN BENİ DELİRTMEK İÇİN MAHSUS MU YAPIYORSUN HER HAREKETİNİ DUYGU?"

Yerinde sinen Duygu ne yaptığını ancak idrak edebilmişken Burak'a verecek tek cevabı hayırdı. Mahsus yapmıyordu; ama içinden bir ses Burak'ın beklediği cevabın bu olmadığını, sükutun altın olduğunu fısır fısır tekrarlıyordu.

"Cevap ver bana Duygu. Karga bokunu yemeden daha sen, hangi siktiri boktan düşünceyle geldin buraya? Hikmet seni yalnız yakalamasın diye o eve gitme demedim mi sana?"

"Dedin."

Dedin diyor bir de. Allah'ım aklıma mukayyet olmayacaksan haber ver, lütfen, başımın çaresine bakayım.

"NİYE GELDİN O ZAMAN?"

"Saçlarımı makasla biçme diye."

"Ne saçmalıyorsun sen ya?"

Duygu dün geceki tehtidi duyduğunu, ilk gördüğünde olduğu gibi kısa kızıl perukla kahvaltıya oturacağını, onun dediğini dinlediği için mutlu olabileceğini anlattı. Asıl amacının, tamamen onu sinirden kudurtmak, tehtidi için onu pişman etmek ve kışkırtmak için eve gelmesi olduğunu özellikle es geçmeyi başardı.

Şaşkınlıktan ağzı açılan Burak bir yerlerde kızması gerektiğinin farkındaydı; ama öyle masum, inandırıcı ve saf anlatıyordu ki, kendisinin saf yerine konulduğunu bilmesine rağmen saf olmaya razı geldi. Kırmızı ışıkta Burak görmüştü onu ilk kez. Duygu görmemişti ya da hatırlamıyordu. Aksi gibi itiraz da edemiyordu, çünkü kendi direktifini resmen yerine getirmişti kadın.

"Çıkar şu peruğu kafandan."

Tekrar hareket ettiğinde Burak aşırı sakindi. Gülmemek için çabalaması gerekti. Duygu özgürce hareket edip çılgınca davranırken Burak öfkeden küplere binip binip iniyordu. Yine de şikayet etmek aklına gelmiyordu. Tek öfkesi o şişko herifeydi şimdi.

"Hikmet sana bir şey yaptı mı? Canını yaktı mı?"

"Hayır. Eskisi gibi canımı yakamaz artık. Cihan izin vermez. Benim ona borcum yok Burak. Zaten yeterince para kaptırdık ona. Ne dedin de gitmeme izin verdi."

Eskisi gibi mi?

"Ondan izin istemedim Duygu. Böyle bir şeyi tekrar yaşamayacaksın, rahat ol."

"Ona para vereceğini mi söyledin? Sakın verme. Bir daha ister. Ondan arınamazsın. Yüzsüzdür."

"Para falan vermeyeceğim. Paradan daha çok canını seviyor. Cihan seni öldürür dedim."

Duygu güldü. Rahatladı. O gülünce Burak da güldü. Nasıl bir kadın, sırf onu ifrit etmek için ondan çok önce uyanıp, karşı yakaya, evine giderek kızıl peruk için uğraşırdı ki? Duygu buydu. Hayatına renk gelmesine alışmalıydı belki de. Renk ve heyecan. Ve sevinç. Ve hızlı kalp atışları. En çok da buna alışmalıydı. Onu göremediği an kalbi yerinden çıkacak gibi olmuştu. Hoş gördüğünde de aynısı oluyordu. Onu sinir ediyordu; ama yaşadığını böyle hissetmek tarifsiz bir duygu denizine sürüklüyordu onu.

"Biliyor musun, tanışma hikayemiz farklı olsaydı sanki bizden bir şey olurmuş gibi..."

"Nasıl? Bir şey?"

"Ne bileyim, beni kurtarmaya geldin resmen. Arkadaş, dost gibi bir şey sanırım. Teşekkür ederim."

Arkadaş, dost gibi...

"Aynı aptallığı bir daha yapma sakın. Konum paylaşmamış olsaydın, odana bakmadan işe geçecektim."

"İyi de sana kahvaltı hazırlamadığım için bile başımın belada olduğunu anlaman gerekirdi. Kahvaltı etmeyi sevdiğimi kaç defa söylemeliyim?"

Allah'ım aklım diyorum. Akıl önemli. Yetişemiyorum bu kadına.

"Araba orada kaldı. Hikmet'in adamları sırf intikam için aracı çalmışlardır şimdiye kadar. Ne düşüncesizsin. Tutturdun benim arabama bin diye."

Bu kabak hep mi Burak'ın başında patlardı? Bu adam hep mi haksız olurdu? Bu kadının hep mi özkütlesi ondan düşük çıkardı? Ne dese altta kalıyordu, canı çıkıyordu. Baş etmek ne zordu Duygu'yla. Zoru sevenler derneğinin başkanı olduğu için göbek atacaktı arabanın içinde neredeyse, yeri dardı. Duygu'yla bir şey olurlardı, olmalıydılar.

"Aldırırım ben, düşünme bunu. Bir şey yapamazlar."

Onu eve bırakıp galeride işlerini halleden Burak, yarın Hikmet'e vereceği miktar için bankaya haber verdi. Nakit parayı bir torbaya koyup hazırlamalarını istedi. Sabah ilk iş bankadan parayı alabileceği şekilde sözleştiler. Konser öncesi Duygu aç olurdu kesin. Bir restoranda yer ayırttı ve ne yiyeceklerini önceden sipariş verdi. Galiba onun için seçmeyi başardığı ilk şey olabilirdi bu.

Duygu geldiğinde doğruca restorana geçtiler ve iki dakika içinde yemekleri önlerine geldi. Menü beklerken hazır yemekle karşılaşan kadın Burak'a soran gözlerle baktığında tepkisini merak eden adam zaten onu izliyordu.

"Vay, Duygu bunu beğendi. Benim için seçim yaptın demek, cesursun."

"Ye bakalım, beğenecek misin?"

Aldığı ilk lokmayı ağzında kursta öğrendiklerini de uygulayarak uzun süre tuttu Duygu. Yemeğin tadını özümsedi. Gözlerini kapattı. O zaman daha bir aldı tadını. Güzel seçimdi doğrusu. Lokması bitince yaladığı dudaklara takılı kalan Burak lanet etti kendine. Ne siparişi vermişti böyle? Gerçi ne fark ederdi ki? Basit bir elmayı bile böyle yiyordu Duygu.

"Sen böyle her lokmayı yarım saatte yersen, bir ay sonraki konsere anca yetişiriz."

Herkesin içinde ona dil çıkaran Duygu adamı kızdırmaktan çok uzaktı. Havadan, sudan, Eylem'le yarın akşamki yemek için seçtikleri elbiseden bahsederek yemeklerini yediler ve konser alanına geçtiler. Duygu'nun ne giydiğine o an dikkat eden Burak belki ortama ondan daha uygundu; ama ona uygun olmayı tercih ederdi. Öyle içten bir havası vardı ki, altındaki kot şort olası geliyordu adamın. Çırpı bacaklar o kadar da çırpı değil miydi ne?

Kafasını hızla silkelerken binanın girişine evde sergilediği zıplayışla geçmeyi seçen kadını engellemek aklının ucundan geçmiyordu. Ona bakan herkese göre delilik belirtisi olabilecek hareketler, Burak'a göre Duyguluk hareketlerdi. Yakışıyordu ona. Konseri kıpırtısız belki nefes almadan izlemesi yaptığı her şeyin ona yakıştığından başka bir şey düşündürmüyordu Burak'a. Başka şeyler düşünmekten utanmak çok uzaktan el sallıyordu ona.

Bir şey... O bir şey ne olabilir?

Tarzı olmayan konser bittiğinde yerinden ilk fırlayan ve avuçları patlayana kadar onları ayakta alkışlayan bir Duygu ise sabrının sınırlarını zorluyordu. Doğallıktan ölecekti. Özgürlük her bir yapıtaşına özel olarak tasarlanmıştı sanki. Tam üstüne göreydi. Ayağa kalkmayan tek kişi olduğunu da Duygu'nun ona tek kaşı havada bakışını yakaladığı an kavradı.

"Sanata hiç saygın yok." diyerek onu geride bırakarak salondan çıkan kadına bakakaldı. Yerinden fırlamayı akıl ettiğinde Duygu çoktan arabanın başına gelmişti.

"Alkışladım ben de, vallahi."

"Oturarak alkışlanmaz."

"Allah Allah, sebep?"

"Kusursuz çaldılar çünkü."

"Peki ya ben yürüme engelli biri olarak bu konseri izleseydim? Yine ayağa kalkmamı bekleyecek miydin?"

"Sen yürüme engelli değilsin Burak. Farazi bir olay örüntüsünden bahsetmem yersiz."

"Belki karısının zorla onu sevmediği bir konsere getirdiği zavallı bir adamım ve bana eziyet gibi geldi, olamaz mı?"

"Bana biletleri teklif eden sendin. Eylem'le git deseydin o zaman. Bu teorin de çürüdüğüne göre evimize gidelim mi artık?"

Karı koca diye bizi mi anladın sen?

Diyecek söz bulamamayı alışkanlık haline getirmesi hiç mantıklı değildi. Her zaman hazırcevap olan bir adam olmaya dayanıklı bedeni Duygu'yla hasar alıyordu sanki. Nasıl bir hasar sistemine iyi gelirdi peki? Veremediği her cevapla bir organı kanseri yenip ikinci bir şansa merhaba diyordu adeta. Üstüne laf koyamadan evlerine sürdü. Sabahki Hikmet meselesi ve akşamki yemek organizasyonu için kafasını toplamalıydı.

Burak'a göre sorunsuz geçen alacak verecek davası sonrası çalışırken daha çabuk geçen zamanla yemek saati gelip çatmıştı. Eve hazırlanmak için gittiğinde Duygu'yu beklemeyecek olması şanstı. Eylem gelmiş, onu mükemmel yapmıştı. Duygu mükemmeldi de Eylem bir halt yapmamış demekten daha risksizdi bu düşünce.

Tam kapıdan çıkacakken eline kendini vurması için tek kurşunlu tabanca vermeyi ihmal etmemişti Eylemko. İyi ki Duygu arabaya binmişti. Duysa kim bilir Burak'ın sapık Eylem'e neler anlattığını düşünürdü. Topa tutardı onu.

"Hadi yine iyisin, Duygu'nun adeti bugün bitmiş. Dört gün falanmış zaten. Ağzını yokladım hazırlarken."

"Kendi ağzını da bir yoklasan ne iyi olur. Gel bu gece sevişiyoruz desem aramıza girmekten utanmayacaksın."

"O kadar da değil."

Tek kaşı havada sorgulayıcı bakışı karşısında sessizliğini koruyan Eylem tam da o kadar der gibiydi. Demedi, Burak duymadı en azından. Tövbe çekerek bindi arabaya. Yemeğin verileceği mekana geldiklerinde daha kapıda pek çok kişiyle tokalaşmak zorunda kalmaları Duygu için sıkıcı olmaya başladığında salona ilerledi genç kadın. Burak nasılsa masalarına oturduğunu düşünerek onun içeri girişini engellememiş olsa da yirmi dakikanın sonunda hafif müzik çalan, onlara ayrılan masada onu göremeyince sinirlenmemek için zor tuttu kendini. Önce onu bulamadığı tuvaletlere baktı. Hem yanından ayrılıyordu hem yerine geçmiyordu.

Dönüp sandalyesine oturmadan salonda göz gezdirirken tek bir alkışın takip ettiği artan şiddetteki alkışlara katıldı o da. Neyi alkışladığını bilemezdi, çünkü hala bulamadığı karısı için endişe çanları çalmaya başlamıştı. Tek bir tarafa yönelen bakışları takip ettiğinde piyanonun başından kalkıp kusursuz şekilde reverans yapan Duygu ona doğru kocaman gülümsemesiyle adım atmaya başladı. Salonda çalan hafif müzik Duygu'nun parmaklarından çıkan notalara aitti. Duygu piyano çalabiliyordu. Ondan rica ettiği şeyi kendisi için istemişti. Burak dibine kadar gelen kadını alkışlamayı bırakarak pistin ortasında belinden yakaladı ve yere kadar yatırdı düğün dansında öğrenip de unutmadığı figürle. Dudakları değdi değecek mesafede birbirlerine bir soluk kadar yakınlarken Burak ne düşüneceğini şaşırmıştı artık. Duygu her zamanki Duygu'ydu da Burak neden farklı görüyordu onu?

"Sana bir piyano borçluyum kıvırcık."

"Cihan gelip çalmasın sonra?"

"Çalan daha iyi birini tanıdım az önce. Tebrik ederim. Bana da çalar mısın?"

"Piyanom bir gelsin de, düşünürüm. Kaldır artık, belim koptu."

Yerlerine geçtiklerinde masadaki herkesle ahbap olan Duygu Burak'ı ortamlarda utandırmaktan açık ara uzaktı. Diğer galeri sahiplerinin eşli veya eşsiz herkesin hayran bakışlarına mazhar olmaktan başka bir şey yapmadı. Gece nihayet bitip arabaya geçtiler ve eve geldiler. Eve girecekleri sırada Burak kapının önünde durdurdu onu.

"Bu gece için çok teşekkür ederim. Duygu sen..."

Harikaydın. Mükemmeldin. Aşık olunacak kadar fevkaladeydin. Cihan şanslı adam.

"Duygu?"

Cümlesini tamamlayamadan birinin ona seslenmesiyle kasılan Duygu, Burak'ın seslenen kişiye bakmasına neden oldu. Yıllardır duymadığı ses öylesine tanıdıktı ki, aşırı derece tanışıklığın sahibi olabileceğine imkan vermesi mümkün değildi. Sese doğru döndü bu yüzden. Duyduğu sesin sahibi gördüğü kişi olmayacaktı, emindi.

Karşısında gördüğü, beklemediği kişi son kez gördüğü zamankinden daha farklı görünüyordu. Geçen yedi yıl kadar farklı, geçirilen yedi yıl kadar yaşlı, acısı dinmeyen yedi yıl önceki kadar can yakıcı.

"Abla?"


13 Haziran 2019 Perşembe

KALBİMİ GERİ VERİR MİSİN? 23. BÖLÜM


Fikrimin İnce Gülü

Dinleyin derim. ⭐⭐⭐

"Bırak beni."

"Neden diye sor dedin. Sordum işte. Neden hırsız oldun?"

Sormak istediği nedenle sorduğu neden ancak bu kadar zıt yönlere gidebilirdi. A şehrinden B şehrine freni boşalmış kamyon gibi rampa aşağı gitmek hiç mi hiç istemiyordu aslında Burak, karşısındaki dolgun dudaklar kendi dudaklarına bu kadar yakınken. Üstelik çok öfkeliydi. Hala.

Neden öpünce sakinleşecekmişim gibi hissediyorum? Saçma. Çok saçma.

"Bağırma bana. Canım yanıyor Burak."

Kadının kollarını bırakması için çağrıydı bu. Bir kadının canı, onun yüzünden yanamazdı. Uzaklaşınca kendi canı yandı. Ne oluyordu böyle? Öfkesini yansıtmak için Duygu hem çok doğru hem en yanlış kişi olmayı nasıl becermişti? Bunca öfkenin içinde Burak'ın her bir zerresine, ona deli gibi yumulmak arzusu nereden peydah oluyordu peki etkisi hiç azalmadan? Onu öperek sakinleşemeyeceğine göre içinden ona kadar saymaktan başka çaresi yoktu, saydı.

Bir, on.

"Kafayı mı yedin sen? Kapıyı çarpmak ne demek?"

"Özür dilerim. Bir an sinirlendim."

Özür mü dilersin? Ben de sinirden kuduruyorum; ama özür falan dilemiyorum.

"Tartışsana benimle. Hak ettin desene."

"Hak etmedin. Ben... Bugün... Yalnız kaldım. Hıncımı senden çıkardım."

"Galeriye gelseydin sıkıldıysan. Yalnız kalmışsın da bir yemek bile yok evde. Ne yaptın tüm gün?"

Konunun Cihan'la olan bağlantısını bir anlığına koparmayı başarabilirse, araları sabahki gibi olabilirdi belki. Sabah ona seçmesi için onlarca yemek sorduğunu zannederken, hayatı boyunca yaptığı ilk yemekle nasıl gururlandığını izlerken ne kadar farklıydı her şey. Anlamazlığa geldi Burak, Duygu'nun yalnızlıktan kastının nicelik belirten bir değer olduğuna gönderme yaptı bu yüzden.

Duygu ise, Burak için yalnız kalmanın bu anlamı taşıyacağını, pek çok anlamı olabilecekken bunu, basitliğin aşağı seviyesine indirgeyeceğini bilemezdi haliyle. Cihan'ı anlatmak zorunda kalmayacağı için yalnızlığının yanlış anlaşılmasına can simidi gibi tutundu.

"Bir daha yalnız kaldığımda galeriye gelirim. İş yerin sonuçta, ben oraya çat kapı gidebileceğimi düşünemedim."

"Öyle çabuk ayak uyduruyorsun ki, öyle hızla u dönüşü yapıyorsun ki, seni sert malzemeden yapılmış, eciş bücüş şekli olan bir kaba koysam bile, o kabın şeklini hiç sıkılmadan alabilirmişsin gibi."

"Neden bahsediyorsun sen?"

"Cihan beni aradı Duygu."

Ne. Nasıl. Neden. Ne zaman.

?

Durduk yere imla hatası yapmaya gerek yoktu dumur oldu diye. Cihan Burak'ı mı aramıştı? Öyle diyordu karşısındaki adam. Arayıp ne demişti? Gittiğini mi söylemişti? Aklından saatte yüz yetmiş soruluk hızla geçen düşüncelerin cevaplarını, onları bir an önce sormaya başlamadan alamayacaktı. İstediği sorudan başlayabilir miydi? Hangisinden başladığını takar mıydı acaba Burak? Soramadan yürümeye başladı adam.

"Salona gel konuşalım."

Takip etti sadece adamı. Konuşulacak ne vardı, beyninin en güzel yerine istiflediği, kütüphanelerin bile gıptayla baktığı tüm kelime hazinesini klozete atmış da üstüne sifonu çekmiş gibi hissediyordu. Birine bağış yapabilseydi bari, gitmişti güzelim hazine. Burak'ı anlıyordu; ama konuşamıyordu.

"Bir süre buralarda olamayacağı için o eve tek başına gitmemeni tembihledi. Gitmek istersen sana engel olacakmışım. Anlık konumunu benimle paylaşsan iyi edersin. Başıma bela almak istemiyorum. Bir sorun var mı?"

"Bunu mu söyledi sadece?"

"Başka ne söylemesi gerekiyordu? Sen de sürekli armut diye birinden bahsetmiyor muydun, işte o seni yalnız yakalamasın diyeymiş. Ben de senin peşine adam takamayacağıma göre, o mahalleye gitmeyeceksin, bitti."

Başını salladı Duygu. Kardeşini bulmaya giderken yine Duygu'yu düşünmüştü Cihan, hem de onu Burak'a, en baştan beri karşı çıktığı evlilikteki sahte kocasına emanet edecek kadar. Mutlu olması gerekirdi galiba. Neden peki, mutluluktan çok uzak duyguların kollarında çaresizce boğuşuyordu? Gitmesinden daha çok dokundu bu ince düşünce. Duygu Cihan'ın bu ambargosu olmasa giderdi evlerine, doğruya doğru. Kendisini tanıyordu. Yatakta Cihan'ın kokusuyla haşır neşir olmak için bile gündüzlerini orada geçirirdi. Cihan en az Duygu kadar iyi tanıyordu onu.

Yine de...

Bir şeyler eksikti. Düne kadar yemeklere koymayı akıl edemediği, dünden beri aklından çıkmayan biberiye ve zerdeçal gibi... Yaptığı yemek onlarsız da olurdu; ama onlarla daha güzel olacakmış gibi bir şey eksikti. Eksikliğin adını o anda koyamadı Duygu. Ne zaman koyabileceğine dair bir fikri olsun isterdi. Cihan tarafından bu kadar sarıp sarmalanmanın içinde nefes alamadığını fark etti ilk kez. Burak tarafından sahip çıkılacak bir düşünülmeyi hak etmemişti. Çeyrek asırdır görmediği kardeşini aramaya giden bir adam, onu ardında bırakırken bu kadar ayrıntılı düşünmesindi.

"Duygu, kafanı sallıyorsun da anladın mı gerçekten? Boş boş bakıyorsun yine. Tırsıyorum."

Gözlerini deviren Duygu, ne zaman bir kerede anlayacağını merak ettiği Burak'a cevap veremeden çalan telefonla yerinden sıçradı. Eylem arıyordu. Bir an hafta sonu gidecekleri yemek için elbise konusunu ona açıp açmadığını sorguladı beyni. Hayır, lafı geçmemişti. Burak daha bu sabah haber vermişti ve o haberin üstüne kaç baba haber bülteni geçirmişti Duygu. Açıp açmamakta tereddüt etse de Burak'a baktığında başını açma der gibi sallaması açmasında en büyük etkendi. Elini alnına vuran Burak onların davetine, Duygu'nun yumurtalı eyleminden sonra odasına çıktığında olumsuz dönmüştü mesajla. Duygu tabii ki açacaktı. Kızgın bakışları işe yaramadı.

"Efendim Eylem."

"Aşk olsun Duygu. Bugünü mü buldun hasta olacak?"

"Hasta mı olmuşum?"

"Burki yalan mı söyledi bana yani? Çaya davet etmiştim sizi. Az önce gelemeyeceğinizi mesaj atmış."

Yaktım çıranı Burki. Benim aptal düşünce balonlarıyla dolu kafamı dağıtacak olan Eylem, senin vursa yankı yapacağından emin olduğum kafanı kırsın da gör.

"Yeni haberim oluyor benim canım, kendisi gelmek istemedi herhalde. Bana söylemeden reddetmiş. Bana uyar aslında; ama saat dokuz oldu."

Burak vurgun yemiş gibi onu iki dakikada satan kadına bakarken Duygu kaptırmış gidiyordu. Evde gidilecek gelinecek ziyaretlere onu selasız gömerek karar vermeye de başlamıştı.

"Ya erken daha. Gelin siz. Bir sürü şey aldırdım Teoman'a. Laflarız, özledim valla."

"Tamam, geliyoruz. Bir şey lazım mı başka?"

Sadece kendilerinin gelmelerini salık veren Eylem'den sonra telefonu kapatan Duygu, Burak'a kendince anlam yüklediği bakışlarla soru sorarcasına bakarken Burak ona kendince yükleyemediği anlamsız bakışlarla boş boş bakıyordu. Eylem onun sözünü, teorik olarak mesajını ezip geçerek Duygu'yu aramayı akıl edecek kadar ne ara salça olmuştu ilişkilerine böyle.

Hoş, ne diye merak ediyorum ki? Dünyalı değil ikisi de, Venüs'ten.

"Sen gerçekten akışkan olmayı da geçtin Duygu. Demin yüzünden düşenler bin parçaya bölünüyorken şimdi davetlere gitme kıvamında, iğne deliğinden geçecek kadar maddenin hangi türüsün sen acaba?"

"Başlatma türünden Burak. Benim adıma karar vermeye hakkın yoktu. Eylem'i seviyorum ben. Ne diye beni kullanarak geri çevirdin teklifi? Hastalık yalan olarak bahane edilmez, yaz bunu aklının bir köşesine. Başına gelir sonra."

"Ben de delireceğim desene. Kafama yumurta atınca çıldırdığını varsayarak hasta demiştim. O psikopatlıkla, o kapı çarpmalarla bir yerlere çay içmeye gidecek bir izlenim oluşturmadın bende. Kusura bakma."

"Sen sor yine de. Benim ne zaman ne oluşturacağım belli olmaz. Ben üstüm başım böyle gideceğim. Sen de hazırsan çıkalım."

"Ben gitmeyeceğim."

"Emin misin?"

"Tabii ki, eminim. Bu durumda sen de gidemezsin."

"Peki, kendi gidip gitmeyeceğini sen bilirsin."

"Ben gitmeyeceğim diyorum aloo, anlamadın mı? Bensiz gidemezsin benim en yakın arkadaşlarıma. İzin vermiyorum."

"İzin istediğimi anımsayamadım."

Her kabın şeklini alabileceğimi öngören, hatta bizzat şahit olan sen, bana gidemeyeceğimi söylüyorsun yani? İzle ve gör tatlım.

Ayaklanan kadın portmantodaki sırt çantasına uzanırken Burak takip etti onu. Gidiyor muydu yani? Telefonunu çantasına yerleştirdikten sonra arabasının anahtarını çıkardı. Tam kapıdan çıkacakken Burak Efendi onu engelleyeceğini sandığı çaresiz çırpınışlarına devam etti.

"Pardon da nereye sen? Sanki daha önce gittin mi onlara?"

Duygu kapıda derin nefes alarak ona doğru döndüğünde elinden Burak'a acımaktan başka bir şey gelmiyordu. Çaresizce çırpınıyordu neticede değil mi? Çaresiz olanlara acırdı Duygu. Yardım etmeden geçmezdi. Bu adam yardım edilemeyecek düzeyde çaresiz olmayı nasıl başarıyordu? Telefonunu çantasından çıkartmasına zahmet ettirecek kadar eziyet ediyordu ona. Arama tuşuna basıp bekledi.

"Eylem bana evinizin konumunu atar mısın? Burak gelmek istemiy..." Bir hışım elinden aniden çekilen telefonla keyfi yerine gelen Duygu, dakikalar önce neyin eksikliğini yaşadığının buhranlı anlarını atlatmış gibiydi. O an tastamam hissediyordu kendini. Gerçek olmayan bir kocayla gerçek kavga ediyordu ve tüm vücut ölçüleri adeta genleşiyordu neşeyle dolmaktan.

"Geliyorum Eylem, Duygu yalan söylüyor." ses gelmeyince kulağından çektiği telefonun kapalı ekranıyla bir süre bakışan Burak aynen iade etti telefonu Duygu'ya.

"Sen... Sen var ya... Sen çok fenasın."

"Ben var ya ben, arkadaşıma çaya gidiyorum tatlım. Sen üç beş kere gitmeyeceğini söyledin, değil mi? Yolda konum isterim Eylemko'dan."

"Geliyorum."

"Yok yok gelme bence. Ben sensiz nasıl gidemezmişim görmek istemez misin? Ben çok meraktayım kendi adıma."

"Geliyorum dedim, tamam uzatma. Evde ne yemek var ne çay. Bari arkadaşım yapsın çayı."

Kapıdan çıkmaları ayrı olay, arabaya binmeleri apayrı olaydı. Duygu elinde tuttuğu anahtarla çoktan kendi araba kapılarını açmışken Burak kendi lüks aracına yönelmişti.

"Gelsene kıvırcık buraya. İki ayrı araçla mı gidelim?"

"Sen gelme taraftarı değilken ben kendi aracımla gidecektim hali hazırda. Atla, mangırlarını düşünüyorsan."

Mangırlarını düşünmüyordu. Bu akşama doğru telefonuna gelen kart kullanım bilgisi bu kadının asla ve katla müsrif olmadığı yönündeydi. Türlü şampuan, kremden bahsetmiş, dolabı açtığında gördüğü kadarıyla market alış verişi de yapmış, elinde dibini gördüğü kaliteli şaraba şahitlik etmiş olduğu halde, Burak için bir restoranda yemek parası kadar para harcamıştı. Ayakları kendi yürüdü ona doğru. Burak kabul etmiyordu kesinlikle bilinçli hareket ettiğini. Bu kadına çekiliyordu. Ne yaptığını düşünecek vakti olmadan dibine kadar girdiğinde elinden anahtarı almaya yeltendi. Duygu vermemek için direnirken döne döne kaportaya yaslandığında onun üstüne eğildi. Neden onunla çocuklar gibi eğlenmek istediğine de bir ara yanıt aramalıydı.

"Ne yapıyorsun ya, bırak. Ben kullanacağım."

"Madem aynı arabada gidiyoruz, ben sürerim."

"Bana ne, ben senden önce gitmeye karar verdim, benim hakkım."

"Araba benim kıvırcık, ruhsatta bana ait olduğu yazıyor. Ver anahtarı Duygu. Ben kullanacağım."

"Nikah defterinde de senin bana ait olduğun yazıyor; ama kullanım hakkın Hülya'da ne haber? Belgelerin hükmü yok o yüzden. Çekil üstümden."

Burak çekil'den önce çekilmişti. O Duygu'ya aitti ve kullanan Hülya mıydı? Çok dokundu bu laf. Saçma şekilde çok... Dokundu. Sahte karısı karşısında ezik hissetti kendini. Hayır, Hülya ile vuslat yakın görünse gam yemeyecekti. Sıfır kilometre aldığı, hiç binmeden hurdaya çıkan bir araba gibi hissediyordu kendini. Kullanılmış... Yapmadığı bir şey için kardeşi yerine cezalandırılmış küçük bir çocuğun hüznü geldi yerleşti dört bir yanına.

Hiçbir yerine hiçbir şey dokunmayan Duygu ise, şampiyon edasıyla şoför koltuğuna yerleşirken Burak arabanın önünde boğazına takılan yumruyu midesine gönderme peşindeydi. Hareketsizlik Duygu'nun canını sıkınca kornaya bastı, ancak o zaman adım atmayı başarabildi Burak. Yan koltuğa ses etmeden bindi. Eylemlere gidene kadar da tek kelime etmedi. Şey. Edemedi. Aklı kim kiminle nerede oynarken sessizliğe ihtiyacı vardı.

Büyük bir coşkuyla karşılanan yeni evli çift kurulan ortama hemen ayak uydurdu. Eylem Teoman'a aldırdıklarından bahsederken bir bütün bir yarım pastaneyi eve sığdırdığını atlamıltı. Duygu için iyiydi aslında. Akşam yemeğinin sıradanlığından ve tatsız tuzsuzluğundan sonra tatlı, tuzlu tüm çeşitlerden deneyebilirdi. Gece ilerlerken kutu oyunlarını denediler sıkılana dek. Burak çayı bittiğinde yeni oyunu inceleyen Duygu'yu rahatsız etmemek için kendisi gitti mutfağa. Eylem de oradaydı.

"Ne iyi ettin de Duygu'yla evlendin sen Burki. Hülya ile devam eden ilişkinde evlilik düşünmediğin izlenimi vermiştin hep bana."

Verdiğim izlenim doğruydu da işte, Ekrem Zengin ve Duygu Çetin çetin ceviz çıktı.

"Ya, çok iyi oldu. Pek sevdin onu."

"Sevilmeyecek gibi mi Allah aşkına? Bu arada Cuma konsere geliyorsunuz, değil mi? Aynı sırada olmasak da çıkışta bir şeyler yaparız."

"Ne konseri?"

"Dalga mı geçiyorsun? Şanghay Filarmoni Orkestrası ve Fazıl Say tabii. Duygu'nun en sevdiği müziği bilmediğini söyleme sakın. Ben bile biliyorum. Benim gibi klasik batı müziği aşığı."

Nereden bileyim? Klasik batı küfürleri bana gelsin.

"Biliyorum da baktığımda biletler bitmişti, almadığım biletin organizasyonunu takvimime dahil edemedim."

"Hadi ya tüh. Ben ilk günden almışsındır sandım."

Duygu bu konserle mutlu olur muydu ki?

"Bana sendekileri ver."

"Pardon! Ben de bayılıyorum, sanki bilmiyor musun?"

Bilmiyorum, biliyorsam da unutmuşum. Kim hangi müziği sever, çetelesini mi tutuyorum ben?

"Çok üzülür Duygu geç kaldığım için alamadığımı öğrenirse. Hadi bir güzellik yap bana Eylemko, lütfen. Sana borcum olur."

Gerçi bu borç meselesi can sıkıcı olabiliyordu. En son birine borçlandığında... Neyse...

"Çok kötüsün ya. Seni karının karşısında rezil etmek vardı; ama Duygu üzülür dediğin gibi. Tamam veriyorum. Üstelik birinci kategori."

"Süpersin. Bu iyiliğin altında kalmam merak etme."

Duygu için neden jest yapmak istediği muallaktı mantık çerçevesinde; ama kalbinin bir yerlerinde gülen yüzüyle Duygu belirince kendine hakim olmak istemedi. Daha iki üç saat önce piyano alıp alamayacağını bu yüzden mi sormuştu? Piyano çalmak mı istiyordu? Kurs araştırıp sürpriz yapabilirdi ona. Piyano da alırdı. Bir piyano almak ne kadar zahmetli olabilirdi ki? Pek anladığı söylenmezdi; ama Eylem anlardı belki. En kötü, satan yerdeki elemandan yardım isterdi. Çayı elinde tutup orada içmeye başladığını bile fark etmeyen adamın, Duygu'yu mutlu etme çabalarıyla kendini tanıyıp tanımadığını sorgulayan düşüncelerini Eylem'in sorusu bozdu. Çayı ağzından püskürttü. Az kalsın boğuluyordu.

"Nasıl gidiyor yatakta? Evlenmeden önce yatmadığınızı söylemişsin Teoman'a, şaşırdım."

Teo da gezgin çığırtkan mübarek.

"Sana ne kızım bizim yatağımızdan? İşine bak, çay koy bana."

"İçtiğin ne acaba? İmamın abdest suyu mu? Ayrıca hiç eğlenceli değilsin, biliyorsun değil mi? Neyse ben Duygu'cuğuma sorarım."

Duygu'cuğun?

"Ne soracaksın ya ona? Sapıksın sen, tedavi ol bence."

"Ya sen var ya sen. Anladım ben bu gerginliğin sebebini. Kesin regl döneminde. Dokunamıyorsun, çıldırıyorsun. Evliliğin ikinci haftasında yazık arkadaşıma ya. Sen o yüzden mi hasta dedin?"

"Bu konu sence de çok uzamadı mı Eylemko?"

"Sen de haklısın. Hülya'nın o çok kullanılmış bedeninden sonra eşin taptaze geldi sana tabii."

"Ne dedin sen?"

"Taptaze diyorum, gamzelerle aran nasıl? Allah'ım sen aklıma mukayyet ol. Ben sapığım galiba gerçekten."

Hayır, Allah'ım önce benim aklıma mukayyet ol. Öncelik benim, rica ediyorum.

"Hülya ile ilgili söylediklerinden bahsediyorum. Çok kullanılmış ne demek?"

"Ben onun hiçbir zaman tek eşli olabileceğine ihtimal vermedim."

"Kendi düşüncen yani, gördüğün bir şey yok, değil mi?"

"Hülya'yı ne kadar gördüm ki, gördüğüm bir şey olsun. Yüksek ihtimalli bir tahmin sadece. Ne zaman buluşmak istesek İsveç'teydi. Hem sana ne artık?"

Ne demek bana ne? Hülya sevgilim benim.

"Sonuçta sevgilim-di."

Eylem Burak'ın geçmiş zaman kipiyle çekimleyerek bahsettiği birlikteliğin şimdiki zamanda hala yaşandığı hissine kapıldı. Onun sinirli halinin de etkisi büyüktü. Geçmişte kalan bir kadın tarafından boynuzlansa ne olurdu boynuzlanmasa ne olurdu? Aklına hala birlikte oldukları, saçma sapan... Yok; ama Burak yapmazdı. Duygu'yu aldatmazdı.

Hele ki, o nallıyla. İlâhi Eylem!

"Aynen -di. Düşünme artık. Sen harika karınla önündeki maçlara bak."

Gecenin devamında Burak değil önündeki maçlara, önüne zor baktı Duygu'yu izlemekten. Eylem aklına soktuğu şeyi, öyle önemsizleştirmişti ki, gerçek olduğuna inandı inanacaktı. Hülya bu sabahtan beri dün gecenin etkilerini silmek için çabalıyordu; ama Burak içinden gelip de dönmemişti bile çağrılarına.

Eve dönüş yolunda arkadaşından gizlice aldığı biletleri gizlice cüzdanına soktu Burak ve yol boyunca konuşmayacağının ilk sinyallerini ilk dakikadan aldı Duygu. Aracı hemen sağa çekti.

"Böyle yapma lütfen Burak?"

Burak yine ne yaptığını merak etti. Ona bakan kadın da mahzundu. Hiç konuşmamıştı ki, ne dememiş de kırmıştı acaba bu kez?

"Ne? Ne-e yapmayayım?"

"Tamam, sen kullan. Giderken güç gösterisi yaptım, kazandım. Şimdi seni böyle görünce sürmek keyifli değil."

İnan çok keyifli. Ben keyiflendim bir anda."

"Sen terazi burcuydun, değil mi?"

Kesin onunla alakalı. Başka bir açıklaması olamaz. Çok sevimli şu anda.

"Evet. Ekimin onu doğum günüm."

"Devam et sen. İşle ilgili bir şeye takıldı aklım. Sürmeyi teklif ettiğin için teşekkür ederim."

Göz kırptığı kadın hüznünü dağa taşa savurdu adeta. Mutsuzluk, kalıcı bir biçimde dolanmıyordu ayak altında. Onun adına sevindi. Duygu'nun eli radyoya gitti. Eve varana kadar bildiği şarkılara eşlik etti, bilmediklerini hemencecik bildikleriyle değiştirdi.

Ertesi sabah yarın akşamki konser biletlerini bekletmeden vermeye karar verdi Burak. Bakalım Eylem haklı mıydı? Uyandığında kahvaltı hazırdı yine. Nazar değmesin diye akşam ne yemek yapılacağı muhabbetine hiç girmeyecekti. Olaylı dün akşamın devamı yazısız, sözsüz ateşkesle sonlanmışken yeni bir krizi kaldıramazdı. Üstelik perşembeleri adet olmuştu dedesine gitmek. Düğün olana dek her perşembe oradaydı Duygu. Hem onu diyalize götürüyor hem de eve bıraktığında saatlerce onunla kalıyordu.

"Hoşuna gider mi bilmiyorum; ama elime satış yaptığım bir müşteriden iki tane konser bileti geçti. Ben pek anlamam. Sen de istemezsen veririm birine."

"Kimin konseri?"

"Şangay Filarmoni Orkestrası."

Çatalı havada kalan Duygu, gözlerini defalarca kırpıştırırken kalkan kaşlarıyla birlikte, Burak'ın teklifinin doğruluğunu anlama metodu olarak bu yöntemi seçmişti galiba. Ne bir soru soruyor ne de tepki veriyordu.

Ya da veriyor muydu?

Çatalı masaya bıraktığı gibi çocuk gibi yerinde zıplamaya başladı. Zıplamaya eşlik eden kahkahaları Burak'ın da kahvaltıya ara vermesine neden oldu. Nasıl bir mutluluktur yaşadığı, Burak maddi hiçbir taraf göremedi kadında. Gideceği için mutluydu. O bilet şans eseri Burak'a geldiği için ve o da Duygu'yu götürmeyi seçtiği için. Deseydi ki, akşam Hülya ile Fazıl Say'ı dinlemeye gideceğiz, ikisi adına bile sevinirdi sanki. İyi ki, kendi adına seviniyordu. Görülmeye değerdi.

"Sen ciddi misin? Bu kadar zıpladıktan sonra hevesim kursağımda kalmaz değil mi? Terledim valla."

Nasıl kötü ilk izlenim oluşturmuşsa, Duygu'nun gözlerinden silemiyordu izlerini. Duygu en baştan beri hevesi kursağında geziyordu Burak hayatına girdiğinden beri büyük ihtimalle. Daha dün akşam parlayan gözlerle kayda değer ilk kez bir şey istemişti.

Hıyarım ben. Şimdi piyano almaya gidelim desem siktir git der bana. Ya da küftür git der.

"Ciddiyim kıvırcık. Seviyor olman güzel. İşyerine gelirsin yarın. Birlikte geçeriz."

"Bayılırım klasik müziğe. Hatta Eylem de bayılırmış, belki onlar da almıştır. Birlikte gideriz. Ben hemen haber..."

"Onların yarın akşam aile yemeği varmış, mutfakta söyledi. Haber verme bence, aklı kalmasın."

"Hmm. Tamam. Ay, inanamıyorum. Duygu Özcanlar yani ben konsere gidiyorum. Şangay ayağıma gelmiş. Hazırlık yapayım şimdiden en iyisi. Ne giyilir ki, ben ne giyeyim sence Burak? Bir bakayım da nelerim varmış, biraz senin odanda olacağım, gelme sen."

Gözden kaybolan kadının ne dediğini anlamasa da sesi geliyordu çıkarken. İstemsizce güldü adam. Her şeyi anlık, saniyelik yaşamak her insana nasip olmazdı. Duygu Özcanlar öyle bir kadındı.

"Duygu Özcanlar mı dedin sen? Hani dün gece anlaşmıştık Allah'ım, aklıma mukayyet olacaktın."

Burak karışık aklını şimdilik dağılmasın diye paket lastiğine sıkıştırıp işe geçtiğinde birkaç saat her şey yolundaydı. Gelen arabalar, satışı yapılan arabalar, dernek yemeğine Haşim abinin gelemeyecek olması, günlük rutinde seyreden olaylardı kısacası. Sıradanlığı bozan Hülya'nın galerinin dışında olduğunu haber veren mesajıydı. İçeri girmemeyi akıl etmiş olsa da güç bela sıkıştırdığı ne varsa, lastik koptu, her şey ortalığa saçıldı ve bu hiç iyi değildi.

"Telefonlarıma bakmıyorsun."

"İşteyim Hülya, çalışıyorum."

"Dünden beri mi? Burada mı yattın?"

"Eylemlerdeydik, dönemedim."

"Karınla beraber o zamazingolara ev oturmasına gittin yani öyle mi?"

"Sahte olduğunun anlaşılmamasına uğraştığım bir evlilik yaptım Hülya. Bugün de dedemde olacağız. Ne bu histerik kadın ayakları?"

"Sen yatıyor musun onunla?"

"Ne? Buraya kadar saçmalamak için mi zahmet ettin? Sabah sabah içtin de mekan mı basıyorsun?"

"Sorumun cevabı yok içlerinde. Kırk tane soru... Evet ya da hayır demen yeterliydi."

"Yatmıyorum Hülya. Anlaşmalı bir evlilik yaptık biz. O anlaşmanın tüm şartları senin yanında konuşuldu ve Duygu birine bile ititaz etmedi. Yanlış mı hatırlıyorum?"

Hülya o villada kapıda öğrendiklerinden sonra elinin güçlendiğini düşünerek hata mı etmişti? Burak günden güne mesafe koyuyordu sanki arasına. Merve her şeyin normal gittiğini, Burak'ın ona yan gözle bile bakmadığına ikna etmemiş miydi onu daha geçen gün? Niye engel olamıyordu içindeki kayıp duygusuna ve kıskançlığa?

"Ağlama Hülya biri görecek şimdi."

"Gelip sarılmıyorsun da artık."

"Geldiğimde kovmaktan beter ettin beni."

"Özür dilerim. Ben kıskanç olduğumu bilmiyordum. Kıskanıyorum seni."

Ortalığa saçılanlar kafi gelmemiş olacaktı ki, Hülya gelerek üstlerine basıp kullanılamaz hale getiriyordu hepsini. Hülya'yı seviyordu. Ondan başkası olmamıştı neredeyse yedi yıldır. İlk birlikteliğini kendisiyle yaşadığını bilmese Eylem'in saçma sapan sözlerini düşünebilirdi belki. Gerçi bu da tüm gece çok başka yere götürmüştü Burak'ı. Tamam ilk kez onunla birlikte olmuşsa, Eylem'in dediği tek eşli olmama ihtimali son üç yıldır kendi ilişkilerinde olan bir şey miydi?

"Kıskanılacak ne var sence? Kaç gece geldim sana, istemedin beni. Kapında mı yatayım istiyorsun? Yalvarayım mı, beklediğin bu mu?"

"Tabii ki değil. Burak, ne zaman başlayacak bu gece kalmaları? Dayanamıyorum sensiz."

Cihan gittiğine göre ve aylar gibi bir zamandan bahsettiğine göre daha uzun bir süre kalamazdı onda. Çünkü kıvırcık evde yalnız kalamıyordu. Bunu açıklasa anlardı belki; ama Cihan'ın gittiğini öğrenirse zindan olacak bir dünya belirdi Burak'ın gözlerinin önünde. Bilmemeliydi. Duygu'nun erkek arkadaşı tampon bölgeydi.

"Az kaldı tatlım. Merak etme."

En az hasarla atlattığı görüşme sonrasından işi bitip de başını kaşıyacak vakti bulduğunda görebildi Duygu'dan gelen mesajı. İş yerinde aranıyordu onu rahatsız etmemek için. Hülya, zebani gibi kapısında bitmişti.

*Gelirken ekmek alır mısın? Ben elmalı kurabiye alırken unutmuşum.

Yüzü aydınlanan Burak ekmeği alıp doğruca dedesine geçti. Kapıdan mis gibi gelen yemek kokularıyla birlikte bir de derinden gelen bir şarkıydı. Koridorda ilerlediğinde balkona en yakın sandalyede oturmuş, düşünceli haliyle dedesi dikkatini çekti. Duygu salonda değildi. Kapıdan baktığında balkonda masayı hazırlarken şarkı söyleyenin o olduğunu anlaması gecikmedi.

Fikrimin ince gülü. Kalbimin şen bülbülü...

Fikrimin ince gülü. Kalbimin şen bülbülü...

O an ki, gördüm seni, yaktın ah yaktın beni.

O an ki, gördüm seni, yaktın ah yaktın beni.

Dedesinin düşünceli halini kendince yorumlayan Burak, onu dinlediğini bilmeyen yaşlı adamı daha fazla üzmek istemedi. Balkondaki kadına seslendi.

"Duygu, sus istersen."

Duygu'yu uyarma ihtiyacı hissetti Burak, çünkü anneannesi dedesine sıklıkla şarkı söylerdi ve dedesi o öldüğünden beri ne radyo ne televizyondan müzik dinlemişti. Burak dinlediğini görmemişti en azından. Bu tarz şeylere müsamaha göstermeyebilirdi. Duygu anında sustu ve kapıda bitti. Ekrem dedeyi o anda fark etti.

"Devam et, lütfen Duygu kızım."

Duygu Burak'a baktı istemsizce. Dedesi devam et dese de o sus demişti. Bu evde kimi dinleyeceği konusunda kafası karışıyordu sürekli. Şimdi dedeyi dinler, sonra evde Burak'ın çenesini dinlerdi. Kalsındı yani. Başını eğdi Burak. Onayladı.

Duygu ciğerden gelen sesiyle, detone olmadan devam ederken Ekrem bey torununa el etti eğilmesi için.

"Anneannen bana söylerdi bu şarkıyı. Sesi pek güzeldi rahmetlinin. Duygu aynı onun gibi söylüyor. Senin de gözlerinin içine aşkla bakarak böyle şarkı söyleyen bir eşin olduğu için çok mutluyum hergele."

Burak yutkundu. Duygu onun gözlerinin içine bakarak mı yoksa gözlerini oyarak mı söylemeyi tercih ederdi bilemiyordu. Dedesine belli etmeden kovaladı tüm düşünceleri, muhabbete devam etti. Dedesi pür neşeyken o da kaçırmayacaktı bu anı.

"Öyle mi dede? Anneannemden hiç duymamaştım bu şarkıyı."

"Bana söylüyordu dedim ya. Nereden duyacaksın sen?"

Güldü Burak. Duygu'ya bakmaya başladı. Bardakları diziyordu şimdi. Nasıl yapıyorsa her yaptığı dedesinin gönlüne, hiç çıkmayacak şekilde yerleştiriyordu onu. Sevgili anneannesinin yalnız kocası varken söylediği parçayı böyle mükemmel çıkarması şaşırtıcıydı.

Bir an başını kaldırdığında göz göze geldiler. Duygu hemen eğdi başını. Burak eğemedi. Duygu sadece Ekrem Zengin'in gönlüyle yetinmeyeceğini bas bas bağırıyordu biri ona soracak olsa.