9 Mayıs 2019 Perşembe

KALBİMİ GERİ VERİR MİSİN? 8. BÖLÜM

Burak Hülya'ya Duygu'yla birlikte çıkacaklarını nasıl haber vereceğini düşünürken merdivenlerden sürünerek çıktı. Söylememeye karar verdi. Aslında ona yukarı çık demekle hata etmişti. Geldiği gibi İstanbul'a dönse iyi olurdu. Arabası ile geldiyse zaten tek taşıtla dönemeyeceklerdi. Gerçi git deseydi, onunla arkalı önlü yola çıkamayacağı için, o zaman da karakola gittiklerini gizleyemezdi. Biraz takılıp belki bu gece kalıp öyle dönerlerdi.
Elektriksiz evde kalmalarının bir anlamı olmayacaktı yalnız. Of! Sabah gelen ekipler sahte olsa da, giden elektrikler gerçekti. Acaba karakola gittiklerinde Cihan'a dese geri çeker miydi onları? İyi ki, gaz kesilmemişti de ağız tadıyla olmasa bile ağzıyla çay içebilmişti.
Çatı katındaki odasına geldiğinde kapıda durdu biraz. Uzun koridor boyunca karşılıklı altı kapı vardı. Burası rastgele o gece villada kim kaldıysa, kuzenleriyle paylaştığı odalardan bir tanesiydi. Dedesi bu katı, çok ses ederler diye kendi odalarına en uzak yerde onlar için düzenlemişti. Her odada iki veya üç tane yatak, uygun dolaplar vardı. Büyümeleriyle gelişen ve değişen zevklerine uygun oyun ya da eğlence gereçleriyle doldurulmuştu.
Zamanla farklılaşan, buraya azalan ilgiyle her şey kullanılmamak üzere terk edilmişti sanki. Artık çok sık ve kalabalık gelemedikleri için üzüldü. Çoğu yurt dışına giden kuzenlerinden yurtta kalanlar da İstanbul'da takılmayı seviyordu. Daha kalabalık, daha gürültülü olduğunda daha çok eğlendiklerine inandırmışlardı kendilerini. Dedesi en son evlenen dört kuzene burayı bıraktığında da gelmek istemezler miydi ki?
Kendisi bu villada dördüncü ortak olmak niyetinde değildi normalde. Hepsi dedesinin beğendiği adaylarla olur da evlenmeyi becerebilirlerse kuzenleri burayı ellerinde çok tutma taraftarı olmazdı. Eli kapının kolunda koridorda gezdirdi gözlerini tekrar. Annesinin burada büyümüş olması, şimdi ölmüş bile olsa onun bir ayağının her zaman burada olmasını sağlamıştı. Satmak istemezdi.
Çok yüksek meblağ ile satılacağından şüphesi yoktu; dedesi burada otururken bile kapısını aşındıran çok müteahhit olmuştu. Emlak zengini adama, yerine yapılacak siteden pek çok daire vereceklerini vaat etseler de Ekrem Zengin kovmuştu hepsini. Burak'ın bazen şahit olduğu bu kovma eyleminde, topukları kıçlarına vurarak kaçan adamlar karnına ağrılar sokardı gülmekten.
Burası pazarcılık yaptığı zamanlarda kendi emekleriyle ve babasından kalanları değerlendirip satın aldığı ilk evdi. Ondan da önemlisi, anneannesi bu eve gelin gelmişti. Her zaman söylerdi dedesi.
"Her zaman sevdiğinizi alamazsınız. Bir sevdiğim yoktu anneannenize kadar; ama aldığınızı sevmek sizin elinizde. Ben şanslıyım, çok sevdim aldığımı."
Almak ve sevmek... Bu lafları işiten genç Burak için çok anlam ifade etmese de, dedesi söylediği için ezberlemişti. O, zaten buradan gelecek parayı da istemiyordu. Anıları satın alabilecek zengin olamazdı hiç kimse. Onun amacı sadece dedesini mutlu görmekti. Ona kalsa yerinde dursun isterdi seyrek kullanılıyor olsa da. Yine de tek başına karşı çıkmak, satılmamasını sağlamak için yeterli değildi. Zamanı geldiğinde tamamını ödemek için de yeterli nakdi olur muydu, emin değildi.
Annesinin takı işinin başında, çok güvendiği, ölmeden önce de ona destek veren en yakın arkadaşı Menekşe ablası vardı. Gözü arkada kalmıyordu. Kendisi babasının sahibi olduğu galerinin başındaydı. Seviyordu çocukluğundan beri arabalarla oynamayı. Büyüdüğünde sevgisiyle beraber araçların boyutu da büyümüştü. Hatırı sayılır bir muhitte, hatırı sayılır müşterileri vardı. Babasının iyi insan ilişkileri neticesinde hiçbiri başka arayışa girmemiş, Burak'a güvenmeyi seçmişlerdi.
Getirisi iyiydi. Özellikle büyük şirketlere sağladığı lüks kiralık arabalar sayesinde araba satmasa da aylık sabit geliri vardı. Sağ olsun dedesinin annesine verdiği gayrimenkullerin kiraları, bankada birikiyordu. Kazandığını harcıyordu Burak.
Annesi ve babası ölünce ara verdiği ve geçen yıl sırf annesine ölmeden önce söz verdiği için, zor bela bitirdiği işletme yüksek lisansı sonrası daha fazla vakit geçiriyordu galeride. İşini severek yapıyordu. Çoğu zaman iş yerinde olduğu için arabaların donanımları hakkında her gün yeni bir şeyler katıyordu kendisine.
Lastik değiştirmeyi bilmiyor olması nasıl bir şanssızlıktı bu kadar teknik bilginin arasında?
Yoksa şans mıydı? Bekleyip görmesi gerekecekti.
Elindeki üç bardağı bulaşık makinesine koyan Duygu sinirlerine hakim olmaya çalışıyordu o sırada. Sinirlenince çenesine sirayet eden bu asabiyet haliyle kendi kendine söylenmeye başladı ocağın altını kapatırken. Hülya'ya bıraksa yanıp küle dönerdi canım villa.
"Alacağım bir şey yoksaymış mış mış mış. Laf mı soktun bana şimdi? Hırbo. Dümbük. Hıyar. Anası babası hariç onun bunun çocuğu. Hadsiz. Sen gelmeseydin görürdün alacağım bir şey var mıydı yok muydu? İki dakikaya çıkıyormuşuz. Ben çıktım bile."
Adamın Duygu'ya laf sokulamadığını ne zaman anlayacağını merak etti. Burak boşa nefes tüketiyordu. Onun canını yakması için kelimelerden fazlası lazımdı. Aşağı gelmesini beklemeden daha kapıdan dışarı fırladı. Kamyoneti Cihan çıkınca alırdı artık. Volvo'nun içinde beklemeye başladı. Beklerken boş durmadı ağzı. Bu kez de Hülya'ya bilendi, onun gevşek ağzıyla sıraladığı şartları ve zaman zaman hızmalı diliyle yaladığı dudağını hatırlamamaya çalışarak.
Ne istiyorsa ver Burak. Gitsin evine.
"Şırfıntı, aklınca olmayan aklını paylaşıma açtı. Beyinsiz yelloz. Ah tutamadım tam, elimde kalamadı kısa saçları. Yolamadım. Şöyle biraz daha uzun olsaydı da, kavrasaydım ah! Saçı uzuna aklı kısa derler bir de. Sende ikisi de yok. Aaaaaaaa!"
Bağırdı. Direksiyona vurdu bir süre. Alamadığı hıncı nereye yönlendirse olmuyordu. İlk başarısızlıklarında Cihan enselenmişti. Başarısız olmayı dert etmiyordu; ama onu korumak için kaçmaması, kendisini ateşe tek başına atması, polisler onu kendi araçlarına bindirirken yüzüne bakmaması... En fenası buydu.
"Aptal Duygu. Dedi sana inme diye. Dedi sana dönme diye. İkisini de yaptım. Kimse benim yanımda çaresiz kalmasın yaa. Allah kehretsin. Bir de Cihan'ın yüzüne kız arkadaşım dedi resmen Burak. Niye baksın ki, Cihan benim yüzüme. Cihan'ı ezip Burak'ın şartını kabul ettiğim bu kadar belli olabilirdi ancak."
Gözü saate takıldığında on dakikadan fazla zaman geçtiğini fark etti arabaya bindiğinden beri. İki dakika demişti Burak. Ne yapıyordu sevgilisiyle yukarıda bu kadar süredir? Kornaya bastı kimi rahatsız ettiğini ya da edeceğini hiç umursamadan. Öğlen olmuştu ve memur kısmı şimdi yemeğe çıkar, işlerini yokuşa sürer de sürerlerdi. Daha görüşebileceği bile kesin değildi Cihan'la.
"Polisleri ikna etmekle başlayacakmışım. Sonra Cihan'ı ikna edermişim. Pratik olurmuş muş muş. Sen önce kendini ikna et, Hülya gibi biriyle sevgiliyim, acaba beynim var mı kafatasımın içinde diye. Sonra beni ikna edersin belki. Hayatta ikna olabileceğim bir konu değil gerçi bu. Beyinsiz Burak. Beyinsiz Burak. Beyinsiz Burak."
Beş dakika daha gelen giden olmayınca bu kez daha uzun bastı kornaya. Geçmiş anıları bir bir hatırlarken lastik ve Duygu aklına gelince, içinde bulunduğu zamana dönüp odasına giren Burak, Hülya'yı gözleri kapalı, yatakta yatar halde buldu. Kısa olan bluzu iyice yukarı toplanmıştı ve göğüslerinin bir kısmı ile dövmesini açıkta bırakmıştı.
O anda Hülya'nın iki hafta kadar önceki gece, tatminsiz seks sonucu, yatakta beş dakika konuştukları, tekrar gözden geçirmedikleri ve Duygu'yla geçen iki saat boyunca, ona işlenmemiş haliyle sıraladığı şartlar geldi aklına. Mutlaka revize etmeliydi onları. Bu kez yalnız Duygu ve Burak olmalıydı oturumda.
Şartlarda her şey fazla şey... Nasıl dese?
Geniş olmuştu.
Sınırsız gibi, uçsuz bucaksız ve evli bir kadın, ki bu durumda Duygu oluyordu bu, fazla sahipsiz gibi. Numaradan bile olsa Duygu Özcanlar öyle istediği gibi at koşturamazdı. Şimdi bir de bunları geri alması gerekecekti. Çok kan dökülmezdi inşallah.
Kapıyı açtığında duyduğu korna sesiyle bir an önce aşağı inmesi gerektiği dank etti kafasına.
"Hülya, uyuyor musun?"
"Hayır, uzandım öyle. Yorulmuşum gelirken. Hadi gelsene sen de."
"Benim bankada bir işim var. Geldiğimde istersen bir gece kalırız burada."
Hmm. Demek bankada. İyi ki günlerden Perşembeydi.
"O kız peki? Burada mı kalacak?"
"Hayır. Gidiyor o da. Ne diyorsun kalalım mı bu gece?"
"Bilmem. Elektrikler kesik gibi. Telefonu şarja taktım, açılmadı."
"Aynen, üç gün sürecekmiş. Arıza varmış. Sen beni bekleme, biraz dinlen çık. Ben de geldiğimde İstanbul'da görüşürüz, tamam mı tatlım?"
"Tamam, tatlım."
Kazasız, itirazsız, çabuk halletmişti. Makul kadındı sevgilisi. Gülümsedi ona. Burak ona yaklaşıp öptüğü sırada yeniden duydu korna sesini. Daha uzundu bu kez. Koşar adım basamakları inerken Duygu'nun rahatlığına anlam vermeye çalışıyordu. Bu böyle olmazdı. Şartlardan önce kurallar konuşulmalıydı belki de. Neyi, nerede, ne zaman yapması gerektiğinin bilince olursa Burak da o yanındayken diken üstünde olmaktan vazgeçerdi.
Duygu elini kornada unutmuşken yolcu tarafının kapısı açıldı sertçe. Ondan da sert kapatıldı. Burak'ın gerilen çenesinde dişlerini sıktığını belli eden bir damar seğiriyordu.
"Ne basıp duruyorsun kornaya alacaklı gibi?"
"Alacağım vardır belki. Senden, hayattan..."
"Etrafta gürültü kirliliği yaptın, komşuları rahatsız ettin diye kimseden tahsil edemezsin alacaklarını. Patladın mı iki dakikada?"
"İki dakikada patlamadım. O ikinin üstüne yirmi dakika daha bekleyince biraz sıkılmış olabilirim. Malum gitmemiz gereken bir yer var."
"Sür o zaman."
Duygu Burak da kemerini takınca arabayı çalıştırdı. Karakola daha bu sabah gidip kapısından dönmüştü Burak yüzünden. Şimdi saat öğlen bir olmuşken içeride evrak işleriyle uğraşacak polis olmasını diledi. Hırsızları bırakıp hepsi birden yemeğe çıkmamışlardı herhalde. Arabayı durdurunca indi hemen. İnecekti yani. Burak kolundan tutup arabanın içinde kalmasını sağladı.
"Nereye Duygu?"
"Karakola gireceğim, Cihan'ın yanına."
Saf saf cevaplamıyor muydu bir de, çıldıracaktı Burak. Ne diyecekti hanımefendi acaba karakola girince?
"Kafanda soygun planınız gibi muhteşem bir plan tasarladıysan benimle de paylaşmaya ne dersin? Malum, kız arkadaşımsın sen. Ayrı ayrı konuşmayalım."
Düşünmemişti Duygu. Arabanın içinde Burak ve Hülya'nın arkasından saydırırken aynı anda nasıl düşünecekti ki? Küfür, kötü söz, hakaret düşünmüş, onları da sıralamıştı. Konuşamayan kıza baktı Burak. Derin nefes aldı. Verdi.
"Çok güzel. Elini kolunu sallayarak içeri gir, tabii bu arada neredeyse tüm karakolun beni tanıdığını ve seni de kız arkadaşım olarak tanıttığımı biliyor olduğunu unut. Hiçbir şey düşünmeden, öyle bomboş beyinle hırsızın biriyle görüşeceğini söyle. Bravo."
Beyinsiz Burak, bana beyinsiz dedi. Döverim ben bunu üç vakte kadar.
Elleriyle alkış tutmaya başlayınca Duygu sakinliğini korumakta zorlanmaya başladı. Hülya'nın çekemediği tüm saçları yerine, Burak'ın hafif uzun dalgalı saçlarını çekerek sakinleşmeyi tasarladı kafasında. Belki de en iyisi, her şeye son verip suça ortak olmaktı. Elini saça bulamamış olurdu.
Yine olmuyordu. Cihan'ın silahından çıkan kurşun bu adamın elinde tehdit unsuruyken anlaşmadan vazgeçmesi halinde, onu ihbar edeceğini söylemişti buna yeltendiğinde. Kurşunu çalabilir miydi ki? Neredeydi şu an acaba?
İyi düşün Duygu. Sen akıllı bir kadınsın.
Evet. Yardımsever ve akıllı bir hırsızsın Duygu. Çalıştır saksıyı.
Burak'ın alkışları kesilince Duygu'nun dalmış gözlerinin önünden geçirdi tek elini. Tepkisizdi. Donmuş kalmıştı. Dürttü. Duygu hala düşünüyordu. Elindeki seçenekler bir elindekini bir parmağı kadar etmiyordu. Tırnağını götürdü ağzına.
"Duygu sana diyorum. Ne diyeceksin içeri girince Cihan'la görüşebilmek için."
Dur bir dakika sen de ya. Vır vır vır. Düşünüyorum.
Hastane kayıtlarında vurulma vakası yoktu. Cihan'ı ihbar etse mesela, öyle bir kayıt olmadığı ve polise haber vermediği için suçlu bile sayılabilir miydi? Ne güzel olurdu.
Saçmalama Duygu. Tek bir isim verdi. Vurulma diye yazmadılar. Kandırdım, vurulma yazın dese, onu da yazarlar. Ekrem Zengin dedi mi, mühür gibiydi. Ah dedem ya.
"İn Duygu arabadan. Doğaçlama takılırız artık. Akşama kadar seni bekleyecek değilim. Daha İstanbul'a döneceğim."
Sanki ben villada konaklayacağım?
İnip Duygu'nun kapısını açtı. Ona elini uzattı, kapıda duran nöbetçi polislerin gözü önünde. Elini ona uzattığında Duygu baktı kaldı. Çok istifli olmanın yanında centilmen tarafını şov gibi göstermesine ayar olsa da, adamın ayarsızlığı devlet sırrı değildi ki. Ayarlardı bir ara Burak'ı. Şimdi önceliği Cihan'dı.
"Hadisene Duygu. Kimse el uzatmadı sana şimdiye kadar? Tut Duygu tut."
Yedi yıl önce ona uzatılan Cihan'ın eli sayesinde hala nefes aldığını bu gereksize anlatmayacaktı. Onunla ilişkisi karı-koca olmanın ötesine geçmeyecekti. O da kâğıt üzerinde tabii. Mecburen tuttu. Karakola elele girdiler. Arkasında çok fazla şahit, delil, parmak izi bıraktığını unutmaya çalıştı Duygu. Çünkü şimdi, nasıl alındığını hatırlaması gereken bir nefes vardı. Ya da verilmesini...
Sıkıştı bir şeyler içinde. İlk kez böyle bir devlet kurumuna geliyordu ve üstelik hayallerindeki gibi suçlu olarak da değil. Yakalanırlarsa nasıl olur diye çok farklı düşünceler, ne olursa olsun Cihan'ı ele vermeyecek sözler tasarlardı aklından. Şimdi eli sabah evini soymaya girdikleri bir adamın eliydi.
"Cihan Kalender için buradayız. İfâde vereceğiz."
"Şurada oturup bekleyin. Sizinle ilgilenecekler."
Cihan'la ifadeden önce konuşması gerekiyordu. Burak çok net belli etmişti niyetini. Adam, Duygu'nun kabul ettiklerini Cihan da kabul etmeden şikayetini geri çekmeyecekti.
"Öncesinde onunla görüşmem mümkün mü?"
"Gözaltında biriyle görüşemezsiniz hanımefendi."
Gözaltında. Cihan gözaltında, en az beş saattir. Kim bilir içeride neler neler geçti aklından ve ben göremiyorum onu.
"Ahmet baş komiser burada mı acaba? Ekrem Zengin'in torunuyum ben. Burak Özcanlar."
"Evet, burada. Haber vereyim."
Polis memurunun gösterdiği yere oturdu Burak. Duygu kanı mı canı mı, çekilen her neresiyse boş bir çuval gibi bırakmıştı kendini ondan en az on beş saniye kadar sonra. Görüştürmezlerse yanında oturan adamın yapabilecekleri gözünü korkutuyordu. Cihan yerine onu ikna etmeliydi belki de. Başlarındaki belayı bilirse Cihan'la dışarıda konuşmasına müsaade ederdi belki.
"Hikmet diye biri var."
"Hikmet mi?"
Başını salladı Duygu. Onlara acımasını istemese de, Cihan burada kaldıkça, ona ulaşamayan Hikmet'in adamları, evlerinde de bulamadıklarında akıllarına neler neler getirmezlerdi. Şimdi iki araç birden yoktu üstelik.
"Bizim başımız gibi. Hiç sevmiyorum onu. Bu bizim son işimiz olacaktı. Son son. Yemin ederim. Benim hayallerim var. Cihan onun için yüklü bir soygun planı yaptı. Bir daha bu işlere bulaşmamaya ant içmiştik. Ben en başta başlamayacağıma yemin etmiştim; ama onu bozmak zorunda kaldım."
"Duygu ne anlatıyorsun sen? Dedemin paha biçilemez tüm eserlerini, üstelik anneannemden kaldı onlar, çalacaktınız ve buna son iş mi diyecektiniz? Karakolda anlattığın şeye bak. Son işmiş."
Son son.
"Kulağa acımasızca geldiğini biliyorum. Lütfen Burak. Onu çıkar buradan. Hikmet biz planı yaparken son iki haftadır ensemizde boza pişirdi zaten, uzun süre ses çıkmadığını fark ederse tanıdıklarını devreye sokar ve Cihan'ın Tuzla'da yakalandığını, üstelik ona haber vermediğimiz bir işte enselendiğini öğrenirse..."
Devam edemeyecekti. Gözyaşları pıtırdamaya başladı yine. Başını öne eğmişti ve avuçlarında birikiyordu yaşları. Kameralar onları doğru açıdan çekiyorsa diye mümkün mertebe yüzünü gizlemeye çalışmıştı ve şimdi de ağladığını belli edecek ve akıllarda soru işareti oluşturacak hıçkırıklara geçmeye korkuyordu. Güya erkek arkadaşı yanında olan biri niye ağlardı ki?
"Sadede gel Duygu. Sıkıldım."
Kaldırdı başını o anda. Burak beklemediği çıkışla geri çekildi biraz. Burnu kızarmış, dudakları şişmiş, yüzü saçlarının arasında küçücük kalmış bir kızdan korkmuş olamazdı herhalde. Tırsmış olabilirdi. Çok tehlikeli görünüyordu şu anda.
Ahmet baş komiserim?
"Kimmiş Ekrem Zengin'in torunu? Ooo! Burak. Hangi rüzgar attı seni buraya?"
"Bir ifade için gelmiştim; ama öncesinde kız arkadaşımın sizden bir ricası var Ahmet abi."
"Kız arkadaş? Merhaba kızım."
"Merhaba Ahmet Bey. Nasılsınız?"
"İyiyim, isteğin nedir? Yapabileceğim bir şey mi?"
Burak kıza sorulan sorudan hoşlanmadı. Daha doğrusu, sorunun kıza sorulmasından hoşlanmadı. Duygu sabahtan beri gösterdiği performansla bir yalan söylemeye niyet ederse eğer, Cihan içeride kalır, ikisi de o yalnız kalmasın diye arkadaşlık etmek için nezarete girerdi kesin.
"Ben, şey efendim. İsteğim?"
"Duygu'yu mazur görün komiserim. Sabah talihsiz bir olay yaşadık ve o çok sarsıldı. Sabah saatlerinde getirdiğiniz Cihan Kalender ile on dakika yalnız görüşmek istiyor."
On dakika mı? Yetmez ki Cihan'ı ikna etmek için. Konuyu bile açamam on dakikada. On dakika kaç dakika ediyor biliyor musunuz siz? Ben biliyorum, çok az.
Baş komiser Ahmet onu çağıran polise döndü. Teyit etmek ister gibi gözleriyle sordu. Polis de başını eğdi. 
"Ne konuşmak istiyorsun kızım onunla?"
"Ben, şey konuşmak... Aslında..."
Hayda, yine Duygu'ya dönmüştü ilgi. Yalan söyleme özürlü bir kadınla evlenmek akıl karı mıydı acaba? Dedesiyle tanıştığı daha ilk dakikada, nasıl tanıştınız sorusuna, Tuzla'daki villayı soymak için kiler camından girdiğimde aa bir de ne göreyim Burak orada, ilk görüşte aşk diyecek ve buna da nasıl yalan ama diye böbürlenecek gibi bir hal seziyordu yüzünde.
"Siz onun tutukluğunun kusuruna bakmayın. Öyle hassas bir kalbi var ki, konu ne olursa olsun, iyilikle yanıt vermeyi seçer. Hırsızla konuşmak ve neden buna ihtiyaç duyduğunu sormak, eğer yapabileceğimiz bir şey varsa da yardımcı olmak istiyor."
Tutuklu muyum?
Duygu hassas ve kalp kelimelerinin ardından Burak'a bakakalmıştı. Onun ağzından çıkamayacak kadar hassas bir kalbi vardı onun. Şimdi, bu zalim adam söyleyince taş kalpliymiş gibi hissediyordu.
Amma da güzel kıvırdı yalnız. Hep yaptığı şeymiş gibi. 
"Ne güzel bir düşünce. Neden çekiniyorsun kızım bunu demek için. On dakika izin veririm. Fazlası olmaz."
Olmaz mı? Olmaz dedi işte.
Gözyaşları yine süzüldü yanaklarından. Polis onun koluna girip artık diğer iki adamı göremeyeceği ve duyamayacağı bir yerlere götürürken, belindeki bin bir anahtarla önlerindeki kapıları tek tek açarken Duygu sadece ağlıyordu. Onun yüzünden başına gelenler cümlesindeki baş hep Cihan'ın başı oluyordu.
Duygu hırsızlık yapmak istemez. Cihan dövüşür.
Duygu hayal kurar. Cihan soygun planı yapar.
Duygu lastik değiştirir, Cihan yakalanır.
Demir parmaklıkları gördüğünde nerede olduğunu kestirmeye çalışan Duygu hangi ara tutuklanmıştı da nezarete kadar getirilmişti? Kolundaki polis memuru kolundan çıkmıştı. Yan yana duran kafes gibi yerler filmlerde gördüklerini andırıyordu.
"On dakika sonra gelir sizi alırım."
"On dakika mı? On dakika mı cezam?"
Adam çoktan çıkmıştı son girdikleri kapıyı kapatıp. Duygu'nun temiz yüzüne bakıp acımışlardı galiba. Parmaklıkların içi yerine dışındaydı. Duygu'nun sesini duyan Cihan, oturduğu banktan ayağa kalktı ve şaşkınlık içinde bakınan kadına seslendi.
"Duygu ne işin var senin burada?"
"Cihan? On dakika malum on dakika mıymış? Kaçı gitti ben aval aval bakınırken. Allah kahretsin."
Çoktan Cihan'ın dibine girip dudaklarına kapanacak olan kızı adam durdurdu.
"Duygu bizi duyamazlar; ama görebilirler. Uzak kal biraz. Ne on dakikası küçüğüm?"
"Sana derdimi anlatmam için on dakikam var. Burak'ın şartı için bir anl..."
"Yapmadım de. Onu dinlemedim de Duygu."
Cihan'ın parmaklıkları sıkan ellerinin boğumları beyazlamıştı sıkmaktan. Dişlerini de sıkıyor olmalıydı. Çenesinden anladığı buydu.
"Nasıl diyeyim? Yalan söyleyemem ki ben. Dinle beni lütfen."
"İstemiyorum Duygu. Sana daha o evde o adamın şartlarının bizi ilgilendirmediğini söylemiştim. Değişen bir şey yok."
"Değişen bir şey var. Sen buradasın."
"Bir şey çalmadım. Sabıkam yok. En fazla yirmi dört saat tutabilirler beni burada."
Duygu'nun buna inanmasına ihtiyacı vardı. Şartları dinlemiş olmasına bile tahammülü yoktu. 
"Kurşunu çıkardılar hastanede. O kurşun şimdi Burak'ta. Şartlarını kabul etmezsek, tutuklu yargılanırmışsın. Cihan bunu bize yapma."
"Senlik bir şey yok küçüğüm. Korkma. Ben tek olduğumu söyledim zaten. Sana hiçbir şey olmaz. İzin vermem."
Ulaşamıyordu Cihan'a. Kalbinin nasıl attığını görebilmesi için elini tutup üstüne koyabilseydi bir, o zaman biraz anlatabilirdi halini. Kendisi kendinin umurunda değildi ki.
"Tamam, izin verme. Yağma mı her ne haltsa işte, onunla suçlanırken bana dışarıda ne olacak Cihan? Hikmet er geç öğrenmeyecek mi senin neden yargılandığını? Sonra beni rahat bırakır mı sence?"
"Çıktığımda onu geberteceğimi bildiğinden bırakır Duygu. Yorma güzel kafanı bunlarla."
"Burak'ın bir arkadaşı var. O da vardı şartları konuşurken. İlk şartı onlara karışmamam. Ne karışacağım zaten? Ne halleri varsa görsünler. Tabii ben varken eve gelemeyecek Hülya. Her şey şeffaf. Evlilik olacak; ama kağıt üstünde ve..."
"Ne diyorsun sen? Ne evliliği Duygu?
"Ekrem dedem için. Villanın sahibi. Hülya biraz değişik bir sürtük. Söylemediler; ama açık net bariz onu koluna takıp götüremiyor dedesine. Yılan dövmesi var inanabiliyor musun? Zaten bu yüzden anlaşmalı evlilik için bize çok para..."
"Devam etme artık Duygu. Biraz daha konuşursan kalbini kırarım. Bugüne kadar yapmadığımı yaptırtma bana küçüğüm."
Duygu devam etmek zorundaydı. Parmaklıklar Cihan'ın parmakları arasında eğilip bükülmeden, Duygu'nun motoru hazır su kaynatmazken ve on dakikası bitmemişken Cihan kabul etmeliydi bu durumu en az Duygu kadar.
"Ben onun evinde görüneceğim bir süre. Seninle görüşmemize hiçbir engel olmayacak. Hülya ve Burak da aynen devam edecek. Benden istediği tek şey resmi davetlerde onun eşi gibi davranıp bir süre ailesinin gündeminde olmak. Ekrem Zengin büyük bir miras bırakacakmış."
"Sen kabul ettin, değil mi? Beni ikna etmek için buradasın ve ben ne dersem diyeyim bu anlaşma yürürlükte zaten."
Lanet gözyaşları akmayın son dört dakika kırk yedi saniye daha.
"Hayır, yani tam olarak öyle değil. Ben kabul ettim; ama dedim ki ona, Cihan kabul etmezse eğer, gider onunla hapis yatarım. Ortak olurum sana."
"Saçmalama. Böyle bir şey olmayacak."
"Sana bağlı Cihan. Evin her yerinde parmak izim var. Bu adam Tuzla nasıl bir yerse artık, gittiğimiz her yerdeki adamı tanıyan bir ünü var. Ekrem Zengin güçlü biri ve yaşlı biri. Bir süre evli kalıp sonra anlaşmalı boşanma olacak ve sen ne kadar istersen sana para verecek. O da biz de istediğimizi alacağız. Ben sana soracağımı söyledim. Bir limit belirlemedim."
"Seni satmam karşılığında öyle mi?"
Duygu bu sözle yaklaştı Cihan'a. Görüp görmemeleri umrunda değildi. Ellerini, uzamaya başlamış sakallarına götürdü. Bu son son işinden sonra arabada sevişmeyeceğine yemin etmişti Cihan. Kimse mevzuya uyanmadan uzaklaşmaları gerekiyordu. Elektrik arızası olup olmadığını gelen ekiplere rağmen soracak en az bir iki işgüzar çıkardı muhitten. O yüzden eteği yerine tayt giyerken yüzü asılmıştı Duygu'nun. Sonra gelip arkasından sarılan adam, kulağına fısıldamıştı.
"Aldıklarımızı okuttuğumuz zaman seninle trilyonların üstünde sevişeceğim küçüğüm."
Bu sözlerle yüzüne kocaman bir gülümseme yayılan kadın, adamın yüzünü yine böyle ellerinin arasına alıp dudaklarına öpücük kondurmuştu. Şimdi konduramayacak olması ne yazıktı. Son birkaç dakikası kalmıştı toparlaması için.
"Hayır, Cihan. Özgürlüğümüz karşılığında. Bu iş bittiğinde, çok uzaklarda seninle ve hayallerimizle baş başa olmaktan daha fazla istediğim bir şey yok. Sen benim nefesimsin. O Kasım gecesinde elini bana uzattığında son nefesimi vereceğimi düşünmüştüm. Ya soğuktan ya..."
"Geçti Duygu. Aynı değil hiçbir şey. Çaresiz değilsin artık."
"Geçti. Sen geçirdin. Bırak bir kez senin için fedakarlık yapan ben olayım Cihan. Üstelik bir işe yaradığımı bilirsem içim daha huzurlu olur. Çünkü başına bu belayı saran yine benim. Bırak aklıma yatan şekilde halledeyim."
"Adamla aynı evde kaldığında, benim hapiste olup olmamam sikimde olacak mı sence? Bu kez onu öldürüp girmem gerekecek. En iyisi, tutuklu yargılanmak. Suçsuz bulunacağıma eminim."
"Adamla aynı evde kalacağım demedim. Onun evinde kalacağım. O, kız arkadaşına gidecek sıklıkla. Ben de sana gelirim. Burak'ın tek derdi dedesi. Bunda içten, gerçekten. Hülya başka şartları, genellikle Burak ve onunla ilgili olanları sıralarken o sürekli dedesine saygıda kusur etmemem gerektiğinden, ona gerçek geliniymişim gibi yaranma zorunluluğumdan, dedesinin anlamaması için elimden geleni yapmadığımda zaten kapı önüne konulacağımdan bahsedip durdu."
"Böyle mi söyledi cidden?"
Daha kötü, pislikçe söylemişti.
Dedem bana bir kere bile bunu nereden buldun derse Duygu, yemin ederim doğduğuna pişman ederim seni ve camdan aşağı atarım dedi, ama bunu bilmen yersiz olur şimdilik.
Kapı dışı neticede camın dışı da, değil mi?
"Fazlası var, eksiği yok. Annesiyle babası trafik kazasında ölmüş ve sürüyle dayısı, kuzeni olduğu halde dedesinden başka kimsesi yok İstanbul'da. Onu mutlu etmekten başka derdi de yok."
"Ne kadar sürecek bu saçmalık?"
"Ekrem dedem Allah gecinden versin; ama sen beni yanlış anlama sakın, oyun sürsün diye dua falan etmiyorum yani, o ölür ölmez bitecek. Yarın ölse yarın. Ama en fazla bir yıl gibi bir limit koydum ben de. Burak üç dedi. Hülya zaten altı ay dedi, yelloz karı, o hepten olmaz. Adam inanmaz çünkü. İki yılda anlaştık."
"İki yıl? İki yıl başkasının karısı olacaksın yani? Senden istediğini her an alabilecek konumda olan bir adamdan bahsediyoruz ve sen iki yıl diyorsun. Çocuk da yapacak mısınız?"
Çocuk mu? Yoo. Korunuyorum ben. Ne diyorum ben yaa?
"Ne diyorsun sen ya? Cihan, Burak elini bana izinsiz sürerse yaşar mı o adam?"
Yaşamaz küçüğüm. Yaşatmam.
Cihan, çok zor bir karar vermesinin bilincinde olmakla birlikte, bilincini neden çoktan aldırmamış olduğunun pişmanlığı arasında gidip geliyordu. Buradan yine sicili temiz çıkabilirdi. Duygu'ya göre özgürlükleri karşılığında, üstelik para alacaklardı. Ona güveniyordu. Böyle güzel kalpli bir insanı otuz üç yıldır, kendi annesi ve babası da dahil tanımamıştı. 
Onun çaresizliğinden tuttuğu elini, bu kez Duygu uzatıyordu ona. Gözleri bana güven diyordu. Dudakları da, elleri de. Kendi kalbi de. Şartları zor değildi. Üstelik Duygu çok zengin bir hayatın içinde, kendi yaşayacakları öncesinde alıştırma yapmış olurdu.
"Başka ne şartı var Burak Özcanlar'ın?"
"Hiç. Hepsi bu kadar."
Bir de dedesinin elini öpüp alnıma götürmem gerekiyor. Ama bunu herkes bilir zaten. Sırf el öpmeyi biliyorum diye evlenmeyecek ya benimle.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder