9 Mayıs 2019 Perşembe

KALBİMİ GERİ VERİR MİSİN? 1. BÖLÜM


Duygu, iki gün önce çaldıkları bir Volvo'nun içinde, bir saatte girip çıktıkları villadan çaldıkları dört antika sanat eserini ve üç yağlı boya tabloyu arka koltuğa yerleştirdikten sonra doğruca şoför koltuğundaki Cihan'ın kucağına oturdu. En sevdiği şeydi arabada sevişmek.
"Önce biraz uzaklaşsaydık küçüğüm."
Duygu çoktan adamın kulağını dişlemeye başlamıştı. Adamın da hazır tarafı, uyarılmıştı bile. Kadına karşı koyamıyordu. Elleri, temmuz akşamının ve sahil kenarında yüksek nemin getirisi olan sıcaklıkta incecik giyinmiş olan kadının saten bluzunun içine kaymıştı. Onun pürüzsüz sırtını okşamayı seviyordu Cihan, Duygu da Cihan'ın dokunuşlarını.
Bacaklarını ayırarak oturduğundan adamın sertleşen penisi tam olması gereken yerine temas ediyordu. Tufacılık* için çıktıkları böyle zamanlarda Duygu'nun özellikle giydiği kısa eteği dizlerinin üstünde toplanmış, biçimli ve kaslı bacaklarını açıkta bırakmıştı.
"Duygu, acele edelim. Bekçi her an gelebilir."
"Tamam." diyerek havalandırdı bedenini genç kadın. Şortunu sıyıran adamın hazır ereksiyonunu kendi yana çektiği iç çamaşırının arasından içine aldı. Bir eliyle de saçındaki kızıl kısa peruğu çıkarıp yandaki koltuğa fırlattı. Uzun, gür saçlarını serbest bıraktı.
"Ahh! Niye karşı koyamıyorum sana Duygu?"
Üstünde zıplayan kadının başı aracın tavanına çarpmasın diye belinden sıkıcı kavradı iri elleriyle Cihan. Bir dahakinde üstü açılan bir otomobil çalmaya yemin etti içinden. Duygu bir yerlere sıkışıp kalmamalı hiçbir şekilde duygu, düşünce, hareketleri kısıtlanmamalıydı. Özgürlüğün kızı gibi hep serbest olmalıydı her hareketi.
"Karşı koymak mı istiyorsun?"
Elbette istiyordu. En başından beri istemişti karşı koymayı. Altı yıl kadar önce, bir gece dediği gibi erdemle donatılmış bir adam değildi; ama Duygu küçüktü. Büyümüş olsa da hala küçüktü. Bu küçük kadına nasıl karşı koyacağını bilmiyordu istese bile. Sürekli hazır olabiliyordu onun için. İstediğinde hayır demek imkansızdı.
"Ne haddime karşı koymak?"
Adam, zevkin baskın gelmesine uğraşırken aklı bir kez daha on üç dakika içinde yanacak olan bahçe aydınlatmasına kaydı. Saat 20:47 olmuştu. Bu villayı iki aydan fazla zamandır dikizlemiş ve hangi kamera hangi açıyla nereyi ne kadar ayrıntılı gösteriyor yılların da tecrübesiyle iyice erketeye yatmıştı**. Kör noktada duran arabayı bekçi geldiği ilk anda göremezdi; ama Duygu'nun zaman zaman uzun sürebilen orgazm anlarından biri olmamasını diledi yine de. Dileği gerçekleşti.
"Cihan, hadi. Birlikte gel benimle." Hay hay.
Bunu bekliyordu zaten Cihan. Bir an önce zevke gelip kadınını zevke getirip bu araziden aynasızlara enselenmeden siktir olup gitmek istiyordu. Duygu bir süre sonra üstündeki hareketini kesip nefesini toplarken o da kızın kıvırcık saçlarını okşuyordu. Seviyordu onları. Uzun, hacimli saçları minyon yüzünü daha bir küçültüyordu. Onun bu naif; ama gözü kara halleri Cihan için hayatına gelen renkti yıllardan beri. Yoksa hangi eksik akıllı kadın, hırsızlık yaptıkları her evin bahçesinde, araba içinde seks yapmak isterdi ki? Duygu gibi kanı deli olanlara bahşedilmiş bir yetenekti bu Cihan'a göre. Ona uyan adam da eksik akıllılıkta ondan aşağı kalmazdı.
Külodunu olması gerektiği yere çekiştirip adamın üstünden kalktı Duygu. Yolcu tarafına geçince dikiz aynasından arkaya göz atıp koltuğa yerleştirdiklerini işaret ederek sordu. Şimdi elindeki ipek eldivenleri de çıkardı.
"Sence ne kadara okuturuz bunları?"
Cihan yıllardır, çaldıkları her neyse tahmin yürütebilme yeteneğine sahipti ederleri hakkında. Duygu tutturamıyordu. Hatta ilk başlarda böyle lüks evlere Cihan'la girmeye başladığında, eli yükte hafif pahada ağır gördüğü nesnelere gidiyordu; ama Cihan 'bırak onu', 'onunla uğraşma', 'Duygu, o beş para etmez''cidden mi Duygu''öğren artık şu işi' gibi dozu gittikçe artan küçümseyici sözleriyle ona çok yol göstermişti.
"Ederlerinin yarısına okuturuz."
"Bu durumda ne kadar yani?"
Duygu'nun ilk işe çıktığı zamandan bu yana neredeyse altı yıl geçmişti. Cihan onu yanına aldıktan sonraki bir yıl boyunca ona bir ekmek bile çaldıramamış olmalarından sonra bu soru adamı her defasında gülümsetiyordu.
"Bu durumda en az bir altmış bini var sattığımızda küçüğüm."
Duygu paranın büyüklüğü karşısında kahkaha atarken bunu söyledikten sonra Cihan'ın yüzü asıldı. Onun bir anda değişen yüz ifadesine anlam vermeye çalıştı Duygu. Altmış bin çok iyi paraydı. Son aylarda kaldırdıkları toplam hasılat arasında vurgun bile sayılırdı. Yazın, yazlık villaları boş bulamıyorlardı.
"Ne oldu şimdi Cihan? Niye bozuk çalıyorsun?"
"Avantacı armut bunları görünce bize bir şey kalmayacak."
Al işte. Oldu mu şimdi?
Duygu'nun da yüzü asıldı. Bu ay ödeme ayıydı. Gerçi her ay ödeme ayı olabilirdi avantacıya göre. Canı nasıl, ne zaman isterse talep ediyor, gelir akışlarının hesabını bozuyordu.
Avantacı dedikleri kişi, en başlarda yaklaşık on erkek ve Duygu'nun yaşadığı evde lider olan kişiydi. Şimdilerde ise; Duygu ve Cihan'ın birlikte olmaya başladıkları son üç yıldır, onunla yaşamadıkları; ama yedi yıl önce Cihan sayesinde kendisini, daha bir yedi sekiz yıl öncesinde de Cihan'ı yanına alan, ona ve diğerlerine iş öğreten, onları meslek(!) sahibi eden Hikmet'ti. Az dayağını yememişti. Duygu, oldum olası, gördüm göresi hoşlanmıyordu o şişko yağ tulumundan.
Duygu ve Cihan ona armut demeye yine yedi yıl kadar önce Duygu aralarına katıldığı ilk zamanlarda başlamışlardı. Duygu hırsızlık yapmak istemiyor, adam cılız kızın üstüne giderek 'yapacaksın, çalacaksın.' diyerek laftan anlamıyordu.
Sonraları, yaklaşık bir yıl sonra ufak tefek yan kesiciliğe başladığında, güç bela, hızlı koşuyor olmasa neredeyse yakalanarak çaldığı üç beş cüzdan da boşa yakın oluyordu hemen hemen. Eli dolu geldiği öyle akşamlarda içindekileri kızın boşalttığını ve bilerek boş cüzdan getirdiğini iddia ediyordu. Üstünü başını aratıyordu Cihan'a. Cüzdanı çaldığında o halde olduğuna bir türlü inanmayarak yine laftan anlamıyordu.
Kısacası laftan anlamayan bir armuttu.
Avantacılık kısmı doğuştan gelen özelliğiydi zaten. Yanına gençten aldığı çocukların kendi başlarına iş yapmaya başladıklarında bile ellerindekilerin çoğunu kendi payı olarak alırdı. Onları yetiştirdiğini, iş öğrettiğini, bunun en doğal hakkı olduğunu savunurdu kart zampara. Cihan ve Duygu da haliyle yetiştirdiği kalifiye elemanlar oluyorlardı.
"Bir kısmını saklayamaz mıyız Cihan?"
"Nereye saklayalım sence? Eve geri bırakalım daha iyi."
Arabayı çalıştırmış, ana yola doğru çıkıyordu. Geri geri giderken Duygu düşünceliydi. Altmış binin en az yarısını alırdı ki; o yarısı ile planları vardı. Belli bir pay vermede sorun yoktu; ama ara sıra yarısından fazlasına çıkan oran, ikisinin de canını sıkıyordu.
Hadi Duygu yeni yetme acemiydi, Cihan yılların eli uzunuydu Hikmet andavalının en iyi arakçısıydı. Elini eteğini çektiği işlerden asalak gibi yaşayarak avantasını çıkarıyordu.
Hem riski yoktu, kelle koltukta dolaşan, o evlere giren Duygu ve Cihan oluyordu hem de getirisi temizdi. Direk artı hanesine işleniyordu.
"Çıkmaz bir sokağa falan bırakalım üzerini örterek. İyice sararız, birkaç zaman sonra okuturuz."
"Riskli Duygu. Hem hangi ara sokak güvenilir ki? Bizden de mi çalsınlar? Üstelik tanımadığımız pek çok adamı olabilir Hikmet'in. Takip ettirse ve biz farkına varmasak enseletir bizi. Sanat eseri bunlar. Cezası büyük."
"Böyle bir şey yaparsa kendi topuğuna sıkmak olur. Bunlardan pay alıyor. Biz içeri girince kimi yolacak?"
Duygu kısmen haklıydı. Onları ateşe atmayabilirdi; ama atabilirdi de. Tohumlarına para saymış değildi. Yaklaşık on beş yıldır bu adamın yanındaydı ve nerelerde ne tür tanıdıkları olduğunu kestirememiş, onun adına çalışan arakçı sayısının hesabını tutmayı becerememişti. Kendisi gibi sabit adamı azdı. Etrafındakiler sürekli farklı çocuklar oluyordu.
Ana yolda giderlerken ikisi de sus pus oldu. Bir nevi alın terlerinin baştaki başka bir hırsız tarafından ellerinden alınacak olması canlarını sıkıyordu. Şehir merkezine yaklaştıkça Duygu koltuğuna iyice yerleşti. Tanımadığı birilerinin, üzerlerinde hiç hakları olmayan kazancını cukkalıyorlardı evlerine izinsiz girerek. Fakat sonuç olarak sekiz beş çalışan bir memur gibi, sanki hakları gasp ediliyordu Hikmet tarafından.
Başını cama yasladığında kararan havada ay ışığının aydınlattığı yollara bakmaya başladı. Villadan ayrılalı beri bir saattir yoldalardı. Karnı acıkmıştı. Cihan'a söylese dururdu; ama uzaklaşmak ve bir an önce evlerine gitmek istiyordu o da. Şehir merkezine geldiklerinde kırmızı ışıkta duran arabayı akmayan yollardan ve sağ taraflarında yanlarına park eden arabadan anladı bir süre sonra. Başı sağa dönük dışarıyı izlediğinden arabasının açık camından kendisine dikkatle bakan adama kısa bir an bakış atan Duygu, adamı fark edip Cihan'a döndü ne olduğunu anlamak istercesine. Cihan da sağa bakıyordu.
"Dalmışım, kırmızı ışık mıymış? Polis durdurdu zannettim."
Cihan onu duyuyor görünmüyordu; ama sabit bir şekilde camdan dışarı bakar gözlerle hafifçe eğdi başını belli belirsiz. Kafasının arkasını görmek istiyordu sanki. Biraz endişeli gibiydi.
"Evet küçüğüm, kırmızı ışık. Acıktın mı?"
Şimdi tüm dikkati ondaydı. Sağ elini yanağına yerleştirmiş okşuyordu. Cihan'ın önceliği işten sonra genellikle Duygu olurdu; ama bu akşam biraz tutuktu. Villadan çıktıktan sonra arabada yine sevişmişti onunla, ama bu kez tamamen Duygu içindi. Öyle hissetmişti kadın. Kendini olaya vermemişti. Onunla birlikte boşalmasını söylediğinde bunu bir görev gibi yapmıştı. Hep tedirgin olurdu bahçede; ama hiç bitsin de gidelim olmamıştı. Kendini daima katardı sekse.
Bu yüzden bir kez de Duygu düşünmeliydi belki de onu. Acıkmış olsa da açlıktan daha mühim meseleler vardı.
"Neyin var senin?"
Arkadan çalan korna sesiyle birlikte gaza bastı Cihan. Dalgınlığını Duygu da fark etmişti işte. Kahretsin. Belli etmemeye çalışmıştı halbuki. İnkar etmek en sakınan göze çöp batırma ve kabullenme yöntemiydi belki; ama Duygu'nun anlamama ihtimalini göz ardı edemedi. İnanırdı belki ona.
"Ne demek neyin var?"
"Canını sıkan bir şey var, net. Söylemeyecek misin bana?"
Kaçak dövüşünce kazanılmıyor muydu tüm maçlar? Duygu saftı, temizdi, onu bulduktan ve birlikte olmaya başladıktan sonra hayatında ilk defa hırsızlıktan başka bir şey biliyor olmayı dilemişti geçimini sağlamak için. Duygu, aralarına girdiği ilk bir yıl ne dayaklar yemişti Hikmet'ten yine de ısrarla karşı çıkmış, diklenmişti ona bu işi yapmamak için.
"Beni dayaktan sakat bıraksan, hatta gebertsen de çalmayacağım. Ölen annemin babamın üstüne yemin ederim ki, hırsız olmayacağım ben."
Cihan ona güven verdikçe ve eğer elini başkasının malına uzatmazsa orada daha fazla kalamayacağını anladıkça, Cihan'ın o omuzlarına daha fazla yük bindirmemek için, Duygu bir yılın sonunda ufaktan yan kesiciliğe başlamıştı. Evdeki diğer erkeklerin de iri kıyım olmaları sebebiyle Cihan için en iyi partner bir süre sonra Duygu oluyor, bu durum onların geçirdikleri vakti arttırıyordu.
Bazen sabaha kadar girecekleri evin krokisini çalışıyorlar bazen de kimin camdan gireceği konusunda anlaşmazlığa düşüyorlardı. Aslında minyon bedenli ve esnek kızın küçük bir banyo ya da kiler camından rahatlıkla sığabildiği her ev Cihan için zamandan tasarruf demekti. Kısa bir süre sonra tartışmalar son buldu.
Duygu, camdan giriyor, içeriden kapıyı açıyordu ona. Zorla girilme izine rastlanma olasılığı olmadığı için ellerindekileri daha geniş zamanda, en iyi fiyatı verene satma şansları oluyordu yakalanma riskleri en aza indiği için.
İlk başlardaki tedirginliğini üstünden atmıştı Duygu evlere girme konusunda. Şimdi alışmıştı hırsızlık olaylarına, işinde de gayet iyiydi belki; ama çok başka yerlerde olmayı hak eden, başına gelenleri ve hatta kendisini dahi hiç hak etmeyen bir melekti o Cihan'a göre. Anlatırsa anlardı belki. Hikmet'ten gizli tutmayı planladığı iş, ancak Duygu ona destek verirse altından kalkabileceği bir işti.
Tek başına risk almayı sorun etmezdi normalde; ama başına bir şey gelirse Hikmet Duygu'yu rahat bırakmaz, diğerlerinden birinin yanına verirdi ki, hiç kimse Cihan kadar iyi değildi. Dahası iyi olsa bile Cihan kendinden başkasına güvenemezdi Duygu için.
On sap adamla birlikte kaldıkları her gece Duygu'ya zarar vereceklerini düşünerek gözüne uyku girmezdi ilk zamanlar. Sonraları kimsenin onunla kadın olarak ilgilenmediğini anlamış, kendi ilgilendiğinde ve birliktelikleri başladığında, içinden geldiği gibi tam bir özgür ruh olan Duygu'nun minik orgazm çığlıkları evin her yerinden duyulmaya başlamıştı.
Sabah olup da kadının yüzüne bir türlü bakamayan ev ahalisinin gece kendilerini tatmin etmek için o çığlıkları kullandıklarını anlamak zor olmadı Cihan için bir süre sonra. Anladığı gibi de ayrıldı Duygu'yla birlikte o evden. Geç bile kalmıştı. İkisi birlikte daha iyiydi. Tabii, Hikmet'ten ayrılmak diye bir şey söz konusu olamadığı için avanta kısmı hala geçerliydi.
"Bir iş var."
Duygu'yu tehlikeye atmayı hiç istemese de avantacı armuttan kurtulmanın ve Duygu'nun hayallerini gerçekleştirmesinin tek yolu bu olabilirdi.
"Tamam. Ne zaman giriyoruz?"
"Girdin soydun bile Duygu. Acele etme küçüğüm. Riskli."
"Nesi riskli?"
Dört katlı, havuzlu, otoparklı villa, Tuzla çıkışında, Cihan'ın tuvalet kağıdı rulosunun banknot olduğunu düşündüğü, ultra multi plus zenginlerden birine aitti. Yılda sadece üç beş gün, o da sürüsüne bereket şımarık torunlarının alem yapması için kullanılıyordu. Emlak zengini yaşlı adam ise, oraya uğrayacak biri değildi sağlık sorunları nedeniyle. Allah uzun ömürler versin tabii, villanın içinde on yıl öncesine kadar eşiyle yaşadığı için antika biblolar, müzayede tabloları, altın varaklı kapılar, yatak başları mevcuttu. Şimdilerde, o adamın varlığını unuttuğu yerlerden biriydi adeta.
"Sürekli orada yaşayan müştemilat var."
Cihan iki yıl kadar önce, bir keresinde adamla yapılan röportajın o evde yapıldığını gazetelerden okumuştu. Evin fotoğraflanan bazı kısımları da gazeteye basılmıştı ve gördükleri bile Cihan'ın yedi sülalesinin hayatını kurtarmaya yeterdi. Bu durumda kendisi ve Duygu için yepyeni bir hayat, yepyeni kimlikler, elveda İstanbul, merhaba Duygu artık nerede yaşamak isterse demekti.
Hırsızlık yapmak zorunda kalmadan... En büyük zenginlik bu olacaktı Cihan için.
Adamın bu villadan başka, İstanbul ve Ankara'nın pek çok ilçesi ile, Bodrum, Fethiye, Kaş, Çeşme, Kuşadası, Erikli, Armutlu, Gümüşlük, Şirince ve daha akla gelmeyen pek çok sahil kasabasında iki yüzden fazla, büyüklü küçüklü taşınmazı vardı. Ailesinin yaşadıkları dışındakilerin kira gelirleriyle geçinen Ekrem Zengin soyadının hakkını verenlerdendi.
Soyadı kanunu döneminde kendi babasının elinde olan iki tane evle seçtiği bu soy isim, adamın tek erkek evladına mirası gibiydi. Öldüğünde elindeki on beş evi, oğlu Ekrem Zengin arttırdıkça arttırmıştı. Şimdilerde yetmişli yaşlarının sonlarında olan adamın beş oğlu ve bir kızı vardı. Altı evladından ise, on yedi torunu vardı.
Erkek çocuklarından okumak isteyeni okutmuş; ama o kadar evin kira gelirini hiç çalışmadan almak varken iş kuran ya da kalıcı bir işte dikiş tutturan çıkmamıştı aralarından.
Torunları keza yurt dışına okuma bahanesiyle gidenler dört yıllık okulu bitirmek için sekiz senedir ülkeye doğru dürüst gelmiyorlardı. Çok sevdiği Ümmühan hanım, beş yıl önce kaybettiği eşi, beş çocuktan sonra kız evlat için ısrar ettiğinde Ekrem bey tüm itirazlarına rağmen kıramamıştı karısını.
"Bir kızımız da olsa fena mı olur Ekrem bey."
"Sipariş üzerine gelmiyorlar ya Ümmühan hanım. Altıncı erkek evlada tahammül edeceğimi sanmıyorum."
"Allah bilir elbette. İçimden kız olacak diye geçiyor."
İyi ki, içine doğmuştu sevgili karısının. Altıncı çocukları, bir babanın sahip olabileceği en iyi kız evlattı. Abilerinin aksine kendi takı işini kurmuş ve küçük bir dükkanla başlattığı işini İstanbul'un nezih semtlerinde şubeler açarak büyütmüştü. Üstelik diğer çocukları gibi kontrolsüzce ürememiş, tek bir çocuğu kendisine yeterli görmüştü.
Babası ona da daireler vermişti kendi tasarrufu için; ama ne o ne de damadı dairelerin gelirleriyle geçinmişlerdi. İkisi de işine gücüne ve tek erkek evlatlarına bakan bireyler olmuşlardı.
Bunları yıllar içinde gören yaşlı adam, oğullarını ve işe yaramaz gelinleri ile torunlarını ve evli olanların gelinlerinden de beş para etmez karılarını geçen ay bir kere karşısına almış, bunun böyle devam etmeyeceğini belirtmişti onlara. Ya bir iş bulup çalışacaklar ya da para akan musluk damlamaya, sonra da tıkanmaya başlayacaktı en kısa sürede.
Tasarrufunu verdiği hiçbir mülk o ölmeden önce çocuklarına geçmiyordu. Satıp parasını yeme gibi durumları olamazdı. Sessizlik bile memnuniyetsizlik ifadesiydi. Nereden çıkmıştı bu yıllar sonra? Ne güzel geçinip gidiyorlardı. Verdikleri hiçbir mülk sayısında artış olmaması yaşlı adam için cevaptı aslında. Onlar sadece yemeyi biliyordu. Artık devran değişmeliydi.
Oğullarından çıkmayan sesler karılarından ve onların uzun tırnaklı gelinlerinden çıkmaya başladı.
"Aman babacım, yaşı elliyi geçmiş adam ne iş tutsun bu saatten sonra?"
En büyük oğlu Ertuğrul'un eşi Aycan lafı ilk yiyen olacaktı belli olmuştu. Adam iyiydi, hoştu, haddinden fazla cömertti; ama boş lakırdıya katlanamıyordu.
"Genç olmadı mı o yaşı elliyi geçen adam? Kocanla beraber kafa kafaya verip aklınızı çalıştırın. Bir iş geliyordur elinizden herhalde?"
Kayınvalidesinin gözüne girmeye niyetli küçük gelinlerden biri attı kendini bu kez savaş meydanına.
"Dedecim, Metin okuyor daha. Sen çağırdın diye geldik Viyana'dan. Okulu bitince..."
Ekrem Zengin elini kaldırınca en büyük oğlunun büyük oğlunun eşi İlksen sus pus oldu. Onlara karşı kayıtsızdı adam. Oğullarına anneleri sağken çok müdahale edememişti; ama torunları da yani, nasıl dese, sokağa çıkmışlar da önlerine gelen ilk kızı veya ilk erkeği kollarından tutup evlenmişlerdi sanki. Bu kadar işe yaramaz, bu kadar lakayt olabilirlerdi ancak. Zengin yere kapak atmış, yurt dışına okuma bahanesiyle gidip baba parası, daha doğru tabirle dede parası yiyen asalakların asalak eşleriydi hepsi. Yalandan bölüm okumuş, Ekrem'in salak torunlarını bulunca da nikahı basmışlardı. İyi ki, henüz çocuk yapan yoktu.
"Tıp okuyor da benim mi haberim yok? Gazetecilik kaç yıl sürüyor, biri bana hatırlatsın."
"Dört yıl dedecim."
Diğer işgüzar torunlarından biri atlamıştı bu kez. Torunları bir aradayken her şey güllük gülistanlık, biri diğerine canını verecek haldeyken farklı yönlere baktıkları anda miras meselesi konuşulurdu her ailenin kendi iç işlerinde baş başa kaldıkları anlarda.
"Sen sanki okulunu bitirdin de iş kurdun Nesrin. Yurt dışında gazetecilik okumak çok zormuş. Sen bilmezsin tabii."
Torunlarının küçükken tartışmaları, atışmaları o zamanlar yaşı ilerlememiş olan yaşlı adamın keyfini yerine getiren tek şeydi neredeyse. Doyamazdı onları oynarken, itişirken, anlaşırken, ağız dalaşı yaparken izlemeye. Şimdi aynı hazzı alamıyordu haliyle. O dönemler çıkarsız olan kuzen ilişkileri, mal varlığının arttığı ölçüde çıkar çatışmasına dönecek diye korkmaya başlamıştı yıllar içinde.
"Neyse ne? Gelirlerinizi not alın. Bir yılın sonunda üzerine en az bir mülk koymayan kişiden hepsini alırım. O zaman ne yaparsanız yapın. Kavrulduğunuz kendi yağınız zeytin yağı olmuyorsa bu sizin sorununuz."
"Baba bu devirde ev almak kolay mı?"
"Elimizdekileri satmadığımıza dua et sen."
"Dede okullarımız masraflı, sonra ev tutuldu oralarda, arttırmak zor haliyle."
"Ne yaptın dede yaa? Bir mülk nedir? Nereden, nasıl bir mülk mesela?"
Her kafadan bir ses çıkmaya başlayınca yaşlı adamın kafası şişti. En başta ne kadar hata yaptığını gösteriyordu bu sesler. Zamanında böyle bol keseden dağıtmış olmasaydı şimdi hazıra konmayacaklar, kızı gibi çalışıp çabalayacaklardı belki. Ona da vermişti hepsi kadar; ama ondaki fark neydi ki?
Ümmühan hanımın sesi yankılandı kulaklarında.
"Arkamızdan sövdürme Ekrem bey. Yaşarken bölüştür neyimiz var neyimiz yoksa. Biz ne yapacağız bu saatten sonra parayı? Ekrem'in çocukları miras kavgası yapıyor dedirtme kimseciklere."
Şimdi neredeyse yüzüne söveceklerdi. Arkası önü mü kalmıştı?
"Sen bir tavuk kümesi al, ona da mülk diyeceğim ben. Sorduğu soruya bak hele zillinin. Nasıl yetiştirmişsiniz siz böyle çocuklarınızı? Ağlayacaklar neredeyse mal mülk edinin, yemeyin, israf etmeyin dedim diye."
Merve dediğine diyeceğine pişman olmuştu. Annesi dürtüklediği halde ağzından çıkanlara engel olamamıştı.
"Olur mu öyle şey dedecim, ben belli bir limiti var mı diye şey ettim."
"Tabii baba, Merve de biz de elimizden gelen tutumluluğu göstereceğiz elbette. Haklısınız babacım. Hazıra dağ mı dayanır?"
Anne kız Yağcılar'da inmeyi unutmuştu herhalde. İki kadını da susturan adamın sert ve kesin tavrı karşısında, başka biri konuşmaya cesaret edemedi. Bundan cesaret alan Ekrem ise, elinde kalan üç beş evlenmeyen torununa şart koşmayı kendine vazife gördü.
"Siz Özer, Nesrin, Merve, Burak evleneceğiniz kişiyi ben seçeceğim. Varsa bir adayınız gelip bana el öptüreceksiniz. Gözüm tutmazsa da evlenmeyeceksiniz. Tek bir şansınız var iyi düşünün, taşının. Zırnık koklatmam artık hiçbirinize. Ha, bir de gözüm tutarsa dileyin benden ne dilerseniz. Dilemeden daha söyleyeyim. Tuzla'daki villa dördünüzün arasında eşit pay edilecek."
Kimseden bir beklentisi olmamıştı bu güne kadar. Tuzla'daki villa, onun babasından kalan on beş evin üstüne koyduğu ilk göz ağrısı, görücü usulü evlendiği karısının yüzünü ilk gördüğü yerdi. Kıymeti onun için paha biçilemezdi. İçindekiler ise umurunda bile değildi. Ümmühan hanımın babasından kalan çoğu antikaları buraya getirmemişti bile. Ekrem Zengin'e kalsa o da gelmezdi bu kalabalık, gürültülü ve kirli şehire. Ama gel gör ki, haftada üç kez diyalize girmek zorundaydı.
Yanında özel hemşiresi vardı zaten. Çocuklarına yük olmuş da değildi. Yine, daha küçük ve gösterişli bir villada tek başına günlerini geçiyordu. Gelen gidenin o kalabalık ailesine rağmen, her geçen yıl daha da azalmasına üzülerek bakıyordu evinin camından dışarı.
Uğuldamalar artınca dört kuzen ne diyeceklerini bilemeden birbirlerine baktı. Teklif muazzamdı, ama dedenin onay şartı Burak'ın canını sıktı. Birlikte olduğu kadın el öpmeyi biliyor muydu acaba diye düşünmeden edemedi.
Anne babasına ait dükkan gelirleri ile dedesinin zırnıklarına muhtaç değildi, ama ondan gelecek onaya hayır demezdi. Babasının ailesini yılda ancak bir kere o da, Amerika'ya giderse görebiliyordu. Ailesinden olan beş dayısı villa lafından sonra Hülya konusunu gündeme getirerek onun torunluktan reddedilmesine kadar götürebilirlerdi işi.
Bu durumda, bir buçuk yıl önce kazada ölen anne babasından sonra, kızını gerçekten seven, haliyle Burak'ı diğerlerinden ayrı seven bu yaşlı adam onun tek büyüğü sayılırdı.
Yeni bir gelin adayını bulup dedesinin onayından geçirmek için ne kadar süresi vardı acaba? Bir de bu aday gözü tok, anlaşma yapmaya meyilli, dedesinin kaleminden, doğal, onun seveceği şekilde dürüst, Allah uzun ömür versin, ama dedesi ölünce boşanmaya ses çıkarmayacak, evliyken iç işlerinde özgür, dış işlerinde Burak'a bağlı olmayı kabul edecek, Hülya'yı sorun etmeyecek, ha bir de el öpmeyi bilecek biri olmak zorundaydı.
Yaklaşık bir ay önce dedesinin bunları söylemek için villasında yaptığı konuşma o akşam iş çıkışı, aklına geldi yine. Bunları düşünürken kırmızı ışıkta kıvırcık saçlar çekti dikkatini. Yüzünü göremeyecekti neredeyse dikkatlice bakmış olmasaydı.
Dedesinin istediği böyle bir kadın var mıydı?
⭐⭐⭐
*gece ev soymak.
**gözlem yapmak.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder