1 Temmuz 2019 Pazartesi

KALBİMİ GERİ VERİR MİSİN? 27. BÖLÜM

Burak, eline aldığı bir demet maydanozu hızlı hızlı doğrarken ondan da hızlı zihninden geçen düşüncelere aldırış etmemesi imkansızdı. Çalışmaktan aşırı ısınan zihninin, düşünce hızına göre ağır çalışan bedenini terk edeceğini düşündü. Böylesine yavaşlık bu zihne hakaretti belki. Bunun tek bir iyi yanı olabilirdi, o da zaten o düşüncelerle dolu bir zihni bedeninin kaldıramayacak olmasıydı. Gitsin, aklı başına gelene kadar bir daha gelmesindi.

Yoksa ne işim olur benim Cihan'ın yerinde. İki hırsız birbirini bulmuş işte.

"...Burak sana söylüyorum. Duymuyor musun?"

"Ne var Duygu, Burak Burak Burak? Bir susmadın ya!"

"Sormadan nasıl öğreneyim?"

"Çok merak ettim, bu seferki şahane, zihni fikir sorunu? Yemek yapmaya başladığımızdan beri çok yaratıcısın malum."

"Teşekkür ederim. Şimdi sorum şu. Sen o maydanozların suyunu niye çıkardın? Çorbayı süslemek için değil miydi onlar?"

Burak parça pinçik ettiği bitkiye baktı. Zihni kafasından bedenini terk etmek için uçup gitmemiş olacak ki, hıncını yeşilliklerden çıkarmıştı. Aklının suyu çıkmıştı, Duygu gelmiş iki liralık otun lafını ediyordu. Ve haklıydı, ne biçim olmuşlardı. Yemyeşil su olmuştu her yer.

"Gördün mü işte, dikkatimi dağıtıyorsun. Sadece izleyerek öğrensen olmaz mı?"

"Şimdi ben okuldayken hep yazarak çalışırdım teorik derslere; ama yemek yapmak pratik bir ders, bunu da konuşarak öğrenebilirim. Herkesin bir tarzı var sonuçta. Hem sen yaptığın işi ağzınla yapmıyorsun ki, sadece elin çalışırken konuşmanın nesi zor?"

Sadece elimin çalıştığını düşünmen bana haksızlık. Tüm organlarım hareket kabiliyeti kazandı olur olmadık yerde ve zamanda.

"Parmaklarımı kesmemek için konsantre olmaya çalışıyorum ve geldiğimiz duruma bak. Ziyan oldu maydanozlar."

"Bir demet maydanoz suyumuz var artık. Ben de püf noktası var da bana söylemiyorsun sandım. Ne koyacağız şimdi çorbaya?"

"Neyse ki, fazladan var elimizde."

"Hayır yok, hepsini çıkardım ben."

Saf kıvırcık.

Yine de emin olmak için kafasını buzdolabına soktu. Kalmamıştı işte. Burak Duygu'ya dönüp başını yana yatırdı. Yüzüne yayılan gülümsemeyle kadının anlayıp anlamadığını merak ediyordu. İçten içe anlamasını istiyordu. Duygu zeki, çevik, ahlaklı bir genç kadındı. Sonuncudan pek emin değildi; ama takılmadı. Hırsız olmasına neden olan olayı öğrenmesine ramak kalmış olabilirdi. Dişlerini göstererek sırıtmaya başladığında maydanozları, doğradığı bıçakla kadının üstüne yürümeye başladı. Gözleri hep kısık bakıyordu zaten; ama bu kez tehlikeli pırıltılar vardı içinde Duygu'ya göre.

Tehlikeli pırıltılarla bakarken kesecek beni, ruh hastası.

"Saçmalama Duygu, tehlikeli pırıltı mı olur?"

"Efendim, ne dedin?"

Sesli düşündüğünü geç anlayan Duygu, üzerine bıçakla gelen adamdan kaçsa mı ölmez kımıldamadan dursa mı yaşar onun hesabını yapıyordu. Bir demet maydanoz için cinayet işleyebilecek bir potansiyele sahip olduğunu düşünmezdi onun. Daha büyük bir şey, mesela bir kilo kırmızı et için falan ölmek daha saygın olurdu.

"Ben hastane stajında elimle iğne yaparken kulaklarımla herkesi duyabiliyor ve ağzımla da herkese laf yetiştirebiliyordum. Sen yeteneksizsen ben ne yapayım?"

Kuyruğu dik tutma, Burak'a bok atma girişimi de boşa çıkmış gibiydi, çünkü Burak hiç oralı olmadan buzdolabını kapatıp geri geri yürüyen Duygu'yu tezgahla kendi bedeni arasına almak üzereydi.

"Dediğim gibi kornişon, yani Burak, bunu konuşarak çözebiliriz. Benim gibi bir maydanoz için dişini kirletmeye değmez."

Elindeki bıçakla kala kalan Burak, bu kadarını beklemiyordu. Bıçakla doğramak yerine onu ağzında öğütmeliydi belki de. Ellerini tezgaha yaslayarak gidecek yeri kalmayan kadını alt dolaplara yapıştırdı. Kendi kollarının mesafesinde kalmaya özen gösterdi. Bıçağı bıraktığı yere ellerini yasladı ve hafifçe yüzüne doğru eğildi. Tam yine konuşacak olan kadına konuşursan seni pişman ederim bakışıyla baktı. Öyle olmalıydı yani, Duygu'nun anladığı buydu. Yutkundu.

"Her şeye maydanoz olduğunu kabul ediyorsun yani, doğru mu anladım?"

"Tamamen bilim için."

"Ne bilimi?"

"Kendi yemek bilimim tabii, ne için olacak?"

"Bana dikleniyorsun Duygu. Yerinde olsam..."

"Ne güzel olurdu. Köşeye sıkışmak hiç hoş değil. Belki beni anlarsın biraz. Bir de işin iyi yanından baksana."

Sana yakın olmak mı?

"Ben en sevdiğim kremalı sebze çorbasını maydanozla süslemedikten sonra içsem ne olur içmesem ne olur? İyi bir yan göremiyorum. Senin gördüğün yanı da merak ettim, doğrusu."

"Baskı altında yemek yapamadığını öğrenmiş olduk, fena mı oldu?"

Kasıklarındaki baskıdan haberim var de, düşüp bayılayım.

Anında geri çekildi.

"Ne saçmalıyorsun sen?"

"İki soru sordum diye yok parmaklarını kesecekmişsin, yok maydanozların suyunu çıkaracakmışsın ki, çıkardın zaten."

"Sen o ikinin arkasına en az iki sıfır eklesene. Ağırlığımı bir ayağımdan diğerine versem yemekle ilişki kurdun. Abarttın yani."

Burak'ın rahatsız olduğunu görebiliyordu. Abartmış mıydı gerçekten? Ona yemek yapmayı öğreten bir annesi olmamıştı. Merak ettiği her seferinde ablası tarafından odasına yollanmıştı. Tek öğrendiği çay yapmak olmuştu ve Cihan'ın onun evde kalmasını sağlayan Hikmet'le girdiği tartışmayı kazandığının ertesi gününden itibaren her gün çay yapmıştı oradan ayrılana kadar. Cihan'la ikisi ayrı eve çıktıklarında bu kez de ikisi için yapmaya devam etmişti.

Çok uzun zamandır bunları düşünmek zorunda kalmamıştı. Kafasının içinde depo niyetine kullandığı bir yer vardı. Unutmak istediği bazı anılarını diğerlerinden ayırmak, karıştırmamak için bu bölümü oluşturmuştu. Yaklaşık sekiz yıl evvelinin yirmi beş Kasım öncesi ve ondan sonrası arasına set çekmesi ve Cihan onun için gayret gösterirken zor olmamıştı bu bölümü inşaa etmek. Okuduğu pek çok kitaptaki uzmanlara göre yaşadığı kötü anıları bastırma anlamına gelen bu yapılanma, Duygu için yaşamaya devam etme anlamına geliyordu. Ablası gelene kadar ölse bile açmayacağı depoya uçarak kafa atmıştı adeta. İçinden çıkamıyordu bir türlü.

Dün gece Burak'ın soru sormadan onunla yastık savaşı yapmasının, yemek yapmak için üç saattir mutfakta olmasının da sonu vardı elbet. O sona bu kadar çabuk ulaşmamayı dilemişti; ama çenesi adamı bezdirmişti. Öğrendikleri yanına kar kalacakken ablasının gelmesiyle ve geçmişten hatırladıklarıyla yemek yapma hevesi kaçtı. Başını eğdi.

Duygu'nun başını eğene kadar gözlerinde gördüğü akmaya hazır damlalar Burak için kendine küfür kapaklarını açması için çağrıydı. Onu rencide etmişti ve kim bilir unuttuğu neleri getirmişti aklına. Kendine açıklayamadığı durum için biraz eğlenmek istemişken yine Duygu'yu üzmüştü.

"Hey! Şaka yaptım. Duygu bana bak. Lütfen."

Başı yavaşça kalkarken sanki bu acelesizlik gözyaşlarının gözlerinden aniden dökülmemesi içindi. Alt tarafı yemek yapmak istemişti. Üstelik bunu Burak'tan kendisi talep etmişti ve kabul gören bir teklife onun kadar ilgi gösterecek başka birini tanımıyordu. Hülya buraya geldiğinde mutfağa su almak için bile girmiyor olabilirdi. Burak yemek yaparken yaptığı en faydalı iş, defalarca yerini bulmak için açıp kapadığı çekmecelerden çatal, kaşık çıkarmaktı. Allah aşkına çatal kaşığı en üst çekmece harici bir yere koyan var mıydı? Onun aksine Duygu canla başla Burak'ı izlemiş, her sözünü dinlemiş, güzel yemek yapmanın inceliklerini soru sorarak öğrenmek için Burak'ı dinlediğini belli ederek onure etmişti.

"Özür dilerim. Bu kadar rahatsız olabileceğini düşünemedim. Sonuçta sevgiline yemek hazırlarken böyle başına ekşiyen bir hırsıza alışık değilsin."

O an yer yarılmalıydı, içine düşüp kafasını kırabileceği acil bir beton lazımdı adama. Nefesleri hızlandı. Dün geceden beri yaşadıkları, paylaştıkları, bir şey olma yolunda yaptıkları her ne varsa Burak iki saniyede suyunu çıkarmıştı hepsinin. Tıpkı maydanozlar gibi... Şimdi rahatsız olmadım dese... Ne diye durmadan soru sormasını istemediğini nasıl açıklayacaktı? Önlüğüm sabit durmuyor, havalanıyor ve sebebi sensin dese...

Küfürler kovalasın beni, o hiç olmaz.

"Özür dileyecek bir şey yok kıvırcık. Benim kabalığım. Gittiğin kursta incelik öğretiyorlar mıydı?"

"İncelik öğrenilmez."

"Hiç mi şansım yok?"

"Senin kaba olduğunu düşünmüyorum, aksine haklı olarak bu davranışlarının sadece benim yanımda hortladığını anlamak zor değil."

Siktir. Haklı olmaktan çok uzağım. Haklı olmak istemiyorum. Bir şey yerine hiçbir şey olma yolunda emin adımlarla ilerliyorum. Bir şey desene hıyar.

"Anlıyorum da, inan. Zorunlu bir birliktelik bizimki. Ben her şeyde iyi bir yan görmekte ısrar ediyorum ya da içinde bulunduğum şartlarda, senin tabirinle kabın şeklini alıyorum diye senin de aynısını yapmanı beklemem saçma olur. Neticede ben benim, sen sensin. Afiyet olsun."

Sen iyi ki sensin.

Kollarının altından geçip önlüğü başından çıkardı ve katlayıp yerine koydu Duygu. Mutfaktan çıktığında Burak kımıldayamadı yerinden. Şaka yapmayı ne zamandan beri hiç mi hiç beceremiyordu? Laf soktuğunda bile alınmadan pür dikkat onu izleyen, yeter sus dediğinde bile aldırmadan soru soran kadının devreleriyle oynamıştı. Kendi çaresizliğini Duygu'nun iyi niyetinden çıkarmıştı. Gerçekten de uyumluydu. Ne derse yapmıştı, emir kipine aldırmadan koşturmuştu aşçı yamağı gibi. Gocunmamıştı. Lafını bile edebiyle sokup asil bir prenses gibi çıkmıştı mutfaktan. Gerçekten o kurslara kendisi gitmeliydi.

"Ne dedi o? Afiyet mi olsun?"

Hareket kabiliyeti kazanmasına yardımcı olan o son cümleyle çorbanın altını kapatıp et sotenin altını açtı. Yemek yemeyecek olması kabul edilemezdi. Acıkmıştı kesin çoktan. Madem küstürmüştü, gönlünü almaya çalışabilirdi. Kaseye aldığı çorbayı mümkün olan en taneli maydanozlarla süsledi. Salatayı soslayıp tepsiye aldı. Isınan et soteyi tabağa güzelce doldurdu ve patates püresini yanına şekillendirdi. Peçete, çatal, kaşık her şey hazırdı. Tek eksik... Çiçek miydi acaba? Fazla mı iddialı, romantik, alakasız olurdu? Yine de bahçeye çıktı. Güller hala çok güzel görünüyordu. Tam elini atmış koparacakken dedesinin bahçesinde Duygu'nun sakın koparma diyen sesi yankılandı kulaklarında. Dalında güzellerdi.

Aklına başka bir fikir gelince annesinin zaman zaman babasına kahvaltı hazırladığında kullandığı küçük vazoyu dolaptan çıkardı. Onu da kalan son boşluğa yerleştirdi. İçine koyduğu şeyin onun için bir anlamı olmasını diledi. Üstünü başını düzeltti ve eline aldığı tepsiyle derin nefes çekerek onun odasına doğru yürüdü. Hafif aralık kapıyı dirseğiyle ittirdiğinde hala kuş tüyleriyle dolu odada pencereden dışarı baktığını fark etti. Sağa çevirdiği başı ve saçları yüzünü gizliyordu. Acıkmış olduğuna bahse girerdi. Kahvaltı, yemek hazırlığı, pişirme derken saat öğleden sonra beşe geliyordu.

"Pişt! Kıvırcık."

Başını döndürdüğünde ağlamaktan beter hali Burak'ı dağıttı. Onun için anlamı olmamalıydı Duygu'nun ruh halinin, hatta bu mesafe, tanımsız his ve duygularının selameti için faydalı bile olurdu. Yine de pişmanlık ikinci bir deri gibi bedenini sıkıştırmaya başladı. Kız çocuklarının annelerinin ayakkabılarını giymesinin tam tersiydi hissettiği. Sanki annesi kızının kıyafetlerinin içine amaçsızca girmeye çalışıyordu. Sıkıştıkça sıkıştı. Tepsiyi tutamayacak hale gelince yatağın ucuna bırakıp dün geceki gibi karşısına oturdu. Bu kez sigara içmiyordu.

"Çok iyi bir yamaktın. Tadına bakman için getirdim."

"Açım; ama canım istemiyor."

Allah'ım dürüstlük abidesi.

"Hahaha, açsın; ama canın istemiyor, bu kabul edilemez. Duygu bak seni kırmak..."

"Önemli değil. Gerçekten. Beni hor görmen ilk başlardaki kadar canımı yakmıyor. Çoğunu duymuyorum bile; ama her ne kadar sana rahatsızlık verdiğimi bilsem de, evime gitmek istesem Cihan yok. Okulum bitti, bir işim yok. Amacım seni kendi hayatından alıkoymak değil, inan bana. Ben Hülya'nın yokluğunda senin canını sıkıyorum. Farkındayım."

Hiçbir bokun farkında değilsin. Aynı şekilde ben de değilim.

"Duygu yemeğini ye. Hadi."

Hülya, Duygu onun adını geçirmedikçe aklına gelmiyordu son günlerde ve daha önce eksikliğinin bu derece hissedilmeyeceğini düşünmezdi. İsveç'e gittiği her seferinde onu özlem adı altında bir duyguyla beklediği günler uzaktan nanik yapıyordu sanki. Duygu'yla çoğu ona laf sokma, aşağılamayla geçen sınırlı paylaşımları, kendi kız arkadaşıyla yıllardır paylaştığı hayatı aratmıyordu ona. Bunun canını yakması gerekirdi belki; ama Duygu'nun bunları gözüne sokarken bile kendini ezmesi kadar kalbini kıran başka bir şey yoktu o anda.

İlgiyle Duygu'ya bakıyordu şimdi. Ne Hülya ne Cihan lafı duymak istiyordu ikisi bir aradayken. Gözü tepsiye kayan kadın ilk birkaç dakika hamle yapmadı. Sonra yeni dikkat ettiği küçük bir kuşmuşçasına ürkütmekten korkar gibi ayaklandı. Yatağa usulca eğilip vazoyu eline aldı ve içindeki kağıdı çıkardı. "GÜL ve KARANFİL" yazıyordu kağıtta.

"Çok güzelmiş koyduğun çiçekler. Teşekkür ederim dalında bıraktığın için. Unutmamışsın."

"Tam koparıyordum, çemkirmen geldi aklıma. Tırstım."

"İsabet olmuş. Çok güzel kokuyor. Sanırım yiyeceğim. Sonuçta o kadar kahrını çektim, hak ettim."

"Kesinlikle hak ettin. Afiyet olsun."

"Sen yemeyecek misin? Mutfakta birlikte yiyelim istersen."

"Affettin mi beni?"

"Affedilecek bir şey Burak Efendi. Gerçekler canımı sıkıyorsa benim sorunum bu. Seninle alakası yok."

Adamın bir şey demesine fırsat vermeden kucakladığı tepsiyle mutfağa yürüdü Duygu. Daha iyi hissediyordu. Yemek yerse aklında depoya ait bir şeyleri daha az düşüneceğinden emindi. Bu kez zaten sıcak olan yemeklerden Burak için hazırladı. O da geldiğinde sessizce yemeye başladılar. Burak'ın zihni elektriksiz kalmıyordu gerçi, kendi başına enerji üretip düşünecek ve adamı deli edecek çalışma evrimini tamamlamıştı.

"Evinde mi kalmak istiyorsun, burada huzursuz musun?"

Beklemediği soru karşısında afallayan Duygu dün gece bir süre bakabildiği yakışıklı yüze kaldırdı başını. Anlam veremediği bir çaresizlik süzüldü en diplerine. Burak çaresizce sormuştu bu soruyu. Gitmesini istiyor; ama Cihan gitmeden önce onu telefonla tehdit ettiği için söyleyemiyordu belki. Belki kız arkadaşına gitmek istiyor; ama salak Duygu evde yalnız kalamadığı için gerçekleştiremiyordu bu eylemi de.

Çaresizlik gerçekten kötüydü. Hele hele ihtiyaçtan doğan çaresizlik en fenasıydı. Burak ve Duygu birbirine muhtaçtı ve adamın hoşnutsuzluğu yüzünden akıyordu.

"Ben seni huzursuz ettiğim için rahatsızım daha çok. Evime gitmek isterim tabii; ama Hikmet tekrar gelir diye korkuyorum."

Bunu kullanabilirdi Burak. Hikmet tekrar gelmeye cesaret edemezdi, ödeme yapmıştı ona; ama Duygu bilmiyordu. Gitmemesi için korku faktörü en etkili silahıydı. Giderse her şey daha kolay olabilirdi gerçi; fakat giderse her şey çok daha kötü olacak gibi hissediyordu. Alışmıştı onun bu evdeki varlığına.

"Yalnız da kalamıyorsun ki evde, gidip ne yapacaksın?"

Bir de o vardı tabii. Çok erken açık etmişti Duygu kartlarını. Blöf yapması sadece daha çok kaybettirirdi ona. Hikmet'i düşünme, git evine dese ne bok yiyecekti bir fikri yoktu. İyi ki, demiyordu.

"Seni her anlamda köşeye sıkıştırdım, değil mi? Umarım Cihan bir an önce kardeşini bulup döner. Sana eziyet benim varlığım."

Hem ne eziyet. Damarlarım şişip patlayacak. Aaaah! Arsızlaştım iyice, başkasının sevgilisi o.

"Düşünme bunları. Yaptığımız anlaşma karşılıklı çıkarların yanında zorlukları da içeriyor. Sen de köşeye sıkıştın. Beni çekmek zorunda kalıyorsun."

Güldürdü Burak onu. Zor olduğunu kabul eden erkek sayısı bir elin baş parmağını geçmezdi. Çok erkek tanıdığında değildi bildiği bu gerçek, kız arkadaşlarının sevgilileri için söyledikleri, okuduğu dergi, roman ve bilimsel araştırmalar teorisini pek ama kanıtlayan dayanaklarıydı. Onunla olmak iki ay öncesine göre zor gelmiyordu. En azından dün gece bir şeyler değişmişti. Burak daha bir sıcaklık yüklü bakıyordu ona. Yalnız olmasından, Hikmet'le girdiği güç savaşından, ablasının gelişinden belki sinirden hala kudursa da gözlerine çıkmıyordu öfkesi. Bu da şimdilik Duygu'ya yeterdi.

Günün geri kalanında serbest takıldılar. Bazen salonda, bazen bahçede karşılaştılar. En çok da Duygu'yu mutfakta buldu Burak. Arkası ona dönük olduğu her anda, tezgahta bir şeyler hazırlarken  kapıda durup içebildiği kadar içti onu. Kıvırcık saçlarını zaman zaman ensesinden çeken, boynunu açık bırakan Duygu, adamın yerinde sabit durmasını zorlaştırıyordu. Gidip saçlarını o kenara çekmek, açıkta kalan teninden yayılan kokuyu içine çekme dürtüsüyle savaşmanın ne büyük gayret gösterdiği hakkında en ufak bir fikri var mıydı acaba kadının?

Burak bu hisleri en son yedi yıl önce Merve Hülya ile onlara geldiğinde yaşadığını fark etti bir anda. Gece saat on biri geçmişti ve Duygu doğmadığı meyveleri gördüğü kadarıyla çikolataya buluyordu. Hülya o zamanlar lise sonda olan, onda kap çarpıntısı yapan genç bir kızdı. Artık aynı hissetmediğini geçen yıllarda gözüne sokan kimse olmadığı için mi devam etmişlerdi? Alışkanlık mıydı birliktelikleri? Duygu hayatına bodoslama daldığından beri değişen neydi peki? Hülya mı? Burak mı?

Değiştiren peki?

Duygu mu?

"Bir şey mi lazımdı?"

Akıl fikir. Var mı fazla?

"Su içecektim. Ağzım kurudu. Fondü mü yaptın kendine?"

"Soğuk haliyle gibi gibi. İster misin?"

İsteme lütfen, kendime kadar yaptım, çikolata bitti. Yenisini hazırlayamam.

"İster misin derken neden isteme der gibi bakıyorsun?"

"Of, yakaladın beni. Çikolata bitti ve bu bana anca yeter."

Duygu. Değişen kim bilmiyorum; ama değiştiren kesinlikle sensin.

"Hahaha, ye sen. Yatacağım az sonra. Duygu, hatırlıyor musun? Şikayetimi geri çektiğimde karakoldan sonra beni villaya bıraktın ve ben senden iletişim bilgilerini istedim."

"Evet, seni kandırmayı düşünmedim hiç. Yemin ederim."

"Dilim aksini söylese de sana o zaman inanmıştım. Buluşmak için Zorlu'yu seçmek aklıma gelmese bile senin beni ne olursa olsun bir şekilde bulacağını ve evleneceğimizi biliyordum."

"Güvenilir bir hırsıza her zaman denk gelemezsin. Şanslı gününmüş."

Buruk gülümsemesi, elinde koca bir kase neresine yiyeceğinden emin olamadığı çikolatalı meyve tabağı, minicik yüzünü kaplayan kabarık kıvırcık saçları... Burak Çin işkencesi çekiyordu. Pıt pıt damlayan musluk kendi kararsızlığı yanında aklını başına getirirdi, emindi. Neyin karar aşamasıydı bu onu da bilmiyordu. Neye tamam neye devam edilecekti?

"Evet, şanslıydım. Villaya giren sendin. Ben yatıyorum iyi geceler."

"Su alacaktın sanki."

Seni gözlerimle içince tüm susuzluğum geçti diyememek... küfürlerce...

"İyi ki hatırlattın. Sabah bana kahvaltı hazırlayacak mısın mutfak faresi? Çok küstürmedim seni değil mi?"

"Yemeklere küsmek tabiatımda yok ve evet, hazırlayacağım. Yarın akşamki yemeği de ben yapacağım. Şefimden birkaç tarif kaptım."

Gülerek ve suyunu alarak odasına çıkan Burak hem Duygu'ya belirsiz hisleri hem de yarın ablasının gelip gelmeyeceği düşüncesi yüzünden yatakta dönüp durdu. Uykuya teslim olduğunda uyumamanın daha akıllıca olduğunu sabah uyandığında anladı. Tüm gece rüyasında Cihan ve Duygu birbirine kavuşuyordu. Duygu Cihan gittiği için üzgün, Burak hislerinin ağırlığı ve saçmalığı sebebiyle agresif uyandı o sabah. Mutfağa girdiğinde çay kokusu bile eğip bükemedi sert ifadesini.

"Günaydın, iyi uyuyamadın mı?"

"Çay koyar mısın? Acelem var, hemen çıkmam lazım."

Bugün bitmeliydi bu saçmalık. Hülya onun sevgilisiydi. Sahte, hırsız bir kadına his beslenmezdi. Tanımsız olan duygular bile olsa, onları bu gidişle tanımlayacaktı ve pişman olacaktı. Cihan karşısında şansının olup olmadığını düşünmesi bile kız arkadaşına haksızlıktı. Onu seven, onu kıskanan ve günlerdir sesini duymak için çabalayan kadını şu an mutfağında ona çay dolduranla kıyaslaması adil olmazdı.

Kimse adil olacağını söylemedi.

"Allah kahretsin. İçmeyeceğim, çıkıyorum ben."

Sabahları dolunaydan bağımsız olarak kurt adama dönüşen Burak, Duygu'nun sabit tutmaya çalıştığı sistemiyle alay ediyordu adeta. Saatler önce ondan kahvaltı istemiş, hazırladığında yüzüne bakmamıştı. Uykuya gülen bir suratla giderken, sabah ne değişmiş oluyordu? Ablasını düşünmeden geçireceği o yarım saate ihtiyacı vardı halbuki. Burak aklını öyle veya böyle dağıtıyordu. Bir güzel karıştırıyor, geçmişini unutturuyordu. Cihan'la edemediği ağız dalaşı Duygu için yeni bir deneyimdi ve yeni şeyler denemek hiç bu kadar eğlenceli olmamıştı.

Kahvaltısını edip kedilerini doyurdu ve akşama kadar bir dizinin ilk sezonunu bitirdi. Dünden kalan yemekler neyine yetmiyordu Burak Efendi'nin. Zıplayan sinirleriyle yine yemek yapmasının önüne geçmişti işte.

"Hıyar. Annesi babası da aynı cins değil; ama hibritlenince demek ki, kendine karakter kazandırmış. Dengesiz duygu durumuyla benim aklımdan ne istiyorsun, küfürün pi açılımı?"

Burak iş yerinde beklediği biri olmasa kendini dağlara taşlara vuracaktı; ama olur da Aysun Çetin gelirse diye saplandı kaldı galeride. Ne o gün ne o hafta gelen oldu. Aysun Çetin'i gelir, para ister, hiç olmadı geçmişlerini anlatır diye beklemek Burak'ı içten içe fokurdatmaya başladı. Her akşam eve gittiğinde Duygu'nun samimi, en doğal halleri iyice çıkmaza girmesine sebep oluyordu. Haftasonu iki gün geç saate kadar eve gelmedi. Hülya'ya gitti. Birlikte film izlerken gördüğü kadın oyuncunun düz saçları bile ona Duygu'nun saçlarını düzleştirdiğini anımsatacak kadar öfke dolmasına sebep oluyordu. Hülya ile öpüştü; ama aklı fikri onu öpen kıpkırmızı dudaklardaydı.

"Tatlım, burada değil gibisin. Neyin var?"

"Beklediğim bir ödeme vardı, gelmedi canım sıkkın."

"Paraya mı ihtiyacın var?"

Hayır irdelememen için bahane o.

"Sevişelim mi artık? Daha fazla geç olmadan eve dönmeliyim."

Sevgilisiyle seviştiğinde her şey eski haline dönecekti, emindi bundan. Haftalardır seks yapmayan biri elbette ona dokunan minik ellerle bile hazır hale gelirdi. Yoksa ne diye elin karısına kızına göz koymuş gibi uyarılacaktı ki bedeni?

Elin değil benim karım. Siktir.

"Ben regl oldum, yine de istersen..."

Bugünü bulman ne ironi; ama..

"İstemem tabii ki, Hülya. Devam ettir filmi."

"Bir tuvalete gidip geleyim."

O tuvalete gittiğinde yatak başlığına yaslandı. Ne zaman bu odaya gelse, yaptığı tek eylem bu oluyordu. Yatak amacı dışında ancak bu kadar haybeye kullanılabilirdi. Gözlerini kapattığında pazar tüm gün evde Duygu'nun ne yaptığını merak ettiğini fark etti. Öğleden önce çıkmıştı evden ve şimdi koşarak eve gitmek istiyordu. Dün de işten buraya gelmiş yine onu sadece beş dakika görmüştü. Bipleyen telefonla gözleri açıldı ve eli otomatik olarak telefona uzandı. Hülya'ya mesaj gelmişti.

Valdo ne ya?

*Jag ber om ursäkt. Jag saknar dig.
(Özür dilerim. Seni özledim).

İşi bitip odaya dönen Hülya, elinde telefonunu gördüğü Burak'a baktı.

"Biri mi aradı?"

"Valdo kim? Niye özür diliyor senden ve seni niye özlüyor?"

İnternetten çevirdiği cümleler devrik olarak bu anlama geliyordu. Hülya ne diyecek merakla beklerken değişen yüz ifadesi aklına bambaşka sözleri getirdi.

Ben Hülyanın hiçbir zaman tek eşli olabileceğini düşünmedim.

"Valdo babamın çalışanı. En son gittiğimde benimle dalga geçti. Babam optikçi biliyorsun, tamir edemediğim bir gözlük için kalbimi kırdı. Onun içindir sanırım."

"Kaç hafta geçti, şimdi mi aklına gelmiş? Özür tamam da özlemek niye?"

"Çalışırken eğlenceli bir tip. Espri falan yapıyor işte. Aramız iyi. Bu sorun mu senin için? Bana inanmıyor musun?"

Son cümleye kadar inanmak üzereydi Burak. Neden sorma ihtiyacı duymuş ve inanırlığını sorgulatmıştı ki ona? Babasının iş yerinde İngilizce bilmeyen hiç kimse yoktu. Yarın ilk iş arayıp teyit edebilirdi. Valdo ile görüşmek istiyorum dediğinde alacağı cevabı merakla bekleyecekti. Kollarını açtı ona. İşkillendirmenin alemi yoktu. Kendi midesi yediği yemekte sinek görmüş gibi bulanırken bir süre daha oynamak zor olmazdı. Film bittiğinde hemen eve geldi.

Saat akşam sekizi geçmişti, Duygu'yu bahçede akşam güneşi yüzüne vururken gözlerini kapatmış düşünceli buldu. Geldiğini belli etmeden odasına çıktı. Bir haftadır kaçakları oynuyor, her sabah bıkmadan hazırladığı kahvaltıya dokunmadan evden çıkıyor ve geç saatlerde eve geliyordu.

Duygu için de durum iç güveysinden halliceydi. Burak bu hafta dışında da işe gidiyordu, ancak hiç bu kadar ayrı kaldıklarını hatırlamıyordu. Fiziksel bir mesafe değildi kastettiği, daha derinlerinde hissettiği bir boşluktu. Cihan gittiğinde ona duyduğu özlem bile erişmiyordu bu hâline. Açıklaması imkansız olan durumu bir hafta önce en ihtiyacı olduğu anda yanında olmasına borçluydu belki de. Burak kendisinden önceki hayatına dönmüş, sevgilisinin kollarında aşk yaşarken Duygu'yu düşünecek değildi. O alışıktı yalnızlığa. Sadece Cihan olsaydı biraz katlanılır olurdu, hepsi buydu.

Bahçeden salona geçtiğinde çıkarken olmayan parfüm burnuna dolunca sahte kocasının geldiğini anladı. Onu görmemiş olması mümkün değildi, bahçe kapısı açıktı; ama konuşmaya bile tenezzül etmiyordu artık onunla. Sabah ve akşam tek başına yiyordu hazırladıklarını. Geçecekti hepsi. Cihan gelecek, zaman dolacak ve ikisi yurt dışına gittiğinde bu yaşadıklarını da geçmişi gibi depoya kaldıracaktı. Güzel ayrılmak isterdi sadece. Burak ona kötü davranmıyordu, aksine bir haftadır hiç davranmıyordu. Bir zamanlar istediği görünmez olma arzusu gerçekleşmiş gibiydi ve şimdi bu dileği Burak için geri almak istiyordu. Belki de ilk adımı kendi atmalıydı. Yukarı çıktı.

"Burak, hoş geldin."

Yatakta kitap okuyan adam Duygu'yu görünce elinden düşürdü kitabı. Çok uzun zamandır görmediği birine kavuşmuş gibi tepkileri karıştı. Duyguları zaten arap saçıydı. Ne diye uzak kalarak kendine eziyet ettiğine mantıklı bir sebep bulamamışken kadın yine konuştu.

"Gündüz evde canım sıkılıyor. Yarın seninle galeriye gelsem olur mu?"

Alt dudağını ısırıp elleriyle yatak çarşafını sıkarken bunun yerinden fırlayıp kadına yumulmamak için olduğundan emindi artık. Anında silindi gülümsemesi. Bu kadının sahibi başkaydı. Gittiği yerden artık gelmesi gereken Cihan Kalender için işleri hızlandırmalıydı. Üstelik hala ablasının gelme ihtimaline tutunuyordu. Burak arkasından iş çevirmişken onunla karşılaşması hoş olmazdı.

"Olmaz. İş yapıyoruz orada. Seni eğlendiremem."

"Kendin demiştin ya bir keresinde, canın sıkılırsa gel diye."

"Vazgeçtim. Saçmalamışım. Size para yetiştirmek için çalışmam lazım. Başka eğlence bul kendine."

"Seni kızdıracak konumda olmadığımı biliyorum, tekrar hatırlatmadan ben söylemek istedim; ama yine de bana kızgınmışsın gibi hissediyorum. Bir süre Ekrem dedemde kalmamı ister misin? Nefes alırsın, beni görmek..."

"Gidemezsin."

Şimdi fırlamıştı yataktan. Duygu sanki çoktan yola çıkmış, yolu da yarılamış gibi geri getiriyordu onu. Kalp atışları hızlandı. Her gece uyuduğunda onun başkası için atan kalbini izlemek zorunda kalıyordu zaten. Bir de evde olmama düşüncesine katlanamadı.

"Neden?"

Duygu adamın çıkışına, aniden önüne gelip kolunu tutuşuna anlam vermeye çalışırken sorusu fark etmeden aktı dudaklarından. Ona değer verdiğini, anlamsız bile olsa belki ev arkadaşı olarak özlediğini söylemesini bekledi, istedi, umdu.

"Çünkü, çünkü dedem, benim dedem yanlış anlayabilir. Aramız bozuldu sanabilir. Unut başka yerde kalmayı. Anlaşmamız var üstelik."

"Anlaşma Cihan içindi."

"Genişlettim oldu mu? Yat zıbar hadi. Ayak altında dolaşıp germe beni."

"Sen tam bir duygusal felaketsin. Ne umdum, ne buldum? Sen yat zıbar. İşe git eşek gibi çalış da para kazan. Bize borcun var malum."

Kolunu çekip hızlıca odasına gitti ve kedilerini yerlerinden sıçratacak kadar sert çarptı kapıyı. Burak elinden kurtulan kolla beraber ayazda kalmış gibi dondu kaldı. Teninin sıcaklığına muhtaç olduğunu, derinlerinde kaybolduğunda her şeyin yoluna gireceğini sandığı kadın kesinlikle Hülya değildi.

Sabah Duygu'ya akşam eve geç geleceğini söyleyerek işe geçtiğinde yaptığı pek çok aramanın içinde Cihan'ı nerede bulacağı da vardı. Geçen bir haftada emirler vererek onu bulmalarını istediği adamlar nihayet sonuca ulaşmıştı. Valdo diye birinin hiçbir zaman babasının bir çalışanı olmadığını öğrenmesi ise Hülya'nın ona attığı yalan kadar kolay olmuştu. Öncelik Cihan'dı. İşten erken çıkıp adamın geleceği yerde karargah kurdu adeta. O gelmeden Duygu'nun hislerinden emin olamayacaktı, ikisi bir şey olmayacaklarsa eğer o da kendi hislerine daha fazla eziyet edip kendine acı çektirmeyecekti.

Cihan nihayet göründüğünde biraz sakinleşmeyi bekledi, bu görüşmenin artı hiçbir yanının olmadığını bildiği halde Duygu için hazırladı kendini. Cihan sağa sola bakınıyor, geçen her dakikada tedirginliği uzaktan bile belli oluyordu. Elleri de vücudunun kalan yerleri gibi soğuk terler döküyor olacak ki, sürekli üstüne siliyordu onları. Burak durduğu yerden çıktığında Cihan için hayalet konumdaydı hala. Görünmüyordu.

"Beklediğin kişi gelmeyecek Cihan Kalender."

"Senin ne işin var burada?"

"Yapmaya niyetlendiğini yapamayacak olacağını ilk ağızdan duy diye geldim."

"Ebeni sikerim senin Burak Özcanlar."

"Duygu olsa küfür derdi, ebem de öldü çünkü. Onu düşün, evine dön."

Duygu'nun adı geçince yakasına yapıştı adamın. Onu düşünmesi gerektiğini onunla tartışmayacaktı.

"Sen düşünüyorsun yani, doğru mu anladım? Nasıl haberin oldu benim durumumdan?"

"Bağlantılarım var diyelim. Doğru birkaç yere telefon, doğru adamlara biraz para, öğrenmem bir haftamı aldı sadece."

"Söyle nerede? Nereye kaçırdın onu?"

"Tekrar araştırman gerekecek kim nerede diye. Bunu yaparken de izbe mahallene dönmemek için bir sebebin yok. Duygu seni özlüyor."

"Seni o gün vurmalıydım."

"Vurdun zaten, unuttun mu?"

Cihan yakasından tuttuğu adamı var gücüyle ittirdi. Sendeleyen Burak kıç üstü yeri öptü. Tam ayağa kalkmaya yeltenmişken Cihan'ın yumruğuyla tekrar düştü. Tek yumruk bayıltmaya yetecek güçteydi neredeyse. Yıldızları gördüğüne yemin edebilirdi. Vurmak yetmemiş gibi üstüne oturup kafasını betona çarpmak için bir yerden emir bekliyordu sanki.

"Benim için bir ya da iki ceset fark etmez, son duanı et."

"Eline bulaşan kanla Duygu'nun yanına dönemezsin."

"Hiç kan dökmeden de tahtalıköyü boylamanı sağlarım. Dert etme sen."

"Duygu, Hikmet'le karşılaştı. Hikmet ona dokundu. Narin kollarını sıktı. Gittiğini söylemekle embesillik etmişsin."

"Ben seni niye aradım gitmeden? Duygu eve gittiğinde sen kıçında pireler uçarken rüyanda boşalıyor muydun?"

"Evde karşılaştıklarını söylemedim. Gördün bizi, gördün ve gelmedin."

"İyi ki görmüşüm, sana güvenmekle hata ettiğimi anlamamı sağladı."

"Bırak yakamı be artık. Yapabileceğin şeylerden bahset. Dedikoducu karılar gibi car car adam öldürülmez. Canan falan hikaye işte. Bulamadım de, dön. Katil olacağın gece bu gece değil."

Cihan üstünden kalkınca Burak elini gözünün yanına götürüp kan olan parmaklarına baktı. Üstünü başını silkeleyip yürümeye başladı. Cihan tekrar dokunmadı. Adamın haklı olduğunu biliyordu. Beklediği kişi gelmeyecekse tekrar bulana kadar Duygu'ya gidebilirdi.

"Bekle. Geldiğimi ona ben söylerim."

"Sen söyle tabii. Benim verebileceğim bir müjde değil bu. Birkaç gün bekle, dön sonra. Senden dayak yediğim anlaşılmasın."

O gece eve beklediği saatten erken, beklemediği şekilde yaralı gelen Burak Duygu'nun aklını başından aldı.

"Bu halin ne? Sokak çocuğu gibi olmuşsun. Kavga mı ettin sen?"

"Ne kavgası Duygu? Arabanın kapısı çarptı."

"Araba ne durumda? Karşılık verememiş gibisin."

Kahkahalarla, katıla katıla, karnını tuta tuta gülen Duygu Cihan'ın tüm sinirini onunla dalga geçerek alma aşamasına ne zaman geçmişti? Bir süre sonra normal seyrine dönen kahkahaları yerini artçı gülücüklere bırakmışken yanına geldi. Elini kaldırıp moraran gözüne ve açılan kaşına inceledi.

"Dikişe gerek yok; ama zonkluyordur kesin ağrı kesici krem sürmem ger..."

Burak bileğinden yakaladı onu. Ona dokunmasını acınası şekilde isterken dokunduğunda hissettiklerini kadına aktaramadıktan sonra bu durum acı verici olmaktan öteye geçmiyordu.

"Minik ellerinle bana her dokunduğunda karnıma kramplar giriyor."

Genç kızlar gibi kelebekler uçuşuyor diyecek halim yok ya. Anlasana.

On gündür ondan ayrı kalması bir boka yaramamıştı. Uzak durmanın güvenli olacağı safsatadan başka bir şey değildi ve şimdi kendi elleriyle Cihan'a verecekti onu. Cihan yokken kalbine giden yolu bulmak bir yana yanlış tabela yerleştirmişti itinayla. Artık istese de ulaşamazdı oraya. Geçen her günle daha kötü şekilde kırmıştı onu. Görmezden gelmişti. Aşağılamıştı.

"Tamamen tıbbi amaçlı Burak, kadın olarak ilgilendiğimi düşünmüyorsun, değil mi? Senin Hülya'n var."

"Olmasaydı peki?"

Kahvrengisi koyulaşmış gözlerine odaklandı adamın. Sorusu garipti. Beklenti içinde gibi... Yok canım... Hülya olmasaydı ne olurdu? İkisi nasıl bir şey olurdu? İlk kez o anda düşündü bunu. Burak ve Duygu.

Bur&Gu.

Hülya olmasaydı yerine Cihan var demesi gerekmez miydi kalbinin? Gümbürdeyen kalbi sessizdi. Demedi.

2 yorum:

  1. Vay vaaay, Duygu hanima bak seeeen. 😅

    YanıtlaSil
  2. Ya yayyayattatay ama burada bitirilir mi hı? bitirilir mi yahuuu, yine rüyalarına girecek.Duygu artık Burak'tan hoşlansııınn, bilinçaltım bunun olması için dua ediyor djslslsöxldçsöfç ve ellerine sağlık yazarcan harika bir bölümdüüü.

    YanıtlaSil