9 Mayıs 2019 Perşembe

KALBİMİ GERİ VERİR MİSİN? 3. BÖLÜM

Hülya'nın Burak'ın son cümlesinden sonra aniden yatakta doğrulmasıyla bu gece uyku namına bir şeyin göze girmeyeceğini kestirmek zor olmadı. Neticede güzel giden bir birlikteliğin evlilik sürecine girmesi beklenirken Burak, kız arkadaşına başkasıyla evleneceğini söylüyordu.
"Anlamadım, sen benden ayrılıyor musun?"
Buyur buradan yak!
"Hayır tatlım, ne alakası var? Yalnız... Off! Dedem kız arkadaşımı tanımak istiyor ve nasıl desem, seni tanıyor. Elini öpmemişsin bile."
"Ne diye elini öpmem gerekiyor ki? Bu sahte evlilikleri yapma zorunluluğu ne Allah aşkına?"
Bunu Hülya'ya nasıl anlatacaktı? Anlatsa anlar mıydı? Kendisi daha kafasını kurcalayan bu meseleyi bir yerlere oturtamamış, öyle ayakta, sallantıda yaşıyordu onunla bir aydır.
"Dedem istedi bekar torunlarından. Kimin sevgilisi varsa gelip elimi öpsün, ben karar vereceğim iyi mi kötü mü, dedi."
Hülya bu saçmalığı zaten Merve'den biliyordu. Anlamıyordu sadece.
"Bak sen. Neden? Mirasından mı men edecek seni? Paraya ihtiyacın mı var Burak?"
"Tabii ki yok. Konu miras ve para değil. Hülya bu yaşına kadar ilk kez bir şey istedi dedem benden, ayrıca annemin, babamın göremediğini onun görmesini istiyorum. Anla beni."
"Dedenin göreceği tek evlilik sahte olsun mu istiyorsun, neden, çünkü bedenimde dövmelerim, hızmalarım var, bu yüzden mi?"
Kendine çekti kızı. Kahretsin ki, çok haklıydı. Dövmeleri olması yeterli değildi bu evliliğin olmaması için. Burak da Hülya'yla evlenmek isterdi. Yirmi yaşından beri hayatındaydı Hülya. İlk gördüğünde etkilenmişti. Üç yıl önce çıkmaya başladıklarında ilk halinden bariz farkları olsa da, Burak yedi yıla yayılan bu değişimi kanıksamakta zorlanmamıştı.
"Tek neden dövmelerin değil Hülya. Ağlama, bak bana. Seni seviyorum; ama sen evlenmek istiyor musun?"
Hülya bu soruyu hiç beklemiyordu. Evlilik çok uzaktı ona. Burak bunun lafını hiç etmediği için belki de üç yıldır birlikteydi onunla. Resmiyet ona göre değildi. Sorumluluk bir o kadar uzaktı ondan. Evlenmelik kız tipinde olmamıştı ve evlilik adamı gibi gelmemişti hiç Burak ona.
"Ne evliliği Burak? Evlenmeden ölene dek yaşarım seninle dedim daha beş dakika önce."
Kabul etse dedesine Hülya'yı belki de sevdirecek bir yol arayışına girerdi.
"Bundan bahsediyorum ben de Hülya. Evlenmek bile istemiyorsun benimle sen. Tam bu yüzden anlaşmalı, sahte bir evlilik yapmam lazım."
"Bunlar nasıl kafalar ya? Biz sevgiliyiz; ama sen başkasıyla evleneceksin. Kim bu kadın?"
Kimdi bu kadın? O da bunu merak ediyordu. Tanımıyordu, tanısa bile, şartlarını, koşulsuz kabul etmesini sağlayacak öyle bir ikna yeteneği onda var mıydı, emin değildi.
"Bilmiyorum. Önce denk gelmem lazım."
"Burak komik olma. Sen evliyken bize ne olacak?"
Kaybetmek istemiyordu onu Hülya. Başkasıyla aynı rahatlık seviyesinde bir ilişki yaşayamayacağından emindi. Burak ne çok serbest bırakıyordu onu, değersiz hissettiriyordu, ne de yasaklar getirerek boğuyordu, canına tak ettiriyordu.
İkisinin arası her zaman iyi derdi annesi.
Kendi babası hiç kıskanmıyordu annesini. Öyle ki, dayanamayıp en sonunda, dikkat çekmek için birini eve aldığında, kendi yataklarında eşini başka biriyle gören babası, sadece bavulunu alarak ayrılmıştı evden.
Lise sona giderken yaşanan bu olay sonucu olaysız şekilde boşanmışlar, Hülya da boşanma sürecinde Merve ile konsere gideceği bir akşam Burak ile tanışmıştı. Yaklaşık bir yıl lise bitene dek ara ara görüştüklerinde Burak'ın kendisine olan ilgisi çok iyi gelmişti Hülya'ya.
"Bize bir şey olmayacak tatlım. Sadece bu evde kalamayacaksın. Akrabaların dikkatini çeker. Onun dışında her şey eskiden olduğu gibi devam edecek ve sorun çıkmayacak. Ben sana gelirim. Evleneceğim kişi kimse, senden haberi olacak mutlaka, öyle başlayacak her şey. Şeffaf."
"Kim bunu kabul eder Burak? Salak salak konuşma ya. Kendi ülkendeki kadın profilinden haberin de mi yok? Sen o kadına nikahı basacaksın, o da hay hay Burak, git sen Hülya'yı becer mi diyecek?"
Kendi ülkesindeki kadın profilinden çok farklı bir profil yatağındaydı şu anda. Belirtmek istemedi. Kim neyi, nasıl, ne şekilde kabul ederdi, belli olmazdı, ama konu nasıl açılır, nasıl ilerler ve devam eder aklını kurcalayan meselelerdi elbette Burak'ın da. Kendine sorduğu, cevabını bilmediği soruları şimdi Hülya soruyordu ona.
Sahte evlilik fikrinin nahoşluğunu tartışmaya gerek yoktu. Nahoştu. Sadece mecburdu. Pek çok yönden bu evlilik olmak zorundaydı. Kaldı ki, Hülya evliliği kabul etse de onunla evlenmesi, özellikle bu akşamki dede-torun görüşmesinden sonra şansını kaybetmişti. Kabul ettirme davası kendi kendini çürüttü böylece.
Burak da halinden memnundu. Bir imzaya gereksinimi yoktu sevgilisini sevmek için.
Nikah defterine yan yana imza attığı kişiyi de sevmesine gerek yoktu. Bu işler karışık işlerdi.
"Paraya ihtiyacı olan herhangi biri kabul eder Hülya. Öyle böyle para değil, çok para. Kağıt üzerinde bir evlilik olacak. Dedem vefat edince bitecek."
"Nasıl da eminsin. Kadın niye boşansın ki senden? 'Özcanlar' olduktan sonra aklını yitirmiş olması gerek."
Soy ismi her şey demek değildi belki; ama bir şeydi. Annesi bir Zengin babası bir Özcanlar iken gideri fazla oluyordu haliyle. Tek başına soy isminden bağımsız olarak da genlerinin muazzamlığı su götürmezdi; ama adının arkasına eklenen soy isim bu genleri gölgede bırakabiliyordu.
"Anlaşmalı diyorum tatlım. Nesini anlamıyorsun? Görevi bu olacak. Adı her neyse 'Bilmem ne Özcanlar', yalnız buna sahip olacak geçici bir süre. Evet, benimle pek çok yerde bulunacak, sürekli yanımda olacak; ama bunun, pek çok normal görünen evlilikten çok da farkı yok. Dışarıdan görünen her çiftin aşkları doludizgin sürüyor mu sanıyorsun?"
Başka evlilikler ilgilendirmiyordu onu. Burak ve Bilmem ne Özcanlar çifti tek ilgi alanıydı. Hülya kıskanç bir kadın değildi. Kendi bedenini de cömertçe kullanabiliyordu. Burak bilse devam etmezdi büyük ihtimalle onunla; ama onun dışında sevgilisinin yanında, kendi gibi olabilme şansını seviyordu. Şimdi, Burak'la aynı evde başka bir kadın varlığı fikri Türk yanını, İsveç yanının önüne geçmeye zorluyordu.
Burak bugüne dek kıskanmasını gerektirecek basit hareketlerde bulunmamıştı elbette. Yakışıklıydı, zengindi, iyiydi, tanıdığı pek çok zenginin olamayacağı kadar cömertti, kararlarına saygılıydı ve her şeyden önemlisi Hülya onun yanında hiç olmadığı kadar rahat takılabiliyordu.
"Burak, eskisi gibi olamayacağız diye endişeleniyorum. Haksız mıyım? Hadi her şey tamam, böyle bir kadın bulduk, sen onunla yatmayacaksın, ben böyle anlıyorum çünkü, ama bu Bilmem ne Özcanlar'ın, benimle seks yapmana ses çıkarmamasını nasıl sağlayacaksın?"
"Elbette yatmayacağım onunla Hülya. Buna mı takıldın sen? Evimdeki bir çalışan gibi düşün onu. Parasını alacak, olması gereken zamanda, olması gereken yerde olacak. Hepsi bu. Benim özel hayatıma müdahale etme lüksünü vermeyeceğim ona."
"Peki sen de onun başkasıyla birlikteliğine ses etmeyecek misin?"
Yuh! Kadın aklı sıradışı görüntüsü altında da olsa kadın aklıydı. İşte bunları düşünmemişti. Dönüp dolaşıp başa sarıyordu. Nikahlı karısını başka bir adamın altında hayal etmeye çalışmak bile sinirini zıplattı. Kendisi gününü gün ederken ne zaman vefat edeceği belli olmayan bir adam için genç bir kadının ömrü evde, kocasız mı geçecekti?
Çifte standart ona göre olmamıştı hiçbir zaman; ama...
Ama evlilik.
Ah dede! diye düşündü. İnsan farklı zorunluluk hallerinde, kendinden geçebiliyor, saçma fikirlere açıkça kucak açabiliyordu, üstelik buna rağmen yine kendinde kalabiliyordu. Huyu, suyu belli olan bir adamdı Burak. Bu belli olan huy ve su içinde evlendiği kadının başka bir adamla yatak fantezisi yer almıyordu büyük ihtimalle.
Almasa ne olurdu peki? Kısıtlayabilir miydi? Ben tohumlarımı etrafa gelişi güzel saçarken sen evde oturup bir zahmet kuruyup kal diyebilir miydi?
Şimdi Hülya'ya vereceği cevap onun beklediği olduğu sürece, bu konuya daha sonra kafa patlatacaktı.
"Ben istediğimi yaparken ona ket vuramam ya. Duygusal olarak bağlı olmayacağız birbirimize. Maddesel olarak, çıkar ilişkisi üzerine kurulu bir evlilik olacak. Kazan kazan yani."
Hülya emin olamıyordu. Anlaşmalı bile olsa bir evlilik yapmak Hülyalık değildi. Bu şartlar altında sevgilisine güvenmek zorundaydı.
Oyun olmadığını, onu sepetlemek için bahane bulmadığını biliyordu. Merve en yakın arkadaşı, can dostuydu onun ve o da aynı şekilde yaşlı bir bunağın dediğine gelmek için saçma sapan bir evlilik yapacaktı.
"Peki deden maşallah eski toprak mı ne diyorlar, daha bir yirmi yıl yaşarsa ne olacak? İlk bir yıl torun ister, sonra kardeşi olsun der. Bunları da hesaba kattın mı Burak?"
Katmadı. Hiçbir şey hesaplamadı. Tek düşüncesi, anlaşacağı biriyle evlilik yapmaktı. Sanki Hülya bu tür olaylar her gün başına geliyormuş gibi kılı kırk yarmıştı.
"O günler gelsin düşünürüz tatlım. O kadar uzun boylu hesap etmedim, haklısın. Ama Allah uzun ömür versin, dedem yaşarsa, iki üç yılın sonunda boşanma olur, anlaşamadık diyerek ayrılırız. Mutsuz bir birlikteliği devam ettir diye tutturmaya kalkmaz dedem."
Hülya hiç emin değildi bundan. Dede kişisi ona göre baskıcıydı. Torunları için uygun olan müstakbel eş adayını bir bakışta anlama yetisine sahip olduğuna kendini ne hakla inandırdığına anlam vermesi mümkün olamadı Hülya'nın. Daha saatler önce Merve'nin koluna taktığı adamın sahte olduğunu çözememişti, kaldı ki, iyiliğini bilsin.
Madem her şey şeffaf olacaktı, bu kadını yüz yüze de tanıyacak ve Burak'ın ona ait olduğunu gözüne sokacaktı. Burak'ın ise aitlik tanımı an itibariyle anlam karmaşası yaşıyordu. Evine alacağı kadının anlaşmaya ait şartlarını konuşurken ona serbestlik konusunda ne kadar imtiyaz vereceği önemliydi.
Hülya Merve'nin arkadaşıydı, kazayla biri görse işin içinden sıyrılırdı. Görev icabı yanında olacak kadının ise aynı soğukkanlılıkla ve hassasiyetle olaya yaklaşmasını nasıl sağlayacaktı?
Yok! İşin içinden çıkamadan uyusa iyi olurdu. Sabah iş vardı. Uykusu yoktu orası ayrı. Bir sigara içse... ya da... En iyisi soğuk bir duştu.
"Giyinmeyecek misin, üşüme böyle?"
"Bu havada ne üşümesi Allah aşkına Burak. İyi geceler."
İyi geceler mi? Aklına ektiği nifak tohumları iyi bir gecede yeşermezdi. Kalkıp duşa girdi. Üzerini giydiğinde Hülya yatakta sere serpe yatıyordu. Yatağa girdi. Gözleriyle beraber onun üstünü de örttü. Sabaha kadar o yan senin bu yan benim huzursuz bir uykunun kollarında uyanıp durdu. Her uyandığında gözlerinin önüne uzun, gür, kıvırcık saçlar geliyordu.
O gece huzuru bulamayan sadece Burak değildi. Gece yaptıkları basit kahvaltıdan sonra pek konuşmadan sırayla duşa girdi Duygu ve Cihan. Saat gecenin bir yarısı olunca Duygu, açtıkları filmi izlerken uzandığı kanepede uyuya kalmıştı. Dizine yattığı Cihan onun saçlarını okşarken içinin geçmesi olağandı zaten. Onun da kucağında kedisi Miya vardı.
İkiye doğru anlamadan izlediği film bittiğinde kadını yatağa taşıdı Cihan. Daha film başlarken uyumuştu. Bir yanına dönüp devam etti uyumaya. Sıcak hava mı, içine dert olan soygun mu bilinmez gözüne uyku girmeyen adam balkona çıkarak sigara yaktı.
"Düşün Cihan her şeyi düşün."
Yaprak kımıldatmayan basık hava ve sigara hiç çekilmiyordu. İki nefeste söndürdü. Balkondaki tahta sandalye Duygu'nun üzerine ısrarla aldırdığı minder ile davetkardı, ama saatlerdir oturduğundan ayakta durup dinledi sessizliği.
Dinlerken taradı hafızasını. Seyrek girdikleri her villa için en az bir iki ay öncesinden erketeye yatan Cihan, bu villa için bunu yeterince ayrıntılı yapmamıştı. Hem mesafe uzaktı, dikkat çekmeden her gün gidebileceği bir yer değildi hem de gitse dahi çalışanlara yakalanmadan binayı izlemesi imkansızdı.
"Bir de alarm dalgasını Duygu'ya anlatmak var. Of! Sokarım bu işin içine."
Biraz dinlense fena olmazdı. Hikmet'e ayrı Tuzla'daki işi yapmak zorunda olmaya ayrı kuduruyordu. Duygu'yu mevzuya uyandırması bir yandan iyi olmuşken bir yandan sabırsızlığını tetiklemişti. Son iş olmasını isterken hata yapmak onu kaybetmek demek olabilirdi.
Villanın temelinde kullanılan demirin, betonun sınıfına kadar ezberlemeden bu işe kalkışmayı düşünmemeliydi belki de. İçeri, küçüğünün yanına döndü tekrar. Milim kımıldamamış haline güldü.
Yanına uzandı.
Uyuyamadı.
Döndü, döndü, döndü.
Cihan yatakta dört dönerken gece nasıl yattıysa sabah aynı kalkan Duygu, su dolu bir yatakta dalga vuruyormuş gibi sallanıyordu. Bir gözünü açınca tekrar uykuya konsantre olamadı. Cihan'ın kıpraşmaları bitmeyince ona doğru döndü ve sokuldu adamın göğsüne.
"Uyandırdım mı seni?"
"Birazcık. Film nasıl bitti?"
Film mi? Daha başında uyumuştu, neyini soruyordu ki?
"Nerede kalmıştın uyumadan önce?"
Duygu Cihan'ın film bitmeden yatmamış olacağını biliyordu. Tamamlardı başladığı işi mutlaka.
"Aslan kükrüyordu."
Kıkırdadı Cihan. Kızın başını öptü. Uyuduğunu oldukça geç fark etmişti demek ki. En azından oyuncuların adları ekranda geçerken daldığını düşünmüştü.
"Aslan herkesi yedi."
Bu kez kıkırdayan Duygu oldu.
"Niye uyanıksın?"
Sorusu cümlenin cinsini belirlemek için değildi. Amacı soru sormaktan ziyade adamın ona sahip olmasını istemesiydi. Duygu üst kısmı çıplak olan bedeni öpmeye başladı çoktan. Cevap vermesine ihtiyacı yoktu ki, uyanıktı işte.
"Duygu yorgunum, uyuyacağım."
Küçük elleri sert göğsünden aşağılara kaydığında Cihan kasıldı. Bunu şimdi yapmak mı istiyordu gerçekten? Aklı bin bir tilkiye ev sahipliği yaparken bacak arası iş göremez haldeydi. Eli şimdi penisindeydi.
"Sen uyu, benim işim onunla."
Cihan gibi tecrübeli bir adamın yumuşak cinsel organının, kendi dokunuşları altında sertleştiğini bilmek Duygu için ön sevişmeydi. Bacak arası adam için atmaya başlamıştı bile.
Beklediği değil, beklemediği olunca neye uğradığını şaşırdı. Cihan kızın elini hışımla çekti. Onu pijamasının içine soktuğu eliyle iç çamaşırının üstünden okşayan Duygu'nun teması kesildi bir anda elinin altındaki sertlikle. Penisi yerine sesi sertti şimdi.
"Duygu yorgunum, uyuyacağım."
Eli çekilince anında arkasını döndü ona Duygu. Sarsılmıştı. İlk kezdi. İlk kezdi, ona sert çıkışması evet. Hata yaptığında bile şefkat gösteren, her daim saçını okşayan, yirmi saniye öncesine kadar hiçbir sevişme girişimini geri çevirmeyen Cihan, tekme tokat dövmüştü sanki onu.
Elini kendisinden çektiği anda pişman olmuştu Cihan. Kızgınlığı kendineydi büyük oranla. Sırtını dönen kadına yüzünü dönerek arkadan sarıldı.
"Aklım çok dolu, affedersin küçüğüm."
"Benim de başım ağrıyor."
"Ah! Duygu. İstiyorum seni, yemin ederim. Sadece..."
"Sadece ne Cihan? Sadece ne?"
Anında döndü Duygu yatakta. Elini lamba anahtarına uzatarak ışığı açtı. Gözlerine bakmak istiyordu. Yıllardır tanıdığı hırsız Cihan, erdem timsali olmayan Cihan ya da suç işleyen Cihan gibi bile değildi bakışları. Yorgundu, bu doğruydu en azından, ama hiçbir yorgunlukta az önce yaşadığını yaşatmamıştı ona.
Hiçbir kızgınlıkta da...
Hiçbir pişmanlıkta da...
Bambaşka bir adama baktığına emin oldu. Bu akşam soydukları villadan çıktıktan ve son işten bahsettiğinden beri değişmişti.
"Bana villayı haber verdiğine pişman oldun, şimdi de nasıl kıvırırım diye mi düşünüyorsun?"
Ne? Cihan yutkundu.
"Çünkü kendi başına soyacaktın, beni geride bırakacaktın, şimdi ayak bağı mı yaptın beni kendine, vurgununu açıklamakla?"
"Duygu ne diyorsun sen?"
"Söyle de kurtul. Beni terk edeceksen, hayatına aldığın gibi yüzüme bakarak yap. Arkamdan gülerek değil."
Nasıl da yanlış anlamıştı?
"Ben seni asla bilerek terk etmem küçüğüm."
"Ne bu gizemler o zaman? Allengirli laflar, bir şeyler?"
"Sadece riskli işte. Başına bir şey gelmesine dayanamam. Gizli saklı neyim var benim senden? Arabada söyledim. Ben kesin kararımı verene kadar bunu konuşmayalım demiştim. Ben her şeyi hesap etmeye çalışırken şüphelere değil, desteğine ihtiyacım var."
Şimdi Duygu mu suçlu olmuştu yani? O zaman güçlü de olurdu.
"Daha ilk saniyede eve girelim derken destek verdiğimi anlamadın mı?"
"Villa dört katlı Duygu. Her katında milyarlar belki de trilyonlar var. Bir kere girip, alabileceğimiz her şeyi almak üzerine çalışıyorum. Alarm sistemi var."
"Nereden biliyorsun? Ne zaman gittin Tuzla'ya?"
Duygu'dan kaçmazdı. Cihan da açıkça söylemek istiyordu, ama kesin kararı olumsuz olursa, vazgeçtiği noktada Duygu vazgeçmek istemeyecekti ve 'son son' dedikleri kendi sonları bile olabilirdi olası bir aksilikte.
"Gitmedim, işittim sadece. Yıllar önce armutun aklında olan bir yerdi burası. Vazgeçti yüksek güvenlik önlemlerini duyunca. Şimdi ben karar vermeye çalışıyorum."
"Niye birlikte karar veremiyoruz? Niye tüm sorumluluğu tek başına sırtlamak zorundasın? Bunu benim hayallerim için yapıyorsun. Asla hırsızlık yapmam dediğim zamandan bu yana ne kadar rahat görünsem de nefret ettiğimi sen de biliyorsun. İzin ver bana Cihan. Ne lazımsa yapayım. Son kez. Sonra ben çalışır bakarım bize. Bir saniye bile gocunmam. Nefesimsin sen benim."
Cihan kendisini tanımasa ağlamak üzere gözlerine hücum eden yaşlar olduğunu düşünürdü. Bir kadının sevgisini kazanmak yoktu aklında çıktığı yolda, başladığı işte. Duygu, beklemediği zamanda, taşlaşmaya başlamış kalbinin içine sızmıştı ilk gördüğü andan beri.
"Sen benim için, gerçek olamayacak kadar güzelsin Duygu. Sana sahip olmayı hak ettiğimi hiç düşünmedim bu yüzden. Anı yaşadım sadece."
"Sen benim için, güzel olamayacak kadar gerçeksin Cihan. Üstelik çok güzelsin. Melek gibi kalbin var sert, serseri, umursamaz görünüşünün altında. Hayallerim sen yanımda olduğunda anlamlı. O yüzden son olacaksa eğer, birlikte olsun."
Vazgeçme lüksü kalmamıştı artık. Kucağında okşadığı kedinin minnetle Duygu'ya baktığı gibi o da Cihan'a öyle bakıyordu. Aynı zamanda hem teşekkür hem yalvarma vardı ela gözlerinde.
... son olacaksa eğer...
Kimse son olmasını Duygu kadar isteyemezdi. Her gece yatarken bin bir tövbe edip her yeni günde Cihan nereyi derse orayı soymaya giden bir kadın olmak kişiliğine ağır geliyordu. Ölmüş anne ve babasının üstüne kaç kere yemin ettiğini, Hikmet dayaktan canını çıkartsa da bir yıl dayandığını unutmamıştı. Her şeyin bir sonu vardı ve Cihan'ın eli, yedi yıl önce bu kadar güçlü değildi. Duygu'nun hırsızlığa başlamamasına yetememişti.
"Bana iki hafta ver küçüğüm. Tüm olumsuzlukları elemem gerek. Tek başıma olsam düşünmem bu denli, ama sen olacaksan hata yapmak seçenekler arasında değil."
"Makul. Bana böyle gelsen bağırmak zorunda kalmam ben de."
"Hala istiyor musun beni? Başının ağrısı geçti mi?"
"Bakayım." Elinin tersiyle başını yokladı.
"Geçmiş."
Gülüşmeler eşliğinde sevişmeye başladılar. Cihan düşüncelerini Duygu'ya istediğini verene kadar erteledi. Sabah üç olduğunda yine uyudu Duygu mükemmel doyumun ardından. Cihan uyuyamadı aynı mükemmel doyumun ardından.
Ertesi günle başlayan iki haftalık süreçte Cihan yalnız akşamları geldi eve. İlk bir hafta elindekileri satmak için mekik dokudu antikacılar arasında, sonraki bir hafta her gün Duygu'ya Tuzla'ya gideceğini söyledi.
Duygu evde kaldığı sürelerde pazara gidip alış veriş yaptı ve Cihan'a yemek yapmak için denemelere başladı. İlk olarak taze fasulye denedi. Yanına pilav yaptı. Pilav lapaydı, fasulyenin suyu fazlaydı.
Diğer günler de yaptığı yemeklerde çıtayı yükselttiği söylenemezdi, ama Cihan'ın ne yediğinin farkında olduğunu sanmıyordu. Yediği yemeğe dikkat edemeyecek kadar fazla doluydu kafası. Duygu da tatava yapmamak için insanüstü çaba harcıyordu. Sonuçta iki haftayı makul bulan kendisiyken adamı darlamanın alemi yoktu.
O gün yaptığı, değil saraylara hiçbir mutfağa layık olmayan, suyun içinde yüzen mercimeklerin yemeği ve yüz göz kamaştıracak kadar ekşi salatanın akabinde Cihan'ın telefonu çaldı. Bir iki defa meşgule aldığı halde ısrarla çalınca eline sağlık dilekleriyle acele balkona çıktı. Salon ve mutfaktan iki girişi olan balkona Duygu masayı kaldırırken gözü takılıp duruyordu.
"Benden ne gizliyorsun Cihan?"
En iyi yaptığı işe odaklandı. Ortalık toplanınca çay demlemek... Çok iyi olurdu Duygu'nun çayı. Sanki ölçü kabı elinde gibi, kaç ince belli çay bardağı çay çıkacaksa, demliğe o kadar çay ve su koyardı. Tavşanın kanı için Duygu'nun çayı tabirinin sözlüklerde yer alması çok uzak gelecekte değildi Cihan'a göre.
Yarım saat geçtiği halde balkondan gelmeyen Cihan'ın bir ileri bir geri gidişini mutfak masasına oturmuş, elinde yaptığı çaydan bir bardakla izliyordu Duygu.
Kah konuşan kah ellerini sinirle saçından geçiren adamın endişeli halleri Duygu'yu da geriyordu. Onu fazla mı zorladığını düşündüğü yerde ayaklandı. Daha fazla zamana ihtiyacı varsa verecekti. Kapıyı Cihan'ın sırtı dönük halde fark etmeden açtığında duyduklarıyla yerinde kaldı.
"Zorda kalırsam ateş edeceğim diyorum."
Duygu karşı taraf kimdi, bu cevabı almak için ne sormuştu bilemezdi, ama ateş edilmesi lafından daha çok ateş edenin Cihan olmasından nefret etti.
"Neden öldüreyim, mal mal konuşma."
Durum daha içinden çıkılmaz halde suça bulaşmadan müdahale etmek istedi. Birilerine ateş etmemişlerdi daha önce. Ateş edecekleri birileri olmamıştı, onlar hep boş villalara girmişlerdi. Neyin son sonu olursa olsun Duygu birilerine zarar verip yoluna bakamazdı.
Öksürdü Cihan'ın onu fark etmesi için. Anında döndü sese adam. Bir saniye gözlerini kapatıp telefondaki her kimse ona odaklanmaya çalıştı. Duygu ne duymuştu, ne kadarını duymuştu öğrenmesi gerekiyordu.
"Ben seni yarın yine arayacağım. Haber bekle benden."
Telefonu kapattıktan sonra, Duygu olur da telefonuna bakar, geri arar düşüncesiyle konuşma kaydını sildi. Ne kadar az bilirse aklı o kadar az kalırdı Cihan'ın onda.
"Efendim küçüğüm?"
"Ben çay yaptım, içer misin?"
İçeri geçtiklerinde konuya girmek için maratonlarda başlangıç düdüğünü ya da her neyse onu bekleyen sporcular gibi işaret bekliyordu Duygu. Silah ve ateş olmadan iş yapabilmeliydiler. Anlaşmalı sessizliğe daha fazla çay içerek katlanamadı.
"Cihan, birilerine ateş etmeyeceksin değil mi?"
Duygu konuşulanların bir kısmını duymuştu demek ki. Yalana dolana, geçiştirmeye gerek yoktu.
"Mecbur kalmadıkça etmeyeceğim tabii ki küçüğüm."
"O ne demek? Nasıl mecbur kalır insan ateş etmeye?"
"Kendimizi savunmak için kalabilirim."
"Boş olmayacak mı gireceğimiz yer?"
"Elbette boş olacak. Olası bir aksilik durumunda, herhangi bir şeyin ters gittiği yerde, yanımdaki imkanları kullanacağım sadece."
"Tabanca mı yanındaki imkan?"
"Duygu, bu işe özel bir durum değil. Girdiğimiz her evde silah yanımda zaten."
Evet, biliyordu. Sadece ağzından ve elinden ateş kelimesi fırlamamıştı. Kiminle konuştuğunu ise sormaya korkuyordu. Güvenlik ve alarmla ilgiliydi büyük ihtimalle.
Duygu'nun durgunluğunu fark eden Cihan sandalyesini yaklaştırdı ona. Çenesinden tutup başını kaldırdı. Gözlerinin içine bakarken kapanan gözlerle beraber tutkuyla öpücük kondurdu kızın dolgun dudaklarına.
"Hey! Korkma sakın. Her şey yolunda gidecek ve bir aksilik çıkmadan villaya gireceğiz. Bir daha hırsızlık yapmak zorunda kalmamak için alabildiğimiz her şeyi alıp villadan elimizi kolumuzu sallayarak çıkacağız."
Müştemilat ne olmuştu, güvenliği nasıl halletmişti, bu işi başka kim biliyordu ve Hikmet'ten her şey bittiğinde nasıl kurtulacaklardı sormaya korktu, Cihan ona her ne kadar korkma demiş olsa da. Yalnız güvenmeyi seçti.
Tüm gece ayrıntıları konuşarak, çay içerek vakit harcadılar. Pasaportları hazırdı. İki haftada Cihan ayarlama yapmış, en erken vize veren Avrupa ülkesine ikisi adına başvuruda bile bulunmuştu. Birkaç güne her türlü ayak işinde Cihan'a yardımcı olan güvendiği yakın arkadaşından haber gelirdi. İyi bir komisyon karşılığında aracı olmuştu her türlü pisliği örtmek için. Duygu'nun ise, yapabildiği tek şey aksilik çıkmaması için bildiği tüm duaları okumaya başlamak oldu, bin bir tövbenin ardından.
Tam yatacakları sırada telefonu çalan Cihan bu kez odadan çıkmadan açtı. Sadece dinliyordu. Alo bile demeden karşıdaki kişinin söylediklerine kulak kesilmişti. Duygu da, yatakta bağdaş kurmuş halde sol elinin tırnaklarını kemirip sağ eliyle kedisini seviyordu.
Saniyeler dakika, dakikalar saat oldu sanki. Öyle uzun geldi Duygu'ya. Bir tahmin yap deseler soygunun elinin kulağında olduğuna yatırırdı bütün parasını. Dalıp gitmişti.
Nitekim Cihan'ın telefonu kapattığını ve ona baktığını o yatağa oturup gözünün önüne düşen bir tutam saçını kulağının arkasına sıkıştırınca ayırt edebildi.
"Haber geldi değil mi?"
Cihan başını aşağı yukarı sallayınca kalbi deli gibi atmaya başladı. Miya halinden hoşnut mırıldanırken kalp atışlarını düzene sokmaya çalıştı Duygu. İki gün sonra Tuzla için yola çıkacaklarını belirttikten sonra sordu Cihan.
"Özgürlüğüne hazır mısın küçüğüm?"

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder