10 Haziran 2019 Pazartesi

KALBİMİ GERİ VERİR MİSİN? 22. BÖLÜM


⭐⭐⭐

Tut Elimi

Duygu annesinin lafı geçer geçmez kendini dış uyaranlara kapattı suçu olmadığını söyler söylemez. Ona günahı kadar değer vermeyen adama suçsuz olduğunu söylerken aklını kim bilir hangi peynir ekmeğin yanına katık etmişti? Burak ise, hakkında hiçbir şey bilmediği kadına, şaka yollu dediğine diyeceğine çoktan pişman olmuştu ve hiçbir şey yapmadığını söylerken ona inanıyordu. Duygu yanında küçük bir kız çocuğu gibi oturmuş sallanırken ona inanmamasının mümkünatı yoktu zaten. Çocuklar yalan söylemezdi.

"Duygu bana bak. Duygu?"

Oturduğu pozisyonu değiştirmeden kanepeye yattı Duygu. Duyuyor ve anlıyor gibi görünmüyordu kendi savunma ifadesini Burak'a verdikten sonra. Cezasını bekleyen hükümlü rolüne büründü. Dün geceki gibi gözleri açık uyuyordu ya da başka bir boyutta sürdürüyordu varlığını.

"Ne yapmadın sen kıvırcık? Konuş benimle. Sana inanıyorum."

Duygu'ya ulaşım yollarının kapalı olduğunu anlaması gecikmedi. Her ne öğrenecekse bu gece o gece değildi. Duygu için yapabileceği en iyi iş, kucağındaki Miya'yı her babanın yapacağı üzere, sessizce onun odasına götürüp Mırnav'ın yanına bırakmak olacaktı. Öyle de yaptı. Ayağa tekrar kalktığında odaya göz gezdirdi. Tek bir nesnenin bile yeri değişmemişti. Yatak, evde tek başına yaşadığı zamanlardan farksızdı. Üzerinde Duygu'nun narin bedenini taşıdığına dair işaret barındırmıyordu. Oda derli toplu, tertemiz... Ve küçüktü. Misafir odası küçücüktü. Hem kediler hem de Duygu'nun kalabilmesi için elverişli değildi.

"Kediler bu odanın sınırlarını geçecek gibi duruyor. Hadi yine iyisiniz zilliler. Serbest dolaşım hakkı kazandınız. Bu gece anneniz birazcık rahatsız, sakın üzmeyin onu. Ha, bu arada hala birer bebekmişsiniz, benim dediklerimi bir süreliğine unutun, erkek kedi miyavı duymayacak kulaklarım kesinlikle. Kırarım bacaklarınızı."

Haplarını düzenli kullandığı sürece kediler o kadar da kötü değildi. Dün akşam sırf kedilerden dolayı gittiği sevgilisi bu pisi pisilerden beter etmişti onu. Üstelik Hülya'nın ilacı da yoktu. Dönüş yolunda Duygu'nun yalnız kalmaktan korktuğunu bilmeden sahilde biraz oturmuş, düşünmüş, rüzgarın tenine kadar taşıdığı tuzlu suların serinliğiyle yaşadıklarının rüya olmadığından emin olmuştu. Hiç tanımadığı, hırsız bir sevgilisi olan hırsız bir kadınla evliydi ve en başta kabul gören bu sözleşme Hülya için anlamını yitirmiş gibiydi. Hülya aklını da yitirmiş gibiydi gerçi. Tüm gece laf Duygu'dan beri gelmemişti ve gecenin sahil kenarında devam eden demlerinde Burak ilişkisini sorgularken bulmuştu kendisini.

Hülya'dan ne çok hoşlandığını, onunla olabilmek için üniversitesinin bitip de yurda dönmesini ne çok beklediğini, neden şimdi onunla olmaktan aynı hazzı alamadığını... Olayı bu kadar basite indirgemesi hataydı belki. Bir gece yatmadılar, Hülya sinirli diye her şey bitmiş değildi sonuçta. Aklına yatmayan onu avcunun içinde sanan Hülya profiliydi. Birbirlerinin önünde değil yanında durduklarını zannederken Burak, sorgulamaya delil ekleyen kuzeninin sözleriyle ne düşüneceğini şaşırmıştı artık.

Olay sinirlilik değilse peki? İlişkimiz nereye gidiyor? Bir yere gidiyor mu? Merve de giderken elime tutuşturdu molotof kokteylini, iç dur bakalım Burak Efendi.

Tekrar salona döndüğünde Duygu aynı şekilde yatıyordu. Tek fark kapanmış olan gözleriydi. Elleri dizlerine sarılı şekilde rahatsız olduğu, şimdi değilse bile olacağı kesindi. Dertop yaptığı bedenin ayak ucuna oturdu. Ne yapması gerektiği biri tarafından söylenmeliydi adama. Duygu'nun duygu geçişleri hakkında kişisel fikirlerini devreye sokamazdı. Şaka yapmayı bile beceremez hale gelecek kadar ne değişmişti hayatında? Bir süre uyuyan kadını izledi. Annesi ve ölümüyle ilgili miydi bahsettiği konu yoksa tamamen alakasız mıydı sorabileceği kimse yoktu o saatte.

Ben hiçbir şey yapmadım Burak.

Onun adını da eklemişti yeminine. Yaşadığı her neyse sözüne inanılmayan, belki de dinlenilmeden gözden çıkarılan birinin çaresizliğiyle birinin ona güvenmesine, inanmasına ihtiyacı varmış gibi...

Sorduğu soruları Duygu yanıtlamadığı sürece bir arpa boyu yol alamayacağı açıktı. Yarın iş vardı. Kendi gözleri de kapanmaya yüz tuttuğunda seslendi yine ona. Hala aynı şekilde yatıyordu. Tek kolu bacaklarının altında uyuşmuş olmalıydı. Sadece hmmlama olarak yanıt alabildiğinde dürttü onu.

"Duygu, hadi yerine yat."

"Hmm, biraz daha uyuyayım burada, geçerim."

"Tamam. Ben yatıyorum. İyi geceler."

Burak odasına çıktığında soyunmayı son anda akıl ederek soğuk yatağa bıraktı kendini. İki saniye içinde bir insanın uykusu nasıl açılırdı? Döndü durdu yatakta. Düşünceler başını döndürürken bedeninin dönüşleri dengeyi kurmasına yardımcı oluyordu. Tepetaklak olan bir sistemin içine girmiş de, çıkış yolunu bulabilmesi için aynalarla dolu bir labirentten kurtulması gerekiyordu sanki. Ne tarafa baksa kendisini ve karmaşık düşünce balonlarını görürken bir görüntü daha eklendi tüm o kalabalığa. Eklendiği gibi tüm gri, kasvetli balonları patlattı. Şimdi aynada gördüğü ona çıkışı gösteren Duygu'ydu. 

"Gel, takip et beni."

"Nereye götüreceksin beni?"

"Bir cevap bulmana yardımcı olacağım."

"Cevap sende mi?"

"Takip etmeden bilemezsin. Beni gözden kaybetme. Yansıman ben olacağım."

Uyuduğunu uyandığında anlayan Burak aynalı labirentten çıkmaya çalışırken ter içinde kalmıştı. Duygu gelip onu kolayca oradan çıkardığında sapsarı öğlen güneşi gözünü almıştı. Yemyeşil, göz alabildiğine uzanan ağaçların üstünden masmavi gökyüzü görünüyordu ve elini tuttuğu kadın onu selamete ulaştırarak ulvi görevini yapmış gibi uzaklaşıyordu ondan. Uzaklaştığında bir anlığına arkasına bakmış ve bu kez gördüğü annesi olmuştu. Ona her zamanki şefkatiyle gülümseyen kadınla daha bir çift laf edemeden açıldı gözleri. Akıllı saatine baktığında, sabahın beşini gösteriyordu.

"Anne. Neden şimdi?"

Onları kazada kaybettiği günlerin üstüne haftalar, aylar eklenmişken bir kez bile rüyasında görmemişti ikisinden birini. Çok dilemişti görmeyi; ama fotoğraflarıyla tek taraflı konuşmaktan ileriye gidememişti. Şimdi ise, ne diyeceğini bilememenin çaresizliği, annesini ona getirenin Duygu olmasının şaşkınlığına karıştı. Rüyasında bile olsa sesini duymak isterdi. Tek harf etmemesine rağmen dili damağı kurumuştu. Su almayı unuttuğunu elini attığı boş komodin hatırlattı.

Mutfağa indiğinde salondaki açık ışık dikkatini çekti. Duygu kapatmadan odasına geçmiş olmalıydı. İçeri girdiğinde bir milim yerinden kımıldamamış olan kadın olduğu yere çiviledi onu. Belki biraz daha küçülmüş olabilirdi. Üstü açıktı, üşümüştü büyük ihtimalle.

"Duygu?"

"Hmm."

"Geçmemişsin yatağa. Kalk hadi."

"Çok uykum var, beş dakika daha uyuyayım Cihan."

Hay ben senin Cihan'ına...

"Duygu hadi geç yerine yat. Tüm gece senin başını mı bekleyeceğim ben?"

Omzundan dürttüğü kadın gözlerini açınca bunu yapanın Cihan olamayacağını Burak'ın çatık kaşlı, ablak yüzünü görmeden daha biliyordu. Kalbi hızlandı. Burak eşittir kalp yetmezliği olma yolunu depar atarak kat ediyordu. Uykusunun en güzel yerinde deprem olmuş gibi sarsılmıştı çünkü. Dizlerine sardığı kolları uyuşmuştu. Üşümüştü. Kaç saattir yatıyordu böyle? Kanepede doğrulup kollarını bacaklarını sallamaya başladı.

"Beş saat önce yerine geçmeni söylemiştim. Ne diye kaldın burada?"

"Söylediğinde seni anladığımdan emindin yani, öyle mi?"

"Evet, gayet anladın. Biraz yatıp geçeceğini söyledin."

Duygu inanmaz gözlerle baktı ona. Uykusunda olan biriyle daha önce rast gelmemiş gibi, gelmişse bile konuşanın aslında o uyuyan kişi olmadığını bilemeyecek kadar şuursuzca davranıyordu. On gündür Cihan'ın olmadığı bir yatak onu ısıtmaktan fersah fersah uzakken Burak bu soğukluk yetmezmiş gibi, üzerine kalıp kalıp buz boşaltıyordu sanki.

"Tamam, uyandırdın. Yürüyebildiğim zaman geçerim odama. Her yanım tutulmuş. Ayy! İçim üşümüş."

Bir örtü örtmek ne kadar zor olabilir? Bir hıyar için bile...

Burak daha rüyanın etkisinden kurtulamamışken, hala bir yudum suyu gırtlağından aşağı yuvarlayıp göndermemişken Duygu onun sakin kalma çabalarına ket vuruyordu. Belki de en baştan beri rüyasına giren annesiydi. Onu o çıkmazdan kurtaran biricik annesi...

Ah! Kimi kandırıyorum ki? O saçlara ev sahipliği yapanı sanki başkasıyla karıştırmam mümkünmüş gibi...

Annesi kıvırcık saçlı değildi. Babasından almıştı kendi dalgalı saçlarını. Bal gibi Duygu'yu görmüştü. O arabanın içinde, onu ilk kez, Duygu ona baksa da görmeyen gözlerle baktığı andan beri, haftalık rüya rutinine dahil etmişti kendisini kadın. Gözleri açıkken gördüğü yetmezmiş gibi, kapandığı anda da göz kapaklarının arkasında bitiyordu.

"Tekrar burada sızmayacağından nasıl emin olacağım ben şimdi? Senin uyku sersemi olup beni anladığından emin olamıyorum ya ben, malum?"

Git lafını az ötede soktuğunu zannet ya. Sabahın beşinde uyandır, bir de gel lak lak et başımda.

Hiçbir şey demeden ayaklanan kadın tokat gibi cevap verdi Burak'a. Burak öyle olduğunu düşündü en azından. Belki Duygu da. Çünkü kelimelerle konuşulmadığında verilen yanıtın fiziksel olması kaçınılmazdı. Tek bir kılın kıpırdamasa bile...

"Sabır. Bir de sırtını kaşı tam olsun."

Burak'ı duymayan Duygu'nun eli sırtına gitti. Vücudunu yeterince nemlendirmediğine kanaat getirdi. Kullanmak için getirdiği kremler bitmişti ve bu evde aynılarından yoktu. Burak bambaşka bir alemde arkasından izleyebildi sadece sırtını kaşıyan kadını.

"Şaka yaptım ya. Kırıp yakacağım bu kanepeyi. Sinir katsayımı arttırmaktan başka bir halta yaradığı yok."

İkisi ayrı kat, oda ve yataklarda sabahlarken sabah işe gitmeden mutfağa geçip kendine sandviç hazırlamak isteyen Burak hazır kahvaltı masası ile karşılaştı. Boş çay bardağına ayrı bir şaşırdı. Çay da mı vardı yani, sabah sabah? Gerçi neden şaşırıyordu ki, yumurtalı ekmeğin, soslanmış zeytinin, geçen akşam bir market arabası dolu yaptığı alış verişin hakkını veren peynir tabağının yerini aldığı masa ile çay basit bile kalırdı.

"Günaydın."

"Günaydın. Kahvaltı hazırlamak zorunda değildin."

Hülya'nın burada kaldığı gecelerin sabahları canlandı gözünün önünde. Onu yatakta bırakıp sadece şakağına kondurduğu öpücük yüzünden bile zaman zaman azarlandığını hatırladı. Uykusu hafifti ve Burak'ın bir an önce odadan çıkmasını beklerken bir de öpülmek uykusunun bölünmesiyle yaşadığı gerginliğin tepesine tüy dikmek oluyordu.

"Zorunda olduğum için hazırlamadım. Kahvaltı etmeyi çok severim. Gerçi öğle ve akşam yemeklerini de en az kahvaltı kadar severim. Üstelik dünden beri Duygu Beder kıvamında ellerim. Ekmekleri yakmadan pişirebildim, sucukları kurutmadım, elimi kesmeden çeşit çeşit peyniri dilimledim. Sihirli bir değnek değmiş gibi bana. Aynılarını Cihan için de yapmak için sabırsızlanıyorum."

Dalga mı geçiyorsun sen benimle? Yine mi yemek yapmayı bilmediğinden dem vuracaksın?

"Dün yaptığın fırında tavuk da gayet lezzetliydi. Bana yalan söylediğini bile düşündüm."

"Ne yalanı?"

"Yaptığım yemekleri Cihan'dan başkası yerse ölür gibi bir şeyler gevelemiştin ilk tanıştığımızda.

"Gevelemedim. Yalan da değildi. Diyorum ya, dünden beri gelişen bir yetenek sergiliyorum. Biberiye, zerdeçal etkisi bu."

Biberiye, zerdeçal?

Duygu bekar bir erkeğin evinde, adını görüntülerinden çıkarabildiği çeşitlilikte aktar malzemesi bulunacağını hiç tahmin etmezdi. Marketten tavuğu alıp geldiğinde Burak'ın tabiriyle zavallı kanatlının başına pişmekten başka sadece tuz ve karabiber geleceğini içten içe biliyordu. Diğer baharatlar önceden kullanmadığı, bundan sonra kullanmadan edemeyecekleriydi.

"Hülya güzel yemek yapıyor olmalı. Çoğu baharatla telefonun fotoğraftan tanıma özelliğiyle sayesinde tanıştım. Tanıştığıma çok memnun oldum tabii."

Hülya ne alaka? Hülya çiğ tavuğa dokunduğu an bayılır ki, aynı ortamda bulunmayı tercih etmez. Vejetaryen çünkü.

"Baharatları ben kullanıyorum. Hülya geldiğinde yemek yapmaz pek. Ben yaparım onun için."

"Yemek yapabilen bir kadına her zaman hayran olmuşumdur. Yemek yapabilen bir erkek ise, hayranlık sınırlarımı aşıyor. Şanslısın; ama ben de gümbür gümbür geliyorum. Tavuğumu sen bile beğendiğine göre, mükemmelim."

Burak bir yandan kahvaltısını ederken bir yandan kadının sözlerine gülmeye başladı. Dün gece kesinlikle acemice yaptığı ilk yemeği yediğini düşünmezdi. Ya gerçekten açtı ya da yemek gerçekten güzeldi.

"Sen bu akşam da yap bakalım, yine yenilebilir olursa övmeye başlarsın kendini. Belki de dün akşam çok açtım, onu  etkisiyle bana leziz geldi."

Ellerini çırparak konuştuğunda hocasından geçer not almak için tüm marifetlerini sergileyecek olan hevesli bir öğrenci gördü karşısında. Burak yaptığı bir yemeğe daha onay verdiğinde dünyaca ünlü bir aşçı olmak için sertifika alacaktı sanki. 

"Olur, ne yapsam acaba? Sen seç. Gerçi Hünkar beğendi denemek istemişimdir hep. Çok seviyorum onu."

Hünkar mı beğendi? Ben beğenirim, bırak hünkarları falan.

"Biraz zahmetli o. Daha basit bir şeyler dene bence."

Dün akşam yediklerini Burak kursağına dizmemiş gibi, tekrar yemek yapma ve ona beğendirme aşkıyla dolup taşmasını izlerken buldu Burak kendisini. Bir de seçim meselesi vardı ki, Burak seçmeden daha her şeyin çok güzel olacağından emindi.

"Mesela, Çerkez tavuğu falan mı denesem? Tavuk yeni yaptım, olmaz. Haftalık dengeli bir menü oluşturmak lazım."

Güya ona soruyordu; ama üstüne alınmadı Burak. Duygu kendi kendine sorup cevaplarken Burak'ın ona müdahale etmek aklından bile geçmedi. Mimiklerini kullanarak yapacağı yemeğe karar vermeye çalışırken kahvaltı etmeyi ara yerde nasıl başarıyordu, takip etmek zordu. Biraz daha dinlerse işe geç kalacaktı. Akşam yemek kokan bir eve geldiğinde ne pişirdiğini çözmek daha eğlenceli olurdu.

"Ben çıkıyorum. Bir planın var mı bugün için?"

"Cihan'a giderim. Oradan yapacağım yemeğin alış verişini yapar gelirim. Bir de Burak..."

Cihan isminin çok fazla geçtiğini idrak eden beynini susturdu yine Burak. Gece uykusunda beş dakikacı Cihan, yenmez yemekleri yiyip sağ kalan Cihan, günlük planın vazgeçilmez parçası Cihan... İş bulup çalışıp ekonomiye can vermeyi düşünmez miydi Duygu acaba?

"Efendim?"

"Kullandığım banyodaki şampuan bitti. Zaten kullandığım bir marka değildi, bitmesini bekledim. Bazı kremler de almam lazım."

"E, al. Bana niye söylüyorsun? Her gün para bırakıyorum eve. Yetmeyecek gibiyse bir dakika, şunu da al. Şifresi 1923. Bu yedek kartım gold. Platin için beklemen gerek. İdare edebilir misin?"

Bir yüz lira ateşlesen yeterdi aslında. Ne platini? Kartın saç boyası mı olurmuş?

Hayır, bir de idare edip edemeyeceği merak konusuydu. Nasıl idare etsindi şimdi? Gold mu? Hıh! Platinden aşağısı olmazdı yani. Tövbe tövbe. Onu sınıyordu galiba. Açgözlülük testinden henüz geçemediyse demek... Yedek kartı gold olan adamın kendi kart limiti merkez bankasının tahvil hacmi kadar olsa gerekti. 

"Teşekkür ederim."

"Her türlü ihtiyacını karşılayacağımı söylemiştim Duygu. İstediğin bir şey olduğunda maddi olarak düşünmene gerek yok. Lütuf gibi görme. Ne istersen al. Volvo'ya araç tanıma sistemi tanımladım bu arada. Benzin alırken sadece dur, doldursunlar. Herhangi bir şey ödemeyeceksin. Şirket arabası, her türlü faturası bana gelecek."

"Tamam."

"Kartı hazır vermişken Eylem'i de ara. Beraber bir elbise seçin. Tamamen ona bırakma. Geçen seferki kırmızı elbise faciasına dönmesin olay."

"Ne için gerekli elbise? Yukarısı daha etiketiyle duran sürüsüne bereket kıyafetle dolu."

"Haftasonu Oto Galericiler Derneği'nin bir yemeği var. Benimle geleceksin."

Of! Öyle bir dernek varmış ve yemek mi veriyormuş?

Sessiz kalarak hayır dememeyi başaran kadına güldü Burak evden çıkar çıkmaz. Hırsız olmasa arkadaş gibi takılabilirlerdi aslında. Espriliydi. Eğlenceliydi. Kısmen. Laf sokmadığında... Çoğunlukla eğlenceli olmadığı anlamına gelmiyor muydu bu? Neden çoğunlukla eğleniyordu peki? İşe geçtiğinde yoğunluktan eğlenmenin kelime anlamını unutan Burak, onu tekrar aradığında ve yanına gittiğinde şaşkınlıktan küçük dilini yutacağı ana kadar kadını düşünecek vakti bulamadı.

Duygu Cihan'a geçtiğinde onu kucaklayan adamın sıcaklığında kaldı bir süre. Dün gece üşüdüğünden, üzerini örtmeden odasına çıkıp mışıl mışıl uyuyan ve insanlıktan nasibini almamış adamdan bahsetmeyecekti ona. Cihan olsa kendisi yorgan olurdu kendi üzerine.

"Ben dün yemek yaptım biliyor musun? Üstelik Burak da beğendi."

"Hadi canım! Ne yaptın?"

"Fırında tavuk." 

"Hem de... Vay canına. Tebrikler küçüğüm."

"Bu akşam için de Burak'tan fikir istedim; ama oralı olmadı. Seçmek istemiyor çoğu şeyi. Neyse ki, benim aklımda harika bir yemek belirdi. Neden yemek yapma konusunda yeteneksizmişim gibi göründüğümü de anladım. Baharatlar eksikmiş."

Hayır küçüğüm, hayat telaşın yok şimdi. Fizyolojik ihtiyaçların tamamen karşılanmış durumda ve sen bunları sağlamak için harcayacağın zamanı ışığını kullanmak için değerlendiriyorsun.

"Öyle mi? Ne lazımsa alayım ben. Belki burada da yapmak istersin."

Duygu Cihan'ın serzenişini görmeyi bekledi gözlerinde. Alakası yoktu. Mutluydu onun adına. Duygu neşeli olduğu sürece Cihan her türlü geri durmaya aldırış etmezdi. Duygu da gelmiş kocasına elleriyle yaptığı yemeği anlatıyordu. Canı yandı kadının. Birine bu denli değer verilmemeliydi. İnsanın en yakın gördüğünden tekme yemesi kaçınılmaz oluyordu sonra. Duygu Cihan'a tekme atacak falan değildi tabii; ama sanki annesinin evine gelmiş de, evliliğinde hiçbir sorun olmadığını, alıştığını, Burak'ın her an sürprizler yaparak evliliklerini taze tutmaya çabaladığını anlatıyordu. Utandı.

"İsterim tabii. Hatta orada yapmama gerek yok. Burak kendisi yemek yapabiliyormuş zaten. Akşam yapacağım mantarlı et soteyi de pek ala kotarabilir. Bana Hünkar beğendi yapamayacağımı söylemekle olmuyor o işler. Yapsın da görelim. Ben yiyeyim biraz da."

Yeni evli tribi mi bunlar küçüğüm?

Cihan sabaha karşı aldığı haberi ve akabinde verdiği kararı yüzü düşen kadına nasıl vereceğini düşünürken yumuşatmaya çalıştı. Bir süre buralarda olamayacaktı ve Duygu bununla baş etmek zorundaydı.

"Yeteneğini sırf evde Burak var diye ziyan etme bence. İçinden ne geçiyorsa, nasıl istiyorsan öyle davran. Çok uzun zamandır hak ediyorsun bunu. Hem?"

Cihan geldiğinden beri onu dinlemiş, Burak'tan yana yakıla şikayet ettiği halde gülümsemiş, ona giden mesafeyi mümkün olsa kendi elleriyle kapatacakmış gibi hissettirmişti.

"Hem ne? Cihan sende bir şey var."

"Var küçüğüm. Canan."

Canan mı? Yıllar sonra mı?

"Kötü bir şey yok, değil mi? Buldun mu?"

Bulmamıştı. Haber gelmişti sadece. Peşine düşmeye değecek bir haberdi bu. Garantisini veren adam içeridendi. Yıllardır beklediği kavuşma anına çok az kalmıştı. 

"Kavuşacağız yakında; ama bir süreliğine gitmem gerek. Avusturya'da olmalıyım."

"Ben de gelemez miyim seninle? Orada bir okul ayarlayıp şimdiden başlarım. Burak itiraz da edemez Ekrem dedeme söylersem. Yüksek lisans için nasıl heveslendiğimi iyi biliyor. Vizeler çıkmış mı, bakabildin mi?"

Cihan bunu beklemiyordu. İtiraz eder, onu bıraktığı için küser, gitmemesi için ikna etmeye çalışır diye bu konuyu gündeme getirmeyi ders gibi çalışmıştı saatlerce. Onunla gelmek istemesi yoktu hesapta. 

"Duygu bilmediğim bir yerde tek başına olmak başka, seni oraya, ne çıkacağını kestiremediğim kaosa sürüklemek başka. Sen bir süre oynamaya devam etmelisin."

Anlıyordu aslında. Pat diye adamın peşinde kuyruk gibi ne işi vardı? Kardeşinin izini mi sürecekti, onunla mı uğraşacaktı? İçindeki yenilmişlik hissinin üstünü bir kazabilse yüzüne Cihan için mutlu olduğunu belirten ifadeyi takınacaktı; ama gel gör ki çok derinlere ne ara inmişti namussuz? Cihan olmadan günler, geceler nasıl geçerdi?

"Ne zaman gidiyorsun?"

"Sabaha karşı."

Sabah karşı mı? Çok erken... ya da yirmi beş yıldır kardeşinden ayrı olan biri için çok geç...

"Her şey yolunda gider umarım."

"Gidecek. Gitmemesi için bir sebep göremiyorum küçüğüm. Ailemden birine kavuşacağım."

Güldü Duygu ona. Yüzüne biraz daha bakarsa ağlayacağının farkındalığı kahretsin ki aynı ana denk geldi. Bir iki adım atıp göz pınarlarına doluşan gözyaşlarını görmesin diye adamın belinden sarıldı. Onun bir ailesi vardı. Duygu hiçbir zaman o ailenin bir ferdi olmamıştı. Olmaya çalıştığının, olmak istediğinin o girdap gibi dönen hissiyle midesi buruldu. Burak'la evlilik olana dek, ne dünya evine girmek vardı aklında ne Cihan'ın bir gün kardeşinden haber alacağı umudu. İkisi birden çok kısa süre içinde, bohçacı kadın çıkısı gibi gelişigüzel saçılmıştı hayatının ortasına. Gözünü sıkabildiği kadar sıkmazsa, tutamayacağından emin olduğu ne var ne yoksa boşalacaktı kaynaklarından.

"Sen üzüldün mü?"

"Gurbetçi bir aile tarafından evlat edinildiğini düşünmemiştim. Almış gitmişler demek. Ne kadar kalırsın?"

"Birkaç ay."

Birkaç ay. Bir kesin de, kaç kaça tekabül ediyor acaba? En az otuz gün. Fazlası zaten var.

"Birkaç gün mü diyecektin?"

"Hayır küçüğüm. Doğru duydun. Avrupa sistemi farklı. Kocaman bir kadın şimdi Canan ve kendimi ona hatırlatmak için zamana ihtiyacım var."

Anlıyor olması anlamak istemesini sağlamıyordu. Kararına saygı duyması ise bu kararı sevmesine yardımcı olmuyordu. Her zaman empati yapan tarafta olmaktan bir gün yorulacağını ölse hatırına getirmezdi. Hele ki, söz konusu Cihan olduğunda korunan, kollanan daima kendisi olmuştu. Dün geceden beri ne çok üşüyordu. Cihan'ın sıcak kolları meğer sıcaklık vermeye zaman zaman ara verebiliyormuş, öğrenmiş oldu. O soğukluk tigrel sokak lambasının altına taşıdı bedenini. Anıları hortluyordu. Hayalet olmaktan sıkılmışlardı.

"Ölmüş gibi baksana. Bırak gidelim. Başımız belaya girer aynasızlarla, elimizdekilerle yakalanırsak."

O an sadece iki sıcak parmak değmişti boynuna. O iki parmakla bile bedenine yayıldığını hissettiği can, kan gelmişti kaçıp gittikleri yerden. Kaç kişinin yanından geçip giderken konuşmalarını yine böyle duymuş, dinlemişti; ama hiçbiri Cihan gibi ona yaşam bahşetmemişti.

"Nefes alıyor, bekle bir dakika."

"Oğlum sikeceğim belanı, hadisene. Götüm dondu. Avantacı bekliyor."

Duygu'nun kalbi donmuştu. Üstelik üç gece soğukta kaldığı için değildi, onu evden kovanın evden kovma sebebi buz etmişti yumruk kadar organını.
Bir götün lafını eden adam komik geldi ona bu yüzden. Gülmek istedi, gülemedi. Ağlanacak haline gülenlerden olamamıştı hiç. Duygu'nun kalbi donmuştu.

"Beni duyabiliyor musun? Burada kalamazsın. Gel benimle. Küçük kız, gözlerini aç hadi. Beni duyduğuna dair bir belirti göster. Lütfen. Fazla vaktim yok."

"Az vaktin var yani? Ne bok yersen ye. Kız gözünü açsa nereye götüreceksin onu. Yeni aldığın havuzlu, bahçeli villana mı?"

"Kapa çeneni Nedim. Bana bak hadi. Çok soğuk, çok karanlık burası. Çok üşümüşsün. Kucağıma alamam seni, elimi tutman lazım. Gözlerini bir açsan göreceksin. Buradan daha sıcak bir yere götüreceğim seni."

"Tabi tabi, on adamın içinde çok güzel ısınır. Yanımıza tanımadığımız, bir iki adım sonra ölecek birini ne diye almak istiyorsun?"

"Sana kapa çeneni dedim. Yapman gereken şey basit. Sus. Konuşma. Bir şey yap desem yapmazsın, yapma diyorum işte. Çeneni kapa."

Bir daha duymadı diğerinin sesini. Gözlerini açtığında ayakta dikilen Nedim denen adamın yakasına yapışmış adamı sırtından görmüştü. Ona döndüğünde yüzü aydınlandı.

"İşte böyle küçüğüm, aferin. Şimdi tut elimi."

On tane adamın arasında ısınmak tabirini çözümlemek istemeyeceği kadar üşüyordu. İstese de tüm vücut hücreleriyle birlikte beyin hücreleri de donmuştu büyük ihtimalle, hesap yapamayacak kadar buzla kaplıydı. Uzattı elini. İyi ki... Tuttu o eli. İyi ki...

Şimdi ondan birkaç ay ayrılacak olan adamdan son iki haftayı saymazsa bir iki saat bile uzaklaşmamıştı Duygu doğru dürüst. Fedakarlık sırası bir kez daha ona gelmişti. Hırsızlık yapmaya başlama kararında kısmen Cihan'ın etkisi olduğuna, hırsızlık yapmanın onun dövüşlere gitmesinden daha vahim olamayacağına ikna etmişti yıllar önce kendini.

"Bu gece burada kalamayacağım, ama. Hem kalsam da hastayım hala. Cihan, döneceksin değil mi?"

Ona yine bedeniyle teşekkür etmek isteyen, evli olduğu için bunu kendine yakıştıramayan küçük bir kadındı o. Regl olduğu için deliler gibi mutluydu, ama Cihan'a veremedikleri için hayal kırıklığı yaşıyordu. Kader onlara ne getirir, onlardan ne götürür, getirdiği götürdüklerinden ne derece iyi olur bilemezdi kimse. Bir yol ayrımına gelindiğinde, seçilen yola göre, yanında olandan da ayrılık söz konusu olabiliyordu. Cihan'ın yol ayrımında şimdilik mesafe olacaktı. Süresini kaderin yerine, iyi halin, nefsi müdaafanın, yasal boşluk ya da doluluğun belirleyeceği ayrılık... Yasaların ondan çaldığı kardeşliğini, çocukluğunu Cihan geri alabilecek miydi, sabah beri bunu düşünüyordu. Başka zaman olsa, Burak olmasa mesela, bırakıp gidemezdi. Burak ister istemez onu korurdu.

"Döneceğim. Döndüğümde sana yine böyle bakacağım. Hayranlıkla..."

"Tamam."

Duygu eve geçerken alış veriş yaptı. Eylem'i aramak gibi bir deliliği ise sonraya erteledi. Sevgilisi yurt dışına giden kızlar, üç milyonluk arabaların yemeğine gitmek için elbise seçmezdi. Üstelik, Cihan hava limanına gelmesini dikkat çekmemesi için istememişken. Hikmet ve adamlarına laf anlatmak tüm akşamını alacaktı büyük ihtimalle. İçeceklerin yanına geldiğinde alkolsüz bir şeylerin yeterli gelmeyeceği açıktı. Cihan gidiyordu. Amacı ne kadar kutsal olursa olsun, Duygu için bu ineğe tapınmak kadar kutsaldı. Anlamsız, değersiz, çöp... Onun yeni başlangıçlar yapması, kanından bir parçasını bulmasını elbette isterdi, ama geride bırakılmak koymuştu.

Eve geçtiğinde kendinde yemek yapacak hüneri bulsa da enerjiyi bulamadı. Saat zaten akşamın altısı olmuştu. Burak sekiz gibi gelse iki saatte yetişmezdi yapacağı yemek. Odasına geçip aldığı şarabı açtı ve cam kenarında, geçecek her uçağa dikti gözlerini. Daha önce uçağa hiç binmemişti. Yurt dışına çıkmamıştı. Şehir dışına da çıkmamıştı gerçi. Bir elinde şişe bir elinde kadeh, ne kadar süre dikildiğini bilmeden, onu izleyen gözlerden habersiz sadece dikildi cam güzeli gibi.

Burak'a akşam olup bilmezken saat sekizi edemedi. Yedide çıktı işten. Duygu tüm gün aramamıştı, yemek yaparken yardım etme fırsatı varsa bunu değerlendirecekti. Arabasından indiği gibi seslendi ona, ama boş bir mutfak görmeyi umduğu son şeydi. Açık oda kapısına doğru ilerledi. Tam yine seslenecekken sadece bir üstle, altında sadece bir iç çamaşırı, alkol alan kadına bakakaldı. 

Yutkundu. Yüzünü göremiyordu kabarık saçlarından, ancak gündüz vakti yarısından çoğu boşalmış şişe ruh halinin hiç de iyi olmadığını kanıtlıyordu. Ne güzel birlikte belki yemek yapıp, sonra afiyetle yiyecekler, devamında gündüz onları çaya çağıran Eylem ve Teoman'a gideceklerdi. Çay içeceklerdi birlikte, tek başına şarap içen Duygu çocuk gibi kızdırdı onu. Oyuna çağrılmuş, ama başka bir arkadaş için göz ardı edilmiş hissetti. Hülya dün gece için özür dilemek için aradığında işi olduğunu söyleyip onu sırf bu gecenin devamı için oyalamıştı üstelik.

Çalan telefonla birlikte ikisi de yerinden sıçradı. Burak içi dışı bir küfür ederken meşgule aldı telefonu. Eylem'e dönerdi sonra. Duygu ise, bedeninin görünen kısımları için endişelendi. Pencere önünde yarı çıplak, konu komşu görmesinden ziyade kendi evinin içindeki sahte kocası tarafından dikizleniyordu. Hemen bir şey geçirdi altına.

"Sapık mısın sen? Ne diye izliyordun beni?"

"Seni izlemek mi? Alkol beynini uyuşturmuş galiba. Yeni geldim. Seslendim, duymadın."

"Sen de odasına dalayım, belki çıplak yakalarım mı dedin?"

"Kapın açıktı Duygu, senin çırpı bacaklarına meraklı olduğumu düşünmeni de elindeki pahalı şaraba veriyorum."

Duygu hırsla çıktı odadan. Başı dönüyordu. Bu kadar içtiğini fark etmemişti. Veda bile edemediği Cihan'ın ardından hüzünlenmişti. Hüzünlenince Burak çekilmiyordu. Gerçi o hiç çekilmiyırdu. Mutfağa geçip yumurta çıkardı dolaptan. Açlıkla terbiye etmeyecekti hüznünü. Alkolle etmeyi denemiş, başarısız olmuştu.

"Kabuklu yumurta mı var menüde? Sabah padişahlar beğeniyordu her yemeğini. Ne değişti?"

"Ben senin hizmetçin değilim. Açsan kendin yap yemeğini. Benden önce nasıl doyuruyordun karnını?"

Duygu'nun bu çıkışını, Cihan'a yormazsa hatırı kalırdı diğer tahminlerinin. Kavga mı etmişlerdi acaba? Duygu'yu onunla kavga ederken hayal edemiyordu. Gözünün önüne gelen her yeni kavga sahnesi kadının onun kucağına atlamasıyla bitiyordu. O bacaklarla mı atlıyordu yani? Hayal gücüne yer bırakmadığı için Duygu'ya bilendi. O da sandviç için malzeme çıkarmaya başladı. Bir saat içinde sofra donatırdı; ama ne heves ne iştah bırakmıştı kadın onda.

"Hayaller şatobiryan gerçekler kruvasan. Ne bekliyordum ki zaten?"

"Ne dedin sen?"

"İşine bak kıvırcık. Öfkenin sebebi ben değilim ve benimkinin sebebi olmak istemezsin."

"Ne olur bana öfkelenirsen? Ha, döver misin beni?"

"Döverim, rahatladın mı?"

"Bok döversin. Cihan gebert..."

Cihan gidiyordu. Gebertemezdi Burak'ı yarından itibaren. Önüne döndü kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırıp. Bir süre yapabileceği şeylerden bahsetmesi yararına olurdu. Hatta Cihan'ın yurt dışına çıktığını bile söylemeyecekti.

"Niye tamamlamadın cümleni? Cihan beni gebertemez mi artık?"

Suyunu bile çıkartır, ukala kornişon. Ama sılaya döndüğü zaman.

"Konuşsana hadi, bir şey olmuş."

Sakin adımlarla onun üzerine yürümeye başladığını yan gözle baktığında fark etti Duygu. Elinde yumurta yerine bıçak olması geri basması için daha işlevsel kalabilirdi. Kullanmasa da kullanılacağının korkulu beklentisi Burak'a yeterdi.

"Rahat bırak beni. Huzurla kabuklu yumurtamı yemek istiyorum."

Allah kahretsin ki, kabuk düşmüştü içine.

"Beceriksiz. Yeteneksiz. Marifetsiz. Bildiğin en iyi şey kedi beslemek. Sevgilini de mi kaçırdın etrafından?"

Duygu elindeki son yumurtayı attı onun üstüne. Neye uğradığını şaşıran Burak çekinmeden ona dik dik bakan sinirli kadının ellerini arkasında birleştirdi ve duvarla arasına aldı.

"Ben seni gebertirim kızım. Ayağını denk al."

"Yüzünden yumurta beyazı akan birine göre çok korkutucusun cidden. Titrettin bacaklarımı doğrusu."

Yine mi bacaklar? Benim bacak arama ne oluyor peki?

Anında bıraktı onu. Arkasını dönüp banyosuna yollandı. Bu öfkeli halin ereksiyon getirmesi kadar saçma bir şey varsa eğer, Duygu'ya karşı olmasıydı. Evde duramazdı. Hülya'yı sabaha kadar becerebilirdi. İçinden gelmesi yeterdi. Gelmiyordu, kahretsin. Dedesine gitmeye karar verdi. Öncesinde tıraş olursa dedesinin laf sokmalarından yırtardı. Duygu için de bir bahane bulurdu. Onunla gitmeyecekti. Hülya'ya gittiğini bilmesi işine gelirdi. Dönüp haber verdi.

"Üstümü başımı temizleyip, tıraş olup dışarı çıkacağım. Bekleme beni bu gece."

Duygu ocağın altını kapattığı gibi duyduğu sesle yerinde kaldı. Tüm gece mi beklemeyecekti? Cihan'a gidemezdi. Uyuyamazdı da. Ekrem dedeye mi gitseydi. Başka çaresi yoktu. Yemeğini yer yemez biraz sakinleştiğinde Burak'a hak etmediği gibi davrandığını fark etti. Onun bir suçu yoktu ki. Tamam odasına izinsiz girmişti, ama kapısı açıktı. Dalmıştı demek ki, duymamıştı seslendiğini. Bir saat geçtiğinde bir müzik açtı. Burak inmemişti. Müzik dinledikçe sakinleşti. Kanepede gözlerini kapatıp piyano sesinin tüm damarlarında akmasına izin verdi. Tüm bedeni siyah ve beyaz tuşlardan oluşuyordu sanki ve Çaykovski onu çalıyordu şu anda. Kedileri yanında, gözleri kapalı daha ne isterdi.

Belki bir piyano... Anında açıldı gözleri. Burak ona piyano alırdı kesin. Alırdı, alırdı. Bok gibi parası vardı. Porsche vermişti ona.

"Burak?"

Banyoda tıraş olacağını söylediği adamın içeri gelmesini iki saattir beklemiş, gelmeyince kendisi onun yanına gitmişti. İşini bitirmiş, yatak odasında kitap okuyordu Burak. Dedesine gitmekten vazgeçmişti. Hem Duygu yok diye yüzü asılırdı hem de gece gelmeyecek olmak ne demekti? Bu korkuyu yaşatmaya hakkı yoktu ona. Dün gece aklındaydı hala. Sesi duyunca başını kaldırmadan konuştu.

"Söyle."

"Hani demiştin ya, istediğin bir şey olursa maddi olarak düşünmene gerek yok, alabilirsin diye..."

Şimdi kaldırdı başını. Dinlendirici gözlüğünü çıkardı. Kadının ondan maddi kelimesini eklediği cümleyle ne isteyeceğini aşırı merak etmişti.

"Ee?"

"Piyano alabilir miyiz?"

"Piyano mu?"

Başını salladı Duygu. Hep bir piyanosu olsun istemişti. Teknik olarak onun olmayacaktı elbette. Sadece anlaşmalı evlilik bitinceye kadar vekil sahiplik yapabilirdi. 

"Ne yapacaksın piyanoyu? Beni işe yollayınca sevgilin gelip evi mi soyacak?"

Yüzüne yerleştirdiği hevesli gülüşü silindi anında genç kadının. Ne isterse istesin konu hırsızlığa geliyordu böyle. Bu kez Cihan hedefi olmuştu. Eve gelen piyanoyu Duygu'nun çalmış olmayacağını düşünmüş olmalıydı.

"Unut gitsin. Affedersin."

"Unuttum bile. İyi geceler. Kapıyı kapat çıkarken."

Duygu bok kapatırdı kapıyı. Az yiyip kendine uşak tutabilirdi. Kapatmadan ilerledi kendi odasına. Beyaz bayrak sallamıştı ona, yumuşacık konuşmuştu ve aldığı karşılığa baksındı. Her geçen gün daha da mesafe oluyordu aralarında. Hayır millerce mesafe hiç sorun değildi, konuşmadan, laf atmadan, kalp kırmadan yanından geçip gitse, görünmez olduğunu düşünebilirdi Duygu. Bununla ilgili bir sorunu da olmazdı. Burak inatla görüyordu onu, inatla hırsız diyordu. Sonra neden kapıyı kapatmadığını sorguladı. Adam kırk yılın biri bir şey emretmişti ona. Söylenene söylenene tekrar çıktı.

"Sağıra sözünü, köre yüzünü süsleme, gönül, yorulursun, demiş Mevlana. Ne güzel demiş. Hırsız olmak suçlu olmak demek ben de biliyorum. Suçluyum. Peki sen sordun mu neden diye. Merak ettin mi bir genç kız nasıl hırsız olur diye. Kapını mı kapatayım, al sana kapalı kapı."

Kolu tuttuğu gibi çarptı kapıyı. Öyle güçlü savurmuştu ki, kapı geri açıldı. Burak kitabı elinden bıraktığı gibi gürültüyle kapanmayan kapıdan fırladı. Merdivenin ortasında tuttu Duygu'nun kolunu. Kendine hızla çevirdiğinde yüzleri birbirine çok yakındı. Adrenalinden hızla şişip küçülen kadının göğsü Burak'a çarpıyordu. Öfkeden gözü dönmüş halinden Duygu bile korkmuşken adamın aklında içinden ona kadar saymak yerine neden bu kadını öpmek vardı?

Neden diye sormuştu işte.

Neden çaresizce öpmek istiyordu Duygu'yu.

"Neden?"

Bu neden sorusu ikisi için bambaşka anlamlar taşıyor, çok farklı soruyu altında gizliyordu. Verecek cevapları var mıydı?

5 yorum:

  1. Canım yazarcım yine süpersin

    YanıtlaSil
  2. Eee koşa koşa blog’a geldim bir cümlecik için miydi☹️☹️
    Olsun yine de harika bir bölümdü ��
    ba-yıl-dımmmm ������������⭐️⭐️⭐️⭐️⭐️

    YanıtlaSil
  3. Evet ya vicdansız mısın sayın yazar bir cümle için depar attık burda

    YanıtlaSil