9 Mayıs 2019 Perşembe

KALBİMİ GERİ VERİR MİSİN? 13. BÖLÜM

Burak Duygu'ya verdiği kozun farkına varmıştı varmasına da sola çarkı çok az farkla kaçırmıştı. Şimdi tek umudu, karşısında bir tek boyun kütürdetmesi eksik kalan Duygu'nun bu kozun çok farkında olmamasıydı. Çok pis saçmalamış, Hülya'nın bodoslama anlattığı kuralları(!) daraltacağı yerde, yerinde saymıştı. Dedesiyle tanışmasını öne çekmek, bir nevi hiç bilmediği başka yöne çarktı ve sıçıp sıvama işlemi de tam olduğuna göre karısını Cihan'ın evinden toplardı artık. Sittin sene Duygu'ya başka yerde kalamazsın diyemezdi, tren kaçmıştı.
Buna küfür mü dayanır? Yarın dedemle nasıl tanışsın bu kız? Başka bir şeyler uyduramadın, aptal Burak. Ne demişti Duygu? Küfürün küfür kuvveti Burak.
"Hadi Burak davetiye mi bekliyorsun? Gerçekten acıktım. Kursta kahve içip kuru pasta yemekten midem bulandı."
"Ha, tüm bunları yediğin halde çok açsın. Ne besliyorsun karnında?"
"Tüm bunlar, kahve ve kuru pasta anlamadın galiba. Yemek mi sanki?"
"Affedersiniz hanımefendi, benim hatam. Tamam ben ısmarlarım sana yemek. Dedemle ilgili bilgi vermem lazım."
Ne bilgisiydi şimdi bu? Kurs bitimine kadar, on gün beklemediğine göre bir sorun mu vardı acaba? Ekrem Zengin'in sağlık durumu ve fiziksel yeterliliği hakkında hiç soru sormadığını fark etti. Onun hakkında sormadıkları başka sormadıklarını getirdi aklına.
"Senin omzun nasıl oldu? Ağrın var mı? Kim değiştirdi pansumanı?"
"İyi omzum. Ben değiştirdim. Atla deve değil ya."
Gel gör ki, nasıl değiştirdin o kocaman ellerle? Mikrop kapsın yaran da gör. Gerçi kendin mikrop olduğun için zavallıcıklar kaçım kaçım kaçar senden.
Arabayı çalıştırdığında yakınlardaki lüks bir restoranın önünde durdu Burak. Dedesinin sahte gelin-damat avıyla ilgili soracağı sorular elinde yoktu. Hazırlıklı olmalıydılar. Dayılarının ve kuzenlerinin isimleri diye başlasa yengelerine gelemeden gece yarısına kadar bitmezdi anlatacakları. Özellikle göz mevzusu önemliydi. Bir gözü Burak'ta diğeri dedesinde olmamalıydı. Bukalemun olmadan bukalemun olacaktı Duygu. Bu ne demekse artık?
"Gerek yoktu yemeğe. Karnım her ne kadar zil çalıyor olsa da beni galeriye kadar bırakıverirken anlatırdın bir şeyler. Evde yerim Cihan'la."
"Bir şeyler olsa anlatırdım da çok şeyler var. Önden buyur."
Valeye anahtarı verdikten sonra boş masaya geçen Duygu'yu takip etti. Ne garsonun yer göstermesini bekliyordu ne sandalyesinin çekilmesini. Bu durumun iyi mi kötü mü olduğuna ilerleyen günlerde karar verecekti. Eylem kahvaltıda onunla ilgili sorular sorarken ailesiz olduğunu öğrenmişti Burak. Kardeşi bile yoktu. Öğrendiklerinin arasına Duygu'nun hoşlandığı birkaç şeyi serpiştirse fena olmazdı. Kısa sürede öğrendiklerini, dedesine gidene kadar konu tekrarı yapacak, yazarak çalışacak vakitleri de yoktu.
"Ne yemek istersin?"
"Cihan'ı aramam gerek benim. Sen seç benim yerime de. Etli bir şeyler olsun. Bakayım şu menüye bir. Ortaya salata söyle, içecek olarak sade maden suyu ve gulaş olsun bana. Sen seçemezsin şimdi."
Dedikten sonra kalktı masadan. Sen seç deyip her şeyi seçen kadını takip etti gözleriyle. Telefonu kulağına götürdüğünde uzaklaşmıştı gözden.
"Cihan, nasılsın?"
"İyiyim küçüğüm sen nasılsın? Saat beşe geliyor. Bitmedi mi kurs?"
"Bitti demin. Bazı değişiklikler yapmayı uygun gördü Burak Efendi. Kurs tamamen bitince dedesiyle tanışıp düğün günü falan belirlenecekti, ama yarın tanışmamı istiyor artık."
Konunun gidişatını, Duygu'nun ses tonundaki kararsızlığı kestiremeyen Cihan sessiz kalınca, Duygu devam etmek zorunda hissetti kendini. Erken gitmek sorun olmazdı. Kursta çatal bıçak kullanımını öğrenmekle Ekrem dedenin bağlantısını çözememişti zaten. Dedesi aristokrat İngiliz hanedanına bağlı dük müydü yani? Alt tarafı gidecek, örf ve adetlere uygun biçimde elini öpecek, yaşlı adamın gönlünü yapacaktı. Atla deve değildi ya. Burak fazla büyütüyordu ona kalırsa.
"Ekrem dede ile ilgili hiçbir şey bilmiyorum ya, haliyle bana anlatmak istiyor ve şimdi yemek yiyeceğiz, yemekte de strateji belirleyeceğiz kanımca."
Gülen adamın telefondan gelen neşeli sesine şaşırıp bir an ekrana baktı. Başkasını mı aramıştı ne? Kızmasını, en azından küfür etmesini beklemişti yapılan emrivakiye karşılık.
"Stratejini yerim senin Duygu. Burak dedesine oldukça değer veriyor, değil mi? Yaşlı adam üzülmesin diye açık vermemek adına bilgilendirecek seni. Sorun değil."
"Aynen, ama sen kızmadın mı?"
"Ben sana kızabilir miyim?"
"Bana değil ki, Burak'a kızmadın mı?"
Bana niye kızacaksın? Ben ne yaptım acıkmaktan başka?
"Hesaba gelen paradan niyetinin ciddi olduğu belli. Dedesi sahte olduğunu anlamamalı sonuçta."
"Ya, çok anlayışlısın Cihan. Tedirgin olarak aramıştım seni. Para hesaba geçmiş demek. Çok sevindim. Toplam ne kadar isteyeceğiz biz?"
"Ayaküstü konuşulmaz bu. Kaç saattir bir şey yemedin değil mi? Git karnını doyur. Miya'yı düşünme. Kucağımda uyuyor şu an."
"Çok ama çok ama çok teşekkürler. Seni seviyorum Cihan. Burak efendi çok gıcıklık yapmazsa fazla geç kalmam."
Telefonu kapatıp masaya döndüğünde yemeği gelmişti. Dediklerini sipariş veren Burak'ın yüzü asılmıştı. Duygu kalkınca istediği parayı anında havale geçmiş, sonra Hülya'yı aramıştı, kapalı bilgisini veren kadından başka ses duyulmamıştı telefondan.
"Çok lezzetli görünüyor, ekmek yok mu?"
"Ne konuştun Cihan'la?"
"Biraz geç kalacağımı söyledim."
"Haber verir misin hep böyle?"
"Veririm tabii, beni merak edip endişelensin, başıma bir şey geldi sanıp delirsin diye gizli saklı iş mi yapayım?"
"Eve iki saat geç gideceksin diye adam delirir mi?"
Duygu gözlerini büyüttü, elinde ete batırdığı çatal havada kalırken. Ne diyordu bu adam? Şaşkınlığına Burak anlam veremedi bu kez. Onun aklı, gündüz vakti telefonu kapalı olan kız arkadaşındaydı. Kısmen. Onun geçen gün villada yediği hurmalar bugün Burak'ın götünü tırmalıyordu.
"İki saat mi? Bunlar eve iki dakika geç gittiğimde olacak şeyler. Biz hep bir aradayız. İki saat nedir ya? Tam yüz yirmi dakika, yedi bin iki yüz saniye Cihan benden haber alamayacak, dur bakayım, şuradan da bakayım, sen baya baya ölüsün yani."
Duygu'nun cümlelerin ağırlığı, başını sağa sola yatırdığındaki şirin görüntüsüyle bile hafiflemedi. Gözlerini büyüten deminki şaşkınlığı ve şimdiki ciddiyeti durumun gerçekliğini sorgulatmadı Burak'a. Cihan tehlikeliydi. Nokta.
Duygu kaldığı yerden yemeye devam ederken doyduğunu hissetti Burak. Çok da güzeldi gelen yemeği; ama iştahla yiyen kadın iştahını kapatmıştı. Ekmek soruyordu bir de. Yedikten sonra kusuyor muydu ne? Dünyaları yiyordu.
...kalkık ve sıkı bir popo...
Aaaa, Eylem. Spor yapıyordur deli gibi, Nasıl tırmansın yoksa pencere tepelerine, ondan bu fit vücut. Aaa! Bana ne?
Girdiği transtan yine Duygu çıkardı onu. Kusuyor olamazdı ayrıca. Kahve ve kuru pastalar hala içindeydi, emin oldu Burak. Düşüncelerini tükenmek bilmez soruları bozdu.
"Hayır, anlamadığım Hülya ile iletişimi nasıl sağlıyorsunuz siz? O, sana haber vermez mi, mesela yabancı bir adamın yanında olsa? Allah için güzel kız. Bebek gibi cildi var. Erkeklerin büyük çoğunluğu dış güzelliği yeterli bulur gerçi, sen niye istisna olasın? Ben sevmedim; ama sen bana bakma. Güzel kadın, hakkını yiyemem şimdi."
Yeseydin onu da. Tövbe tövbe. Bu kadın beni küçümsedi mi, bana mı öyle geldi? Ben Hülya'yla sadece güzel olduğu için birlikte değilim.
Öyle bir huyu vardı ki, ortaya pat pat konuşuyordu. Cevap beklediği yoktu. Öğrendiği kurallarla yemeğini gayet güzel yerken çatal, bıçak, sofra adabı konusunda fark etmeden pratik yapıyordu gözünün önünde. Hülya'nın haber verme konusuna dönecek olursa, çoğu kez İstanbul'da arayıp İsveç'te bulduğu oluyordu onu. Büyük bir sorun haline getirecek kadar önemli gelmemişti.
Şimdiye kadar...
Nerede şimdi bu kadın? Telefonu da kapalı. Çekmiyordur hem, belki. Patavatsız kıvırcık.
"Bunu dedemin yanında yapma."
"Neyi?"
"Aklına ilk gelen şeyi söyleme, sorma."
"Kaçıncı geleni söyleyeyim? Aklınıza ilk gelen her zaman doğrudur derler. Ben çoktan seçmeli sınavlarda daima uygularım, başarılı yöntem bence."
"Duygu? Dedem senin çoktan seçmeli sınavın değil. Patavatsızlık yapmak yok onun yanında."
"Ne zaman patavatsızlık yaptım ki?"
Patavatsızlığın anlamını bilmiyor bu hıyar, kesin.
Yapmamış mıydı? Hülya ile ilgili soru sorarken yaptığı neydi? Basit bir merak mı? Kendisi sevgilisine haber verdi diye her ilişki aynı olmak zorundaymış gibi çıkarımda bulunması mı? Tüm bunlar ona yakıştırdığı sıfata koyar mıydı onu? Şimdi kendisi koyamadı.
Küfür Duygu sana. Ya da bana küfür.
"Soru sorma durmadan. Konuşmamayı dene. Dedem beş yıldır yalnız yaşıyor, anneannem rahmetli olduğundan beri. Kafasını şişirme adamın."
"Ay! Başın sağ olsun. Anneannenin varlığını hiç sorgulamamıştım. Yazık Ekrem dedeme. Kaç yaşında?"
Daha şimdi soru sorma demişti. Ama gerekli ve uygun sorulardı bunlar en azından. İşin içine Hülya girdiğinde gereksiz gergin oluyordu Burak. Sebebini anlamadı. Dün geceki soğuk konuşmanın etkisi miydi? Duygu yüzünden ona mesafe koyduğunu hissetmesi miydi? Yoksa onu kaybetme korkusu muydu?
Her ne olursa olsun, girdiği bir yol, kaçırdığı birkaç sola çark vardı ve yarın, dedesine Ekrem dedem diyen kadın onunla tanışacaktı.
"Yetmiş dokuz yaşında. Yanında bir hemşiresi var yatılı. Diyalize girdiği ve olası bir durumda acil müdahale için annem ayarlamıştı."
"Öyle mi? Hemo diyaliz mi periton diyalizi mi?"
Çeşitleri mi vardı diyalizin? Annesi güvenilir bir hemşire bulunca Burak dedesinin sağlıklı ve dinç görüntüsü de üstüne eklenince araştırma yapma gereği duymamıştı. Ne fark vardı ki, aralarında?
"Kaç yıldır giriyor diyalize? Farklarını bilmiyorsun daha. Yani devamlı evde mi, yoksa bir diyaliz merkezinde mi giriyor?"
Ve sen bunları nereden biliyorsun? Günlük azarını işittiğine ve onun bunu nereden bildiğine akıl sır erdiremediğine göre soruya yanıt verebilirdi. İkinci sorunun cevabını biliyordu. Kendi çevresinde diyalize giren birileri olabilirdi belki.
"Bir merkeze gidiyor. Haftada üç gün dört beş saat kalıyor orada. Müsait olduğumda bazen ben götürüyorum. Hangi çeşidi bu? Hemo olan mı?"
Başını salladı Duygu. Tanışmak için can atıyordu adamla. Keşke bugün deseydi Burak. Burak acaba o dört, beş saatte yanında kalıyor muydu, canı sıkılıyor muydu? Duygu biriyle diyalize gidecek olsa orada kalırdı onunla. Kitap okurdu ona, onunla konuşurdu. Geçen saatlerin nasıl geçtiğini anlamaması için uğraşırdı.
"Bilmem gereken başka ne var?"
"Beş dayım var. On altı kuzenim var. Bu kadar erkene çekeceğimi bilsem dün gece Ekrem Zengin ve zürriyetinin soy ağacını hazırlardım sana."
"Neden erkene çektin hiç anlamadım."
Anlama zaten. Kaşınıyorum ben hala. Bir de sen kaşıma.
Öyle iştahla yiyordu ki, yerken ağzını takip etmekten konuştukları için dudaklarını takip edemiyordu. Garsona el edince ve gelen garson devam edip etmediğini sorunca Duygu'nun hala bir şeylerden bahsettiğinin ayrımına varabildi.
"... bak bu mesela, beyaz şarap kadehi. Eğer bugün kursa gitmeseydim sadece bardakların içlerinde renklerini görünce ayırt edebilecektim şarapları Burak, düşünebiliyor musun? Tam bir facia. Ne iyi ettin de ayarladın bu kursu? Ben tatlı menüsünü alabilir miyim? Teşekkür ederim."
Tatlı mı? O kadar yemeğin üstüne?
"Bence bugün gidelim dedene. Tatlıdan sonra. Öne çekmen akıllıca ayrıca, gerçekten. On gün içinde beni bazı kurslara göndererek hanımefendi olmadığımı düşündüğün için değiştirmeye çalıştığın çok bariz belli olabilirdi. Ama şimdi gidersek spontane gelişmiş olur ve dedenin ilgisi sahte olmasından başka yöne kayar. Cık; ama olmaz. Diyalize girdiğini yeni öğrendiğim için kendi ellerimle ona nişastalı elma topları yapardım. Of! Güzel olmayabilirdi gerçi. Gidelim gidelim. Tatlı gelsin, yiyeyim gidelim."
Duygu hem yazıp hem oynuyor, arada da mütemadiyen bir şeyler yiyor muydu yoksa Burak'a mı öyle geliyordu. Değiştirmek istediği kuralları bir milimetre esnetememişti bile; ama Duygu'nun karşısında kendisini pelte gibi hissediyordu. Laçkalaşmıştı yaşamsal tüm parçaları. Yarın gitme fikrinden gocunmamış üstüne az sonrayı teklif etmişti. Kararsızlık çok kötüydü. Halbuki o villada, kanlar içinde, Duygu'ya evlenme teklifi ederken çok kararlıydı. O adam nerelerdeydi?
"Daha dayılarımın isimlerini bile bilmiyorsun?"
"Söyle şimdi, öğrenirim ben. Hem biz evlenmek isteyen iki sevgili değil miyiz? Dayılarını konuşmak zorunda mıyız birlikteyken?"
Değiliz. Senin kendi belindeki Venüs gamzelerinden haberin var mı mesela? Ben bunu acayip merak ediyorum. Soramayacak olmak, ayrıca delirtiyor beni.
Tatlısını da tatlı çatalı ve tatlı bıçağıyla kusursuz yiyen kadına güvenebilir miydi? Onu dedesinin karşısında rezil etse en kötü ne olurdu? Diğerlerinin sahte olduğunu anlamıştı ve kendisinin yapmayacağının garantisini vermişti bir nevi. Rezil olamaz, yaşlı adama hayal kırıklığı yaşatamazdı. Sonra yanında Hülya ile hayatta mutlu olamazdı adamı perişan edip.
Şimdi gitseler doğal, daha haklı tabir edecek olursa hiç yontulmamış hallerinden hoşlanabilirdi dedesi. Tek sorun, kesinlik, doğruluk gerektiren cevaplardı. Onun yaşını bile bilmiyordu Duygu. O da Duygu'nunkini bilmiyordu. Doğum günü ne zamandı?
"Hu hu! Gözlerinle konuştuğunda bir yere kadar anlayabiliyorum. Kelimeleri kullan artık. Ne diyorsun? Yarın gideceksek eğer bir an önce anlatmaya başla. Yemekle bir saat geçti zaten. Eve gitmek istiyorum. Şimdi gideceksek ben terazi burcuyum, deden sever beni. Valla bak."
Terazi mi? Dedem terazi mi seviyormuş?
"Ben de boğa burcuyum. Ne işe yarayacak bu bilgi hiçbir fikrim yok; ama haklısın. Gidelim şimdi, ne olacaksa olsun. Dedeme haber vereyim."
"Ben de Cihan'a."
Hay ben Cihan'a da... küfür diyeyim. Ne olur ne olmaz.
Hesap ödenip yola koyulduklarında eli boş gitmek istememişti Duygu. Burak daha dün akşam aldığı kurabiyelerin yenme sıklığının sorun teşkil edip etmeyeceğinden emin olamasa da Duygu onu bir şey olmayacağına ikna etmişti. Kucağında kurabiye kutusu güneşlikteki aynada elleriyle saçlarını düzeltirken bir yandan da üstüne başına sövüyordu.
"Ne biçim elbise bu ya? Bağrım açık. Eylem'le denerken açık değildi bu kadar. Ekrem dedeme giderken açılmış sanki. Tövbe, ne biçim elbise. Giymem bir daha bunu. Hiç ısrar etme."
"Hiç fark etmedim açıklığını."
Bıyık altı gülmelerinin belli olmamasını umdu. Diğerlerini görünce giymezdi işte ne güzel. Körün istediği makastı, Allah Duygu'ya cart diye yırttırmıştı elbiseleri. Kendisi neden yırtmamıştı ki?
"Fark etme zaten. Önüne bak sen."
"Fazla dik konuşuyorsun bana Duygu. Emir vermeye yeltenme sakın, pişman ederim."
Duygu sustu. Emir vererek konuşmayı o da sevmezdi. Göğüs kısmının hafif dekoltesinden rahatsız olmuştu sadece. Burak almış olsa kafasına kakardı; ama görmemişti bile alınanları. Hepsini Eylem onaylamıştı, Duygu omuz silkmişti. Alınmışlardı.
Dedesinin Tuzla'daki villasına göre daha mütevazi olan iki katlı villasının önüne geldiklerinde Burak aracı park etti. Duygu kapısının açılmasını beklemeden indi. Bahçedeki her bir çiçeği koklama isteğiyle doldu aynı anda. Güller rengarenk açmıştı ve kırmızılar çok davetkardı. Hemen oraya gitti. Avuç içlerine aldığı gülleri tek tek koklamaya başladı gözleri kapalı halde. Tam açtığında Burak dedesinin gözüne girmek için bir tane koparıp eline vermek üzereyken Duygu engelledi onu.
"Sakın koparma. Dalında çok güzeller."
Biraz daha bu ilgilenilmiş bahçeye bakınıp kapısı açılan eve yöneldi. Köşedeki kamelyada akşamları çay içip çekirdek çitlemelik bir zamanı olsa ne güzel olurdu. İçini çekerek baktı ve eve girdi. Burak geliyoruz diye aradıktan sonra salona inen ve camdan bakarak onları bekleyen Ekrem Zengin, Duygu'nun onu izlediğinden habersiz yaptıklarını 'hakkında' kısmına işlemeye başlamıştı bile. Girdikleri evin girişi en az diğeri kadar genişti. Sağda uzanan merdivenler yerine solda kalan koridora yönlendirdi Burak onu. Salon o taraftaydı. Yemekte lal olan Burak'ın burada çenesi düşmüştü adeta.
"Gözlerinle bakmakla yetin sadece. Gördüğün her şey antika, evet, ama yerlerinde kalmalarını tercih ederim. Yapabilecek misin?"
Duygu dönüp Burak'a baktı. Elini kendi beline atmış, sonu görünmeyen koridorda onu dedesiyle tanıştırmak için hızla yürütüyordu. Fırtına hızıyla giderlerse Duygu yanından geçtiği hiçbir şeye elini uzatamayacak diye düşünüyordu galiba.
Resmen hırsızlık yapma bu evde demişti. Bunu da sanki karşısında bir İngiliz, bir Alman, Bir Fransız varmış da, yüzüne gülerse onlara Türkçe küfür ettiğini anlamazlar gibi edayla gerçekleştirmişti.
"Ne diyorsun sen hıyar? Evi soymaya gelmedim buraya. Onun için gelmiş olsaydım beni fark etmezdin bile."
"Fark ettiğim için burada olduğunu ne çabuk unuttun? Dur bakayım, tam iki gün önceydi. Hafıza da nanay tıpkı karakter gibi."
Burak'ın elini kendi bedeninden çekip bir türlü gelemedikleri salon kapısına varamadan durdu Duygu.
"Bana hakaret etme hakkını kim verdi sana? Edebinle nişanlım olacaksan ol, yüzüğü attırma kafana."
Atamam gerçi, annen tasarladığı için. Eline veririm. Anladın sen.
Burak sessiz olmaya çalışarak güldü eli belinde maşalı kadına. Ağzından çıkanlarla, yapabilecekleri ancak bu kadar çelişebilirdi. İkisi de gayet iyi biliyordu ki, bir süre ayrılmaz ikili olacaklardı.
"Hadi atsana. Sevgilin özlemiştir sana parmaklık arkasından bakmayı."
Duygu derin nefes aldı. Cihan'dan şikayetçi olmaması karşılığında bu teklifi kabul ettiğine bin pişman olacakken Ya rabbi şükür diyecek hale getiriyordu bu dangoz onu. Devam etti yürümeye. Bu kez elini beklemedi beline atması için.
Faydası olmadı tabii. İki saniyelik gecikmenin ardından Burak'ın eli Duygu'nun belindeydi. Nihayet salon kapısına geldikleri zaman Burak fazladan bir adımla Duygu'nun önüne geçti. Kulağına eğildi.
"Aday Özcanlar veya asil Özcanlar, şu an hangisi olduğundan bağımsız olarak, ikisinden biri olduğun sürece pis ağzından dökülen kelimelere dikkat et. Bana bir daha hıyar dersen, senin dilini koparırım."
Burak haddinden fazla gerilmişti. Duygu'yu da gerdiğinin farkına ne zaman varır meçhuldü. Duygu'nun cevap vermesini beklemeden dönüp dişlerininin arasından ona tıslayan kendisi değilmiş gibi pür neşe girdi salona.
Duygu'nun her koşulda yüzünde tebessüm olması, mümkünse bunun özellikle dedesinin yanında gerçekçi görünmesi ilk koşuluydu Burak Efendi'nin. Duygu da yüzüne oturttu tebessümünü. Adamı görünce sahileşirdi nasılsa.
Öyle de oldu. Onların eve girmesiyle camdan çekilip tekli koltuğa oturan Ekrem Zengin, iki genci görünce ayaklanmaya yeltendi. Duygu hemen atıldı öne.
"Sakın ben geliyorum diye kalkma dedem. Elini sen ayaktayken tutup nasıl öperim? Eğilmem lazım önünde."
Bu sözlerle hafif havalanan poposu anında koltuğa geri yerleşti yaşlı adamın. Şimdi havalanan egosu oldu. Elini uzattı kıza. Sol eliyle açılan göğsünü kapatırken sağ eliyle tuttuğu eli hakkıyla öpüp başına götürdü Duygu. Sonra da dizinin dibine oturup başını kaldırdı konuşmak için.
"Nasılsın dedem, iyi misin?"
"İyiyim kızım, sen nasılsın? Yerde oturma, geç şöyle karşıma, yüzünü göreyim."
Yerde oturmak sorun olmazdı da adamı reddetmedi.
"Seni gördüm daha iyi oldum. Burak seninle nihayet belki yarın tanışacağımı söyleyince, yarın yerine neden yarından da yakın olmasın dedim. Seni rahatsız etmedik inşallah dedem."
"Hiç rahatsız olmadım. İyi ki, geldiniz. Programı yoğun bir adam değilim neticede."
O sırada eline kurabiye kutusunu verdiği yardımcı bir şey içip içmeyeceklerini sorunca herkes önce su istedi.
"Burak çok çalışıyor, ihmal ediyor değil mi seni? Ben seni boşlamam artık, sık sık gelirim. Evi de öğrendim. Çıkar çıkar gelirirm sen kovana kadar. Şu an çok yoğun çalışmıyorum."
Haha, soyulacak villa sezonu kışın tabii. Evi de öğrendi. Antika sayımı yapmam lazım. Eyvah ki eyvah!
Gelen suyu içen Duygu hemen döndü yine adama.
"Ne iş yapıyorsun kızım sen?"
"Hemşireyim dedem."
"Oo, maşallah maşallah!"
Burak elindeki bardağı ağzına yanlış zamanda götürmüştü. İçtiği su nefes borusuna kaçtı. Öksürmeye başladı. Duygu'nun el uzunluğu yetmemiş, dil uzunluğu almış başını gitmişti. Dediği meslek mensubu insanlar ne iş yapar, nerede çalışırlar en ufak bir fikri var mıydı ki?
"Ne oldu Burak? İyi misin evladım?"
"Görüyor musun dedem, hep böyle yapıyor. Onunla ilgileneyim diye yalandan yere bir öksürükler, tiyatrolar."
Yaşlı adam daha ilk on dakika içinde bu kızı sevmişti. Haylaz torununu adam edecek biri varsa Duygu kızıydı. Yani tam bir haylazlık söz konusu değildi; ama evine bağlanırdı adam böyle biriyle.
Burak ise gösterecekti ona yalandan öksürmeyi, tiyatroyu arabaya binince. Öleyazdı ilk dakikada.
Hemşire dedi ya. Hemşire. Aloo!
"Bundan sonra geldiğinde benimle de ilgilenir misin? Benim hemşire nasıl desem, biraz suratsız. Sen pek güler yüzlüsün, maşallah."
"Sen nasıl istersen dedem. İstersen bir süre burada kalayım ben, ne dersin Burak?"
"Yok düzeninizi bozmayın. Evlilik hazırlıkları nasıl gidiyor oğlum?"
Nefesini toplayan Burak, ağzından içtiği sular burnundan gelmeden kendine gelebilmişti neyse.
"Gayet iyi dedem, yani dede. Bir iki ay içinde düşünüyoruz düğünü, havalar soğumadan."
"Yalnız üçkağıtçı senin bu torunun. Seni görünce daha fazla rol yapamam bana yakışmaz."
"Duygu ne diyorsun sen?"
"Yalan mı? Sen bana dedem yetmiş dokuz yaşında dedin, Ekrem dedem maşallah, altmış beşten fazla göstermiyor."
Yaşlı adam iyice keyiflendi.
"Gelinimin istediği gibi mi oluyor her şey? Annen baban yok; ama ben varım. Tüm masraflar bana ait. Nerede, nasıl isterse öyle olacak."
"Çok büyük bir şey düşünmüyoruz ki dede. Hallediyoruz biz. Sen düşünme."
"Ne demek büyük bir şey düşünmemek, beni Amerika'daki dünürlerime rezil mi edeceksin?"
"Aile arasında olunca neden rezillik olsun dede? Duygu da çok tataftarı değil büyük bir organizasyonun, değil mi sevgilim?"
"Evet, dedem."
Bana bakmadı, oh!!!
Duygu yüzünde gülümsemeyle başını eğdi kucağındaki ellerine. Cihan ona evlilikten hiç bahsetmemişti. Duygu da düşünmeyi akıl etmemişti galiba. Tanımadığı biriyle, anlaşmalı bir evlilikte de ona bir şey soran yoktu, ama sorulsaydı neler isterdi her genç kız gibi onun da zaman zaman aklına görüntüler düşerdi. Havalar henüz çok soğuk değildi ve üzerinde sade bir gelinlikle, bahçede çıplak ayakları toprağa basarken...
"Duygu kızım, senin istediğin bir şey var. Yapmıyor mu bu hergele?"
Duygu'nun hayalleri bile yarım kalıyordu. Önce Burak'a bakarak tepkisini ölçtü. Kaşları çatıktı ve isteklerinin bu evlilikte önemi yok diye bakan gözleri acımasızdı. Yaşlı adama verdi dikkatini hemen.
"Yok dedem, yapmaz olur mu hiç? Çok istediğim bir şey vardı mesela, hemen yaptı."
Cihan hakkındaki şikayetini geri çekmişti ya, Duygu için kırk gün kırk gece düğündü bu olay. Kutlamıştı kendi içinde.
"İyi, yapsın. İki ay çok. Öne çekin siz onu. Sakın kendini yalnız hissetme Duygu kızım. Biz aileyiz artık."
Burak dün akşam geldiğinde konu konuyu açmışken evleneceği kızın öksüz ve yetim oluşundan, başka akrabası olmadığından bahsetmişti. Kimsesi olmadan nasıl da okuyup hemşire çıkmıştı. Burak'ın hep daha farklı kızlardan hoşlanacağını, gelin diye anası babası olan; ama saygısı noksan birilerini getirebileceğini düşünmüş, dertlenmişti hep.
"Hapşu, hapşu. Dede bu kez haber verdim, ama."
"Yeni doğdular, ne yapayım oğlum? Dışarıda ufak bir meltem olsa hasta oluyorlar. Girdiğinde bir şey yoktu, şimdi mi aklına geldi hapşurmak?"
Hakikaten yanındaki kadının haline, tavrına, yalanlarına odaklanmışken zavallı bünyesi baskılamıştı alerjisini galiba.
Duygu iki erkeğin konuşmasının baş kahramanı olan şeyi tahmin etmekte gecikmedi. Burak domuz gribi olsa da böyle hapşırmazdı ona kalırsa. Geriye kalan seçenekle ellerini çırptı.
Kedidir o kedi.
"Dedem senin kedilerin mi var? Ne olur bakayım mı? Anneleri nerede?"
"Masanın oradaki kutuda. Sever misin kedileri?"
"Kim sevmez, diyeceğim de Burak alerjik malesef. Benim de Miya'm var daha göremedi bile hapşurmaktan."
Doğruca kocaman masaya doğru ilerledi ve kutunun içinden minik yavruyu aldı. Diğeri uyuyordu.
"Adını ne koydun dedem bunun?"
"İsim koymuyorum kızım ben. Hepsi pisi pisi. Yarın diyalize gireceğim, yardımcımın da hastenede işi varmış. Kara kara düşünüyorum ne yapsam diye."
"Hiç düşünme, ben alırım giderken."
"Sen mi alırsın, hapşu. Tek arabayla geldik Duygu. Benim arabama asla binemezler. Hapşu. Hay bin küfür."
Bir torununa bir getirdiği kıza bakan dedesinin yüzü aydınlandı. Burak ile ilgili tüm endişeleri kanat takıp uçtu gitti. Bu kız, hem edepli, hem eli yüzü düzgün, hem tatlı dilli hem de okumuştu. Kalbinin güzelliği yüzüne de yansımıştı ki, gül kopartmasına izin vermediği Burak'la kedi yüzünden tartışan kızın gerçek mi sahte mi olduğunu düşünmek bile hakaret olurdu.
Gülü dalında seven, kediyi yavrusu gibi sarmalayan biri yalan olamazdı, kötü hiç olamazdı ona göre.
Kucağından kediyi bırakmayan Duygu, Burak'ın eğer kedilerle arabaya binerlerse kaza yapabileceklerine, çünkü sevgilisi, hapşurmaktan yola bakamayacağına kadar vardırmıştı işi.
"Sen arkada otur, ben sürerim. Mırnav ve ailesi de önde oturur. Sen uzan, bir başına hapşur sevgilim."
"Mırnav kim Duygu? Dedem isim koymuyorum dedi ya. Hapşuuuu."
"Hepsine pisi pisi dersem akılları karışır. Sadece Miya biliyor adını. Mırnav olsun mu dedem?"
Başını olur diye sallayan adam çoktan getirilen elmalı kurabiyeden atmıştı ağzına. Çok keyifliydi ikisini izlemek.
Eski günlerdeki gibi...
Oldu bu iş. Villanın tapusu Burak'a gidiyor. Ah hergele ah! Doğru kadını bulduğunu annen de görseydi...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder