9 Mayıs 2019 Perşembe

KALBİMİ GERİ VERİR MİSİN? 2. BÖLÜM

Yanındaki adamın canı çok sık sıkılmazdı; ama bir sıkıldı mı yıllık stok gibi, sıkıntısı bitene kadar akla karayı seçerdi Duygu. Cihan'ın canı sıkkınken onunla konuşmaya çalışmak zorken iletişimin herhangi bir türlüsü ise, işkence çekmekle eş anlamlıydı. Hayır yani, Duygu da anlamıyordu, kerpetenle ağzından laf almaya çalışan da kendisiydi, işkence çeken de. Konuya girmeye çalıştı tekrar.
"Müştemilat hiç mi ayrılmıyor yerinden?"
"Evleri villanın bahçesinde. Onlara özel, onlara ait. Sahibinin uzaktan akrabaları ve güvendiği birileri."
Duygu Cihan'ın canının sadece buna bu kadar sıkılacağını düşünmüyordu. Kaç yıldır yanındaydı onun. Sevgili olmadan çok önceleri gözlemleme fırsatı bulmuştu onu. Hem arkadaş, abi olarak hem sevgili, aşık olarak hem de iş yaptığı iş arkadaşı, sırdaş olarak çözümlediğini sanırdı.
"Canını sıkan başka bir şey olmadığına emin misin? Kapıyı çalıp yüzlerine bayıltıcı sıkmak mı zor geliyor sana?"
Duygu iyi hoştu, ama böyle analizler yaptığında çıplak hissediyordu Cihan kendini onun karşısında. Çıplaklık, onunlayken yatak dışında çok tercih ettiği bir durum değildi. Bir erkeğin, hele işinin ehli hırsız bir adamın kendine saklamak istediği sırları olabilirdi.
"O zaman yüzlerimizi görmüş olurlar Duygu."
"Sen görünme. Bir makyaj yaparım, hem de bu kızıl, kısa peruk var. Beni bununla ilk kez gördüğünde sen bile tanıyamamıştın. Gördükleri kısa, düz, kızıl saçlı, aşırı makyajlı, frapan bir kadın oluverir."
Nasıl da hevesliydi. Müştemilat kolay işti. Asıl zorluk Hikmet'ten gizlemekti. Küçük çapta cüzdan çarpmaları, saat, altın yüzük, kolye işi değildi artık yapılan. Boş evlere girmenin riski de cezası da fazlaydı. Tuzla'daki villa, yıllar önce avantacının da aklında olan bir yerdi ve denemeyi gözü kesmemişti. Cihan, on yıl kadar önce yirmi üç yaşlarında bir gece eve döndüğünde o zamanlar ortağı ve aynı zamanda kardeşi olan Halil ile konuşmalarını dinlemişti.
"Atılmasaydın çözebilirdin. Çok erken dürdüler defterini."
"Ne yapsaydım abi? Bu nasıl sistem dememe kalmadan sepetlediler palas pandıras. Çok güvenilir adamlar. Villa sahibi öl dese ölürler. Zor bela kabul ettirmiştim kendimi zaten."
Tabii o zamanlar içinde yaşayan birileri olan villayı soymak daha büyük cesaret gerektiriyordu ki, bahçıvan olarak işe giren Halil bile villanın güvenlik sistemini bir türlü çözememişti. Ha, çözseydi de Hikmet armutunda o cesaret olacak mıydı, kafalarda soru işaretiydi. Cihan için önemi yoktu gerçi onun cesaretli olup olmamasının. Her türlü alarmın anne kızlık soyadına kadar bilen Halil, bu türüne hiç rastlamadığını küfür kıyamet ederek anlatmıştı abisine.
Cihan daha o zamandan beri bıkmıştı Hikmet'ten, ama öğreneceği pek çok şey varken, hele ki Tuzla'daki villayı aklının bir köşesine yazmışken tüm bıkkınlıklarını rafa kaldırmıştı. İkisi arasında abisinden daha armut olan Halil'den sistemin Amerika'daki bir kuruluş tarafından yapıldığını, çok karmaşık bir mekanizması olduğunu öğrenmişti.
Hem o zaman Duygu katılmamıştı aralarına henüz. Tek başına altından kalkamazdı. Şimdi Duygu da varken, villa Hikmet'in özel ilgi alanından çıkmışken Cihan deneyebilirdi. Tek sorun Duygu'nun bu hevesine ihtiyacı olup minnet duymasına rağmen riskleri göz ardı etmesinin söz konusu olamayacağıydı.
Halil, her güvenlik alarmı onun parmak iziyle, göz taramasıyla, dna'sıyla çalışıyormuş gibi hiç zorlanmadan çökertebiliyordu girdiği tüm lüks evlerinkileri; ama bunda tökezlemişti işte. Onun tökezlediği yerde Cihan koca bir çukuru görmeden içine düşerdi. O yüzden beklemiş, araştırmış ve soymak için doğru zamanı beklemişti.
"Duygu riskli, çünkü bu iş son olsun istiyorum."
"Nasıl son? Son son mu?"
"Son son küçüğüm."
"Hikmet armudu ne olacak?"
"Haberi olmamalı tabii. Bu arabadan indiğinde sen de unutacaksın. Tam kararla ben sana gelmeden tekrar konuşmayalım."
Duygu Cihan'ın çoktandır bu işlerden elini eteğini çekmek istediğini, daha düzgün bir işe girme amacı gütmese de artık çalıp çırpmadan yaşamak olan hayalini gayet iyi biliyordu. O da bunun için vakit öldürüyordu aslında. Bir gün bir işe girip normal insanlar gibi mesai ile çalışacağının rüyasına yatıyordu her gece. Anne babasının üstüne yemin ettiği, asla hırsızlık yapmam dediği zaman bundan yaklaşık altı yıl öncesine tekabül ediyordu.
Eğer Cihan bu iş için son son diyorsa kaldıracakları ganimet oldukça yüklü demekti. Villayı merak etti. Ama konu kapanmıştı şimdilik. Karnı açken Cihan'nın can sıkıntısına canını sıkamazdı. Evlerine gelince arabayı düzgünce park edemeden durdurdu aceleyle Cihan.
"Cibiliyetini siktiğimin tipsizi. Daha elimizden çıkarmadan alacak ne topladıysak."
Duygu hitabın naifliğinden kime söylendiğini daha bakmadan biliyordu. Hikmet ve dört adamı gözlerine çarpmıştı apartman girişinde. Farları açık arabanın etrafında dikiliyorlardı. Onları görünce ileri adımladılar. İnmeden bir daha uyardı Duygu'yu Cihan.
"Az önce konuştuklarımızı hiç ama hiç konuşmadık, tamam  küçüğüm?"
"Tamam Cihan."
Unuttu Duygu. Bu adamın yanında unutmasa da konuşmak istemiyordu. Sapsarı dişlerinin arasından tükürüklerini saça saça, yağ bağlamış göbeğini kaşıya kaşıya vereceği her cevap midesini bulandırıyordu. Cihan da onun konuşmasını tercih etmezdi. Cihan'ın arkasından indi arabadan.
"Gözlerim yollarda kaldı. Ne uzun sürdü gelmeniz. Naber Cihan ve onun küçüğü?"
"Ne işin var burada? Buraya gelmemen konusunda anlaşmıştık. Evimizin önü burası Hikmet."
"Senin buralara kadar zahmet etme Hikmet ağabey, ben senin ayağına kadar getiririm dediğini anımsar gibiyim, ama bir anlaşma yaptık mı, hiç sanmam. Neler getirdin bana?"
Cihan cevap vermeden çatılı kaşlarla Duygu'ya işaret edip eve geçmesini istedi. Olaylar çirkin bir hal alırsa görmesini istemiyordu. Apartmana girmek için ilk adımı atan Duygu'yu ona en yakın olan, daha önce rast gelmedikleri bir herif kollarının arasına aldı.
"Bıraksana lan beni, dürzü. Ne demeye dokunuyorsun bana pis ellerinle puşt?"
"Vahşi kedi yemin ediyorum. Ağzının tadını biliyorsun. Küçüğüne bir zarar gelmeyecek Cihan. Hikmet Dursun sözü."
"Söyle köpeğine bıraksın Duygu'yu Hikmet. Benim yolumla bırakmak istemez."
Dişlerinin arasından konuşan Cihan yumruklarını sıkmıştı. Duygu onu öyle görünce çırpınmayı bıraktı. Adamın ona dokunuşlarından ne denli rahatsızlık duyduğunun boyutunu bilirse adam mefta demekti.
"Yav he hee. Bırakacak elbet. Söylesene vahşi kedi, hala çığlık atıyor musun Cihan'ın altında?"
Çığlık kelimesi ile Cihan yumruğunu geçirdi Duygu'yu tutan adama. Bir dahaki yumruğunun Hikmet'e ineceğinden emin şekilde eve koşturdu Duygu serbest kalınca. Orada durması Cihan'ın koruma içgüdüsünü güdümlüyordu. Onu tutan adamın bu yumruğu hiç beklemediği öyle belliydi ki, yanan yanağını tuttu. Neden sonra yumruk yediği aklına gelmiş gibi, tam Cihan'a hamle yapacakken, kılını kıpırdatmadan duran Cihan karşısında Hikmet elini kaldırıp durdurdu adamını.
"Tamam lan uzatma. Geç şöyle arkama salak. Yanağını tutuyor bir de. Cihan kadınında gözümüz yok. Bizi bilirsin. Kaç yıl aynı evde yan gözle bakan oldu mu vahşi kedine? İşimizi halletmeye geldik. Bana olan borcunu öde gidelim."
Zaten kalabalık yaşadıkları o kötü evde, Duygu bir de sokakta bulduğu çelimsiz kedileri oraya taşıyıp onları beslemek istediği için Hikmet ona vahşi kedi demeye başlamıştı. Duygu tam bir kedi annesiydi.
"Sana borcum yok. Aldığın, alacağın her neyse senin gasp etmen olabilir sadece. Ne alacaksan al, hepsi arabanın arkasında."
Başıyla arabayı işaret edince dört adamı Duygu ve Cihan'ın çaldıkları beş parçayı apartman girişine soktular. Adamların tümü içeri girince Hikmet girişte baktı mallara. Bu bölümde daire olmaması şanstı. Resmen çaldıkları malları pazara çıkarmış satıcı gibi alış veriş yapıyordu Hikmet'le. Aldığı bir şey yoktu gerçi. Alan taraf hep avantacı armuttu.
Kendince biçtiği değer sonucunda bir tablo ve bir antikada karar kıldı. Hepsini alarak ayıp etmek istemedi herhalde. Ürkütmek işine gelmezdi. Bu ikisi isyan çıkarsa, Hikmet kül olurdu. Çabuk biten işinden sonra , eliyle yanağını tutup, gözleriyle Cihan'ı öldürdüğünü sanan adamın yanından geçerken bir hışımla tutup indirdi Hikmet adamın yanağındaki elini.
Cihan sert vurmuştu. Zamanında dövüş derslerinde ve yasak dövüş gruplarında epey vakit geçirdiğini bilen Hikmet adamını korumak zorundaydı ondan. Elinden alamazdı yoksa. Yine de lafını esirgemedi salak adamından.
Sert bakışlarını sabit tutan Cihan, ne Hikmet mallardan istediğini alırken ne adamına çemkirirken ses etti. Gereğinden fazla muhatap olmak istemiyordu onlarla. Bir an önce def olup gitmelilerdi.
"Size dövüş öğrenin diyorum, aval aval bakıyorsunuz. Hadi Cihan gibi karate kid olmayın, en azından bir yumruk atın yav. O da mı olmadı, kendinizi savunmayı becerin bari dümbükler. Gerizekalılar sizi, düşün önüme."
Başka bir şey söylemeden çıkan beş adamın arkasından bakarken Tuzla ve villa fikri dönüyordu kafasında. Dönerken yerleşiyordu, yerleşirken dönüyordu. Kesin kararını vermişti. Son işlerini gerçekleştireceklerdi. Duygu hala istiyorsa eğer, onu da alacaktı yanına.
Cihan, giden en değerli iki parçayı düşünmemeye çalışarak asansöre bindi ve kendi katlarına çıktı. İçinden ettiği küfürlerin dışına çıkmasını önlemek için gösterdiği çaba takdire şayandı. Üçüncü katta duran asansörün kapıları açıldığında, Duygu'yu endişeli gözlerle kapıda buldu.
Gülümsedi ona. Son ayarlamalarını yapana, güvenlik önlemlerini alana kadar bir süre daha umutlanmasını geciktirecekti sadece. Kucağında iki gün önce sokaktan bulup eve aldığı kedisi, çıplak ayaklarında parmak arası terlikleriyle öyle güzeldi ki. Açmış olduğu, evin tüm ışıkları, eteğinin içini göstererek güzel bacaklarının hatlarını Cihan'ın gözlerinin önüne seriyordu.
"Bir şey yaptılar mı sana?"
"Hayır Duygu. Ne yapabilirler?"
"Aşağıda bir şey kaldı , gidip alayım?"
"Bu üçü sadece. Aşağıda bir şey yok."
"Yuh! Fahişenin evladı. İki tane mi aldı?"
"Küçüğüm içeri geçelim. Çekil kapıdan ellerimdekileri bırakayım komşular çıkmadan."
Çok nezih bir semtin, semtten de nezih mahallesinde, site içinde bir apartman dairesinde yaşamıyorlardı elbette; ama bariz bir soygunu karşı komşunun gözüne sokmaya gerek yoktu.
Duygu içeri girince onu takip edip ayağıyla itti kapıyı. Duvara yasladığı tabloların ardından doğruca mutfağa su içmeye gitti. Buzdolabından şöyle buz gibi soğuk bir su içse hiç fena olmazdı. En çok para edenleri on saniye içinde tespit edip almıştı resmen. Hikmet'e bilendi yine. Bu sinirli halinden kendisi de bir gram hoşlanmıyor, böyle devam ederse Duygu'yu kırmaktan korkuyordu.
Su için açtığı dolabın boşluğu midesini guruldattı. Saat on bir olmuştu. Duygu daha yolda aç olduğunu söylemişti. Suyu alıp içerken onun mutfak kapısında dikilip ona baktığını fark etti.
"Hazır mantı var evde, yapayım mı? Ama gidip yoğurt alman lazım."
"Daha düzgün bir şey yiyelim."
Ağzından çıktığı anda pişman oldu. Amacı evde yemek yok mu demek değildi. Duygu'nun adı gerçekten yemek olan bir şeyler yemesi gerekti. Ne kadar yerse yesin Duygu zayıf kalıyordu, ama yapabildiği tek şey olan hazır hamur işigilleri Cihan'ın yediği sıklık arttıkça kilo alması kaçınılmazdı. Ona göre yaşı ilerideydi zaten, bir de şişman olmak işine gelmezdi.
Duygu daha düzgün yenecek bir şey düşündü, öyle bir besin yoktu evde. Meyve belki... ama açtı. Meyveyle karnı doymazdı Cihan'ın da.
"Saat on bir. Düzgün ne yiyebiliriz?"
"Kahvaltı yapalım mı? Yumurtapeynir, zeytin. Ne dersin küçüğüm?"
Duygu'nun yüzü düştü. Yemek yapmayı dört beş kez denemiş, her seferinde ya yakmış ya pişirememiş çiğ bırakmıştı. Zavallı Cihan, çok güzel olmuş, eline sağlık küçüğüm derken onun yaptığı yemeğimsi şeyden zehirlenecekti neredeyse, yine de Duygu'nun duymak istediklerini söylemişti.
Daha güzel yemek yapabilmeyi isterdi. On erkek bulunan evde kalmaya başladığında güzel şeyler yemeği unutacağını biliyordu, ama Cihan her zaman onun istediklerini bulmayı er geç becermişti. Diğer adamlara yemek yapmasını da hiç onaylamamıştı zaten. Yüzü düşen kıza baktı Cihan. Pişmanlığı çıkmıştı işte.
"Özür dilerim. Mantı düzgün bir yiyecek tabii, sadece biraz geç oldu Duygu. Canım istemedi o yüzden."
"Haklısın. Kahvaltı iyidir. Bu sabah iş heyecanıyla tam yapamamıştım. Ben çay koyayım."
Gülümsemeye çalışarak kucağında okşarken uyuyan Miya'yı yerine bıraktı. Ellerini yıkayıp mutfağa geri döndüğünde Cihan'ın çoktan tüm kahvaltılıkları çıkardığını gördü. Sucuklu yumurta için hazırlıklara girişmişti bile. Menemeni tercih ederdi, ama biber yoktu evde. Daha düzgün şeyler için alış veriş yapmaya karar verdi. İnternet'ten yemek yapmayı öğrenecekti. Koydu kafasına.
Onlar yiyecek bir şeyler hazırlayadursun dedesinin laflarını anımsayan Burak o dalgınlıkla arabasını çoktan oraya sürmüştü. Burak saat dokuz buçukta geldiği için azar işitmiş, babasının araba galerisindeki işlerinin anca sekizde bittiğini, trafikte buraya gelmenin de bir buçuk saat kadar sürdüğünü uzun uğraşlar sonucunda anlayan dedesiyle masaya geçmiş, dedesi de Burak'la normal bir sohbete anca o akşam yemeği yedikten sonra geçebilmişti.
Dedesinin yardımcısı onlara kahve getirdiğinde bir aydır lafı açılmayan hayırlı kısmet meselesi tekrar açılmıştı. Burak buraya geldiğinde bunu bekliyordu aslında; yine de hazırlıksız yakalanmıştı. Buna nasıl hazır olunabileceği hakkında çıkarımda bulunmak imkansızdı zaten ona göre.
"Merve uğradı bugün gündüz."
Gündüz zaman zarfı laf sokma amacı gütmüyordu galiba. Az önce geç gelme krizi çözülmüştü çünkü. 
"Öyle mi? İşe gitmemiş mi?"
"Hayırlı bir iş için gitmemiş. Erkek arkadaşını getirdi el öpmeye."
Burak kahveyi tükürecekti neredeyse. İşte bunu beklemiyordu. Merve dayanağıydı bir nevi. Erhan dayısının en küçüğü, Burak'ın da tüm kuzenleri arasında en sevdiği ve kafa olarak en çok anlaştığıydı. Kendisinden iki yaş küçüktü. Erkek arkadaşı mı vardı ki?Yengesi bulmadıysa Burak da bir şey bilmiyordu.
Özer ve Nesrin'in daha ilk hafta kollarına taktıkları birilerini el öptürmeye dedelerine getirdiğini yine ondan öğrenmişti. Birlikte alaya almışlardı ikisini de. Şimdi ona bile haber etmeden kimi getirmişti böyle?
Burak yorum yapamadan dedesi devam etti.
"Bir de o değişik vardı yanında."
Değişik mi? Yok artık. Merve bunu bilerek mi yapmıştı yani?
"Hülya mı?"
"Adı normal Allah'tan. Ailesi nasıl izin veriyor öyle giyinmesine? Babası gavur gerçi. Sonra o taktıkları, her yerinden bir şey çıkıyor. Bak hemşirem diyor ki, derisi hastalanırmış. Yazık."
Bu kesinlikle Hülya'ydı. Merve'nin liseden kankası, sırdaşı, Burak onu gördüğünden beri de her zaman görmek istediği kadındı. İlk kez gördüğünde o kadar değişik değildi aslında. Hatta sıradan, üniversiteye hazırlanan, kendi haline genç bir kızdı.
Lise sonda bir gün annesinin izin vermediği konser için, o zamanlar üniversite ikinci sınıf olan Burak'ı maşa olarak kullanmışlardı. Burak'ın annesi Esra, Merve'nin halasıydı neticede ve Burak'larda kalmasında bir sakınca yoktu. Onunla gelen Hülya ise, Burak için takıntı haline geldi yıllar içinde.
Uzun saçları, ufak tefek dövmeleri, öz güvenli tavırları, özgür kız halleri bir erkeğin arayıp da denk gelemediği, yanında rahat davranabileceği, kısıtlanma olmadan birlikte olmak isteyeceği türdendi.
Şehir dışında okumasına rağmen ana kuzusu gibi her hafta sonu İstanbul'a gelmeye, geldiğinde de en sevdiği kuzeni haline gelen Merve ve en yakın arkadaşına sinema, tiyatro, yemek, bovling ve daha pek çok şey ısmarlamaya başladı. Birlikte olunan anlar çoğaldıkça Burak Hülya'ya daha da alıştı. Öyle ki, dört yılın sonunda çıkmaya başladıklarında Hülya'nın vurdumduymaz tavırlarını havalı olmasına, giyim kuşamını orjinalliğine, tüm vücuduna yaptırdığı dövme ve taktırdığı piercingleri marjinalliğine yormaya başlamıştı.
"Genç dede. Heves etmiştir."
"Sen de gençsin. Sende de var mı?"
Dövmesi vardı tabii. İş yerinde uzun kollu gömlek giydiği için görünmüyordu sadece. Vücudunu deldirerek taktığı bir şeyler daha genç yaşlardayken olmuştu. Hülya ile deneyimlemişti. Kaşını ve kulağını deldirmiş, dedesinin kafasında olan babasından veto yemişti. Yüksek lisans bitip, bir buçuk yıl önce ailesini kaybedince ilgisi azalmıştı bu tür işlemlere.
"Dövmem var dede biliyorsun."
"O tamam, o metal şeylerden var mı? İnek gibi burnunun orta yerinde bile var yahu! Tövbe Tövbe. Her seferinde daha da bir sinir oluyorum. Merve nasıl arkadaş edinmiş kendine?"
Merve'nin el öptürmeye getirdiği müstakbel damat adayı gündeme bile gelemeden Burak'ın el öptürmeye getiremeyeceği garantilenen Hülya olmuştu gecenin konusu. Burak toparlamaya çalışsa da toparlanmamıştı. Dedesinin son cümlesi altın vuruş olmuştu.
"Bir gün bir torunum onun gibi eş seçse o dakika kalpten giderim herhalde."
"Allah korusun dede."
"Allah korusun tabii. Evlerden ırak. Şımarık bir de. Çalışanlara ben rica ediyorum bu yaşımda, o gelmiş benim evime, misafir gibi davranmaktan aciz. Aile terbiyesi de almamış. Elimi öpmedi biliyor musun? Toka yaptı benimle. Saygısız. Göbeği açık. Deliğinde de o hızmalardan..."
Burak gerisini dinleyemedi. Dedesine bahsini ettiği Allah koruması kalpten gitmesiyle ilgiliydi. Ekrem Zengin yanlış anlamış ve ölmeyi, Hülya gibi bir geline yeğlemişti.
Hülya peki, buraya geleceğini neden haber vermemişti ona? Neyi haber veriyordu ki zaten? Daha dün, hala İsveç'teydi. Babası yabancı annesi Türk olan Hülya son yıllarda, oranın adetlerine göre hareket etmekte daha başarılıydı. Dört yıl orada üniversite okuduğu için, ancak bittiğinde açılmıştı Burak ona.
Dedesinin veryansınları bitmezdi. Yorgundu. Buraya neden geldiğini bilmiyordu. Gelmişti ve şimdi gitmek istiyordu. Müsaade isteyip kalktığında evi buraya çok uzak olmadığı için dua etti. Eve girdiğinde de üstüne atlayan Hülya'yla her şeyi unuttu.
Bir süre...
On gündür Stocholm'de babasının kozmetik işinde yapıp yapamayacağını denemek için staj dönemindeydi.
"Neredesin Burak, özledim."
"Geldiğini bilseydim doğruca eve gelirdim."
Ondan sonra bir süre konuşma olmadı. Onu kravatından üst kata çekiştiren kadına itiraz etmedi. Tüm işi o yaparken dinlenebilirdi biraz. Uyumasa yeterdi. Kıyafetlerini çıkarırken Hülya şikayet ediyordu.
"Nefret ediyorum bunlardan. Takım elbise giymek zorunda mısın?"
"Evet."
Kıza yardım etmek istedi; ama ellerini ittirdi Hülya. Şimdiden bir yerlere girmeye hazır cinsel organıyla acaba önce duş mu alsam diye düşünürken ona kapanan bir ağızla kendi ağzından çıkan küfre engel olamadı.
"Siktir Hülya. Hazır zaten. Otursana üstüme."
Hülya dinlemedi. Elini saçlarına götürmesi de işe yaramadı. Yine kısacıktı o saçlar. Tutulacak bir yanları yoktu. Eliyle aşağı yukarı sıvazladığı penisi diliyle de aşağı yukarı yalıyordu. Burak sakin kalmaya, zevk almaya çalıştı; ama dedesinin sözleri aklından çıkmıyordu. Allah korusun lafının muhatabı olan kadını ise unutması mümkün değildi. O kadın şimdi üstünde zıplıyordu. Burak bu kısma ne ara geçtiklerini hiç bilemedi. 
Gözleri, Hülya'nın sütyen giymediğini anladığı tişörtünü çıkardığında iki göğsünün altında şimdi gördüğü medusa dövmesindeydi. Oldukça geniş yer kaplıyordu. Arkalar bitmiş önlere gelmişti sıra dövme yapmaya.
Bir kadın niye yılan yaptırırdı kendi tenine?


Elleri yeni dövmesinin üstünde gezinirken Hülya sarsılarak boşaldı       

Elleri yeni dövmesinin üstünde gezinirken Hülya sarsılarak boşaldı. Burak'ın yanına bıraktı kendini. Yuh! Burak bitmemişti ki daha. Üstüne geçti Hülya'nın. İçine girdiğinde Hülya tırnaklarını inceliyordu. Dövmesini incelediğini fark etmiş olmalıydı ki; beğenip beğenmediğini sordu.
Seks yaparken konuşmak değil, seks yapmak isterdi Burak. Konuşulacaksa da konu yine seks olmalıydı.
"Güzel Hülya, ama vücudunu bu hızla gidersen göremeyeceğim korkuyorum. Ne gerek vardı buna?"
"Gereklilik değil. İstiyordum ne zamandır, yaptırdım gitmişken."
Tartışmayacaktı onunla. Bedeni ona aitti. Hayır, Burak da seviyordu dövmelerini, sadece her geçen gün simsiyah oluyordu sevgilisinin bedeni. Birbirinden alakasız, tek başlarına bile, artık anlamlı olduğunu düşünmediği pek çok şekille kaplıydı vücudu. Aklı başka yerdeyken yaptığına odaklanamıyordu haliyle. Yatakta, kızın üstünde dakikalarca gidip geldiğini Hülya hatırlattı ona.
"Bitirmeyi düşünüyor musun Burak? Hissetmiyorum ki seni. İçimde küçüldün."
İlk kez böyle bir şey oluyordu. Kızın umrunda değilse o da tekrar kaldırmaya uğraşmayacaktı. Hülya çıkmıştı andan çoktan. Burak anda bile değildi. Kapıda onu görür görmez unuttukları, yatakta rahat bırakmamıştı bir türlü zihninin derinliklerini. Yanına uzandı sevgilisinin.
"Niye haber vermedin geldiğini?"
"Buraya gelirken haber mi verseydim? Anahtarım var. Çoğu zaman burada kalıyorum zaten."
"Hayır tatlım. İsveç'ten döndüğünü diyorum."
"Babamın ısrarı üzerine gitmiştim. Yapamam ben orada."
Sorusuna cevap alamadı. Nefesini bırakıp gözlerini kapattı. Hülya'ya göre, Burak da onsuz yapamazdı. Gitmemesi iyiydi. Anne babası yıllar önce boşanmıştı ve ülkesine dönen babası tek kızını yanına çekmeye uğraşıyordu üniversiteden beri.
Hülya da Burak'la olan birlikteliğini uzaktan yaşayacak değildi. Burak onu anlıyordu, ona değer veriyor ve saygı duyuyordu. Birçok İsveçli genç de saygı duyardı emindi; ama lise bitene kadar da olsa Türkiye'de yaşamış olmak sınırsız yanlarını biraz törpülüyordu Hülya'nın.
Birlikte olduğu ilk erkek Burak'tı ve araya aldığı başkalarını İsveç'ten seçmişti. Türkiye'de böyle bir şeye cesaret edemezdi. Tek gecelik olan ilişkilerini ciddiyet olmayan ilişkilerinde Burak'ın bilmesine gerek yoktu. Belki Burak da ondan başkalarıyla birlikte oluyordu o yokken, Hülya bilemezdi, sormazdı da.
"Dedeme gittiğinizi de dedemden öğrendim. Onu söyleseydin bari."
"Sen oradan mı geliyorsun? Niye gittiğimi hala bilmiyorum."
"Evet dedeme uğradım. Merve'nin sevgilisi olduğunu bilmiyordum. Dedemle tanıştırmış."
"Of sorma hiç. Yok ya. Numara hepsi. Evlenmezler bence."
Siktir. Merve'yle kafaları senkronize de çalışmaya başladıysa sıçmıştı artık. Kalan dört bekar kuzen yalandan evlilik mi yapacaktı? En azından Hülya, Merve için onaylamıştı bu durumu. Bu akşam ne kadar kal geliyordu ona öyle. Uzandığı yerden yan döndü. İstiyordu ki, Hülya daha Burak konuşmadan onu anlasın.
"Bu söylediğimi Merve'ye söyleme. Sıkı sıkı tembihledi beni. Niye beni ısrarla oraya götürdüğünü de anlamadım. Patladım sıkıntıdan iki saat."
Burak anlamıştı. Merve güvenilir değil miydi yani artık? Sırtından mı bıçaklayacaktı onu?
Burak'ın ne villa ne miras umrundaydı. Maddi hiçbir şeyle ilgilenmiyordu ki, neden onu aşağı çekmeye çalışıyorlardı? Onun tek dileği itibardı.
Evet. İtibar. Ekrem Zengin'in karşısında kendi akrabaları neden Burak'ın itibarını yerle bir etmeye ant içmişlerdi? Üzülse de yapacak bir şey yoktu. Dedesi annesi için öyle kıymetliydi öyle değerliydi ki, Burak itibarını en ufak bir lekeyle bile zedelemelerine izin vermeyecekti. Bunu kendisi için değil rahmetli annesinin kıymetlisi dedesi için yapacaktı.
"Sahte evlilik mi yapacaklar?"
"Evlilik olmadan önce nişan tabii. O arada sizin yaşlı dede bir zahmet ölürse evlenmeden para, ev mi ne alacakmış? Villa ne iş?"
En ince ayrıntısına kadar bunu anlatıp bunları da sevgilisinin ona söylemeyeceğini mi düşünmüşlerdi yani? Bu işte bir bit yeniği vardı ve Burak bitin nereyi deldiğini bulmak için canla başla çalışacaktı.
"Bırak sen şimdi villayı. Sen ne düşünüyorsun bu sahte evlilik hakkında?"
"Bana ne, alan memnun satan memnun olduktan sonra. Merve o sümsükle evlenirse paranın sefasını süremez zaten. Mıy mıy bir tip. Deden sevdi işte. Hiç anlamam evlilik niye bu kadar dert ediliyor? Ben seninle evlenmeden yaşarım ölene dek."
Dedesi sevmişti mutlaka. Çünkü, konu yeni damat adayı değil Hülya'ydı iki saat boyunca. O da Hülya'yla yaşardı ölene dek, ama bu durum, sütyenini bu evde çıkarmış olmasını dilemesine gölge düşürmedi. Gözünün önüne gelen görüntü ile yanında çırılçıplak uzanan kadının üstüne yataktaki örtüyü çekti. Kısa saçlarını okşadı.
Bir ay önce gündeme gelen konuyu kız arkadaşına nasıl açacağının yükü omuzlarından kalktı bir anda. Kırmızı ışıkta sahibinin yüzünü bile saklayan uzun, kıvır kıvır saçlar aklına gelince nasılsa Hülya'nın hiç dert etmediği şeyi pat diye söyleyiverdi.
"Ben de o sahte evliliklerden birini yapmak zorundayım. Seni el öpmeye götüremem dedeme."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder